OSMANLI EDEBİYATI
NUMÛNELERİ
Edebiyat Dersleri
(QR KODLU)
Osmanlı Türkçesi
Yardımcı Kitap
Müellifi: Mehmed Celâl-1312
Hazırlayan:
Doç. Dr. Metin HAKVERDİOĞLU-2021
KİTAP BAŞLIĞI
Copyright © 2011, (Yazar veya Yayıncı)
Tüm hakları yazarına aittir. Yazarın izni alınmadan kısmen veya tamamen çoğaltılması veya farklı biçimlere çevrilmesi yasaktır.
ISBN: 978-XXX-XXXXX-X-X
Mehmed Celal (1867- 1912)
Şair, yazar. İstanbul’da doğdu. Ferik Hakkı Paşa’nın oğlu¬dur. Düzenli bir öğrenim görmedi. Kendi kendini yetiştirdi memurluk ve öğretmenlik yaptı. İstanbul’da öldü. Yeni kapı Mevlevîhânesi Mezarlığı’na gömüldü.
XIX. uncu asrın şâir ve hikâyecilerindendir. Türk edebiyatı tarihi üzerinde incelemeler yaptı, gazetelerde makaleler yazdı. Şiir, roman ve hikâye yayımladı. Şiirlerinde ince his¬ler, güzel hayâller vardır; Büyükada’daki aşklarını anlatır. İlk şiir kitabı olan Ada ‘yı daha 19 yaşında iken yayınlayan Mehmet Celal şiir yazmaya küçük yaşlarda başladı. Mehmet Celal, dönemindeki edebiyat ortamı içinde Muallim Naci’nin yolunu izleyerek Servet-i Fünunculara şiddetle saldırılarda bulundu; ama bu arada Batı’dan gelen etkileri de pek reddetmedi. Bu konudaki kimi eleştiri ve yazıları divan şairleriyle ilgili kitaplar olan Elvah-ı Ma’sumane ve Makalat-ı Edebiye (1895) adlı yapıtlarında yer almaktadır.
Şiirlerini kolayca ve kısa zamanda yazdığı için “şair-i zi-irtical” (doğaçlama yapabilen şair) sanıyla ünlenen aydın, titiz bir sanat endişesi ve kudreti taşımayan ve bütün değerini gerek içerik gerekse ifadesindeki samimilikten alan şiirler yazmıştır. Romanlarında üslûbu canlı cümleleri kısa, ifadeleri açık ve ko¬nuşma diline çok yakındır. Mehmet Celal’in düz yazı eserleri, Namık Kemal’in açtığı edebî çığırla Ahmed Mithat Efendi ‘nin geliştirdiği popüler anlatı anlayışının arasında bir yerdedir. Popüler anlatıya daha yakındır. Bu nedenle romanları ve öyküleri kolay anlaşılır. Okuru ilk anda duygularıyla kavrayan yapıtlardır.
Şiir Kitapları: Adada Söylediklerim (1886), Gazelle¬rim (1894), Zâde-i Şâir (1895), Âsâr-ı Celâl (1896), Sürûd (1896).
Roman ve hikâyelerinden Meşhurları: Dâmen-âlûde (1887), Bir Kadının Hayatı (1890), Küçük Gelin (1892).
Diğer eserleri; Cemile, Elvâh-ı Masumane, Os¬manlı Edebiyatı Numuneleri, Vicdan Azapları, Muhabbem Mâderâne, İki Kanarya, Mükafat, Os¬manlı Padişahları.
MATBA‘A-YI SAFA VÜ ENVER
AÇIKLAMA
Kitabımız üç temel amaca yönelik olarak tertip edilmiştir:
1 Merhum Mehmet Celal’in 1894 yılında kaleme aldığı Osmanlı Edebiyatı Numuneleri adlı eserini bir kez daha okuyucusuyla buluşturmak.
2 Bu kitap ile Türk Dili ve Edebiyatı bölümü öğrencilerine gerekli bilgileri bir ders kitabı şeklinde sunmak.
3 Kitabın “eski yazı” halini “QR kod” ile ilk sayfaya koyarak Osmanlıca derslerine kolay kaynak sağlamak.
Malumdur ki artık pek çok işlevi bir arada sunmak, günümüzün gençliği için olmazsa olmaz bir zaruretdir. Artık bir kitap sadece bir hedefe yöneldiği zaman işlevini tam olarak yerine getirememektedir. Yeni nesil aynı eserde hem edebî bilgileri bulmayı hem ilginç şiirleri okumayı hem de eski yazı öğrenme isteğini tatmin etmek istemektedir. Kitabımızla Merhum Mehmet Celal’in istediği şeyi de gerçekleştirmiş olmaktayız: Yeni Nesle Edebiyatı Sevdirmek.
Bu çalışma, eserin Latinize edilmesi yanında “QR kod” ile eski yazıya erişimini sağlayıp Osmanlıca dersleri esnasında kaynaklık yapmasını da sağlayacaktır. Yeni neslin bu hızlı erişim ihtiyacını artık görmezden gelemeyiz.
Doç. Dr. Metin HAKVERDİOĞLU
Merhum Mehmed Celal’in ruhuna hürmetle…
DEĞERLİ OKUYUCU!
BU QR KODU TELEFONUNUZA OKUTUP KİTABIN SAYFALARININ BİRE BİR ESKİ YAZI HALİNİ GÖREBİLİRSİNİZ!
(Eski yazı sayfalarla uyum için her sayfanın başında o sayfanın numarasıköşeli parantezle mevcuttur.)
İçindekiler
İfâde-i Tâb‘ 14
MUKADDİME 30
Birinci Kısım 33
MEDHAL 33
İkinci Kısım 59
EDEBİYAT 59
Yazmak 66
Hissiyâtın Envâ‘-ı Muhtelifesi 70
Üslûp 73
Üçüncü Kısım 180
AKSÂM-I MUHARRİRÂT 180
Dördüncü Kısım 238
Beşinci Kısım 306
Osmanlı Aruzu 306
Altıncı Kısım 333
AKVÂL-İ HEKÎMÂNE 333
AKVÂL-İ HEKîMÂNE 334
VE 334
CÜMEL-İ EDEBİYE 334
Yedinci Kısım 353
Eş‘ârımızdan Bir Nebze 353
ÂSÂR-I MENSÛREDEN BİR NEBZE 425
Sabâvet 426
Mensûr Şiirler 428
Üdebâ ve Şu‘arâ-yı ‘Osmaniyeden Bir Kısmı 483
Âhî 484
İbn-i Kemal 486
Ahmed Paşa 488
Ahmed Midhat Efendi 490
Es‘ad Paşa 493
Esrâr Dede 495
Ekrem Bey 497
Antakyalı Münîf 508
Bâkî 509
Belîğ 512
Pertev Paşa 514
Sâbit 516
Cevdet Paşa 518
Cevrî 519
Hâmî-i Amidî 522
Hakkı Bey 523
Hâkânî 528
Hızır Aga-zâde Sa‘îd Bey 530
Râşid 534
Râşid-i Vak‘a-nüvis 536
Râgıp Paşa 537
Sâmî 539
Sâmî Paşa 542
Sezâyî Bey 543
Süleyman Nahîfî 545
Sinan Paşa 548
Seyyid Vehbî 550
Şinâsî 552
Şeyh Gâlib 554
Şeyhülislâm ‘Ârif Hikmet Bey 557
Şeyhülislâm ‘Abdullah Vassâf Efendi 558
Şeyhülislâm Yahya Efendi 561
Tâlib 564
‘Âkif Paşa 565
‘Azmî-zâde Hâletî 567
‘Avnî Bey 569
Fasîh Dede 573
Fuzûlî 575
Kâzım Paşa 579
Mu‘allim Nâcî 580
Nâ’ilî Efendi 587
Nâbî 590
Nedîm 594
Nizâmî 602
Nef‘î 603
Nevres-i Kadîm 613
Nev‘î 614
Nev‘î-zâde ‘Atâyî 616
Vecdî 617
Hersekli ‘Ârif Hikmet Bey 623
Yeni Nâ’ilî 625
İfâde-i Tâb‘
Padişahım çok yaşa.
Du‘â-yı vâcibü’l-edâ-yı cenâb-ı zıllullahî ile ibtidâ eden her eser bahş u hayr ile intihâ bulur.
Tevfîk-i Hudâ refîk olursa her müşkilin âsân olacağı tabi‘i bulunduğundan buna bir de eser-i teşvîk-i cenâb-ıtâdârî inzimâm edince ashâb-ı gayret ü himmet içün ebvâb-ı i‘tilâ ü irtikâ açılmış demekdir.
Tevfîk ü refîk olmayıcak fâ’ide yokdur
Her kim burada ‘akla uyarsa zarar eyler
***
[be] Ticaretin meşruiyyetinde şüphe olmayup ancak bu meşruiyyetin takriri içün bazı vesaitin mevcudiyeti derece-i vücûbdur. Bu veasitin başlıcalarından biri kanaatdır. “Kanaat-i fenâ bulunmaz bir hazinedir.” Hikmet-i celilesine nazaran ashab-ı kanaat daima niam-ı ilahiyye ile mütenaim olur demişlerdir.
Sanat-ı kitapçılık olduğı cihetle eser-i tevfik-i ilahi ile sanatımı îfâya ibtidar eylediğim vakit her şeyden evvel kanaati nazar-ı dikkate alarak daha doğrusu kâra da o kadar bakmayarak terakkiye başladım. Ve erbâb-ı mütala‘a da lufen tasdik buyurdular ki bu kanaati de hele şu son aylarda hacim, münderacat cihetiyle mühim, büyük eserleri küçük fiyatlarla satmakla isbat eylemil oldum. Zaten evvelce de böyle va’d etmişdim. Evvelce verilmiş bir va’di de îfâ etmemek maazallah yalan söylmek demek demek olduğundan bu da ticareti daire-i meşruiyetinden tebyîd eden nakayısdan bulunması cihetiyle irtikab ketb ü dürûgdan ictinâb etdim.
Âyînesi işdir kişinin lâfa bakılmaz
Şahsın görünür rütbe-i ‘aklı eserinde
[cim] Bundan mukaddem meydan-ı intişare çıkan inşa muallimine ilave edilen ifâde-i tâbi‘den ve bunun neşrinden bir şey anlamayan ve daha doğrusu anlamak istemeyen bir kısım muhterem refikâmıza karşı, vesâtet-i neşri bendenizce bâdi-i mahmidet olan bu eserin şu ifadesinde daha ziyade izahata lüzum görülmemişdir.
İnşaallahu ta’ala bu kerre meramımızı anlatmağa muvaffak oluruz.
Her ne kadar zahmet ise inşa malumdurdur ki ifade-i tâbi‘ bir kere daha – lakin rica ederiz dikkatle – gözden geçirilsin. Bzi orada ne demiş idik?
Orada demiş idik ki:
“Başka bir yerde de demiş olduğumuz vechile Şems Kitaphanesi ta‘mîm-i ma‘ârif maksad-ı mehammine mebnî âsâr-ı nefise neşrine vesâtıt etmek içün te’essüs eylemişdir. Sâye-i ma‘ârifet-pezirâye-i canab-ı tâc-dârîde şimdiye kadar neşr etdiğimiz birkaç eserle ez-cümle ihtiyâcât-ı zamâna muvafık
[dal] ve edebiyat-ı cedideye mutâbık olarak kisve-i tabâ‘ata giren bu inşâda delil-i müdde‘a olabilir.”
İşte ifadenin bir fıkrası bu idi. Biz şu fıkrada, anlaşılmayacak bir şey göremiyoruz ama zâhir bazı refikamız kendilerinden başkalarının terakkiyatından bahis şeyleri idrak-i rikkatlerden mübberâ ve elfaz u manadan mu‘arrâ zan ediyorlar. Ne yapalım? Biz de bu hüsn-i zanlarına (!) teşekkür ederiz.
Efendim! Şems Kitaphanesi tamim-i maarif maksad-ı mühimmine bazı refikamızın on kuruşa satdığı kitapları yüz paraya, üçer kuruşa satarak kâriyenin tevsî‘-i istifadesine mebni teessüs etmiş olduğunu dermiyan etmişdik.
Sonra on formadan ‘ibâret olan zâde-i şair gibi bir eseri üç kuruşa, beş forma teşkil eden Rene gibi bir hikayeyi altmış paraya, on bir forma ve on üç levhayı havi bulunan elvâh-ı masumaneyi üç buçuk kuruşa, yirmi formayı ve muharririn bir kıt‘a tasvirini ihtiva eden Bir Kadının Hayatı nam milli romanı beş
[he] kuruşa ve Zehra gibi milli bir hikayeyi yüz paraya satdık. Kavlimiz fi‘limize erdi. İşte maksadımız bu idi. Bunda anlaşılmayacak ne var?
***
Yine orada demiş idik ki:
“Bazı arkadaşlarımız gibi hod-fürûş değiliz. Bunun içün az zamanda gösterdiğimiz şu terakkiye mukâbil erbab-ı mütâladan büyük büyük teşviklere, parlak parlak iltifatlara mazhar olduğumuzu inkar edemeyiz.”
Madem ki anlaşılmıyor. Şu ibareyi de şerh edelim:
Bir işe sahte şa‘şa‘larla, tahfif-i şarlatanlıklarla başlamadık. Cenab-ı Hakkın lutf u inayetine mütevekkil olarak – iyi kötü – fakirane bir kitaphane açdık. Kitaphanenin tesisi henüz bir ay olmamış idi ki ashab-ı mütala‘anın alkışlarına, tebriklerine karşı minnetdar kaldık. Bu kadar iltifata bir mükabele-i müteşekkirane olmak üzere güzel güzel eserler neşrine vesâtıt etdik. Nasıl hamd ü senâ etmeyelim ki tevfik-i Huda da bize refîk oldu.
[vav] Zanneder isek bâlâdaki fıkrada da anlaşılmayacak bir şey kalmadı.
***
Yine orada demiş idik ki:
“Ma‘rifet iltifâta tâbi‘dir
Müşterisiz meta‘ zâyî‘dir”
Hikmetine vâkıf olan kâriyîn-i kiramın iltifatlarının devamından emin olduğumuz içün kitaphanemizin istikbalini pek emin görüyoruz.”
Bir gazete müvezzi‘nin hakir kulübesinden tutunuz da bir büyük matba‘aya kadar tevsi‘-i nazar ediniz. Bugün gazete müvezzi‘i olan bir adamın satdığı gazetelerden kazandığı kar ile o dükkancığa sahip olması iltifat-ı mayasında değil midir?
Marifete karşı gösterilen bu ltifat o dükkancığa neden bir matba‘a haline ircâ‘ edemesin? Biz de yukarıki fıkrada erbab-ı müta‘alanın
[ze] iltifatı imtidad etdikçe kitaphanemizin daha ziyade tevsi‘ ü tezyin edeceğini anlatmak istedik.
***
Yine orada demiş idik ki,
“Erbâb-ı mütâla‘anın tenezzülen gösterdikleri kıymet-şinaslığı yalnız bir teşekkürle geçirmek muvafık-ı insaf olmayacağından ancak teşekkürânemizi hoş âyende eserler neşrine vesâtıt ve muharrirîn-i kiramın derece-i mahsus-ı edibanelerine göre – her ne kadar şan ve faziletleri ile mütenasip değilse de – muvafık bir hakk-ı tahrîr-i ‘arz etmekle îfâ etmiş olacağız.”
Bu va‘dimizi de îfâ etmedik mi yâ? Muharririn iktidarı izah olmayan penbe ferace, levrans, inşa mu‘allimi “ hoş-âyende” diye tavsif eylediğimiz âsâr-ı cedide ve cedideden değil midir? Gerek bunlar, gerek Zâde-i Şair, Rene, Elvâh-i Masumane, Bir Kadının Hayatı, Zehra,
[hı] Küçük Gelin, Bi-vefâ, Sevâti‘ gibi eserler acaba muharrirleri tarafından bize bağışlanı mı verdi! Bir çok ta‘mikat ve tahkikat ile muharrirlerin dimağını yora yora yazılan bu eserleri elde etmek, sonra nefis bir suretde tab‘a ihtimam olununp sahifelerinin çokluğuyla ma‘kûsen mütenasip olan fiyatlarla meydan-ı intişara çıkarıvermek pek mi kolay zann olunur? Her sanatın envâ‘i olduğu gibi kitapcılarımızın içinde bir formalı bir eseri tab‘ u neşr için muvafık-ı heva gözedenler ve muharrirlerin arasında yalnız namının neşr olunması makasdıyla âsârını bağlayıp temettü‘ maddesiden vaz geçenlerde vardır. Ancak o misüllü kitapçıların sanatlarına devamları ne kadar meşkük ise hâl ü şanlarına ve mallarına göre neşr-i âsâra heveskar olan o misüllü muharrirlerin de kudret-i edebiyyeleri malumdur.
***
Yine orada demiş idik ki:
“İhtiyac-ı zamana muvafık olan her türlü âsârı mevki‘-i istifadeye vaz‘ etmek için, mesela fenn-i edebin
[tı] bir kısmında fevkalade ihtisas peyda eden bir zata o kısma aid bir eser tertibi maksadıyla müracaat edecek ve kitaphanemizin tezyinini onun ‘uhde-i kifayetine havale edeceğiz. Vakıa bu mesleği ihtiyar etdikden sonra neşr-i âsâr biraz geççe olacak idiyse de cümlesi muharriat-ı güzideden bulunacakdır.”
Galiba ifademizin anlaşılması müşkil olan en güç fıkrâtından birisi de budur.
Kitapçılık sanatı her sanata benzemez. Nâşir ü tâb‘-ı kitab tab‘-ı neşr ile vücuda gelmiş olmaz. Tab‘ın temyizi de olmalıdır. Bu temyiz olmazsa bir şaire hendese yazdırmak, bir romancıya emrâz-ı dahiliye tertip etdirmek, bir riyazi mualliminden hikaye istemek tehlikeleri tab‘ın ehemmiyet mevkisini her zaman tehdid eder durur. Cifr-i efiyalar, kozmografylar tertibiyle uğraşan romancılar biliriz ki hikaye yazmakdaki ihtisasları herkes tarafından tasdik edilip
[ye] dururken mücerred tab‘ının nabeca ısrarı üzerine fenni yazı yazmağa mecbur olmuşdur. O ısrar ne kadar nebeca ise bu mecburiyet de o kadar elimdir. Âsâr-ı münteşirenin çokluğuna bakılmaz. Muvafık-ı nefsül-emr olmasına ehemmiyet verilir. Bu cihetle fünûn-ı mütenevvi‘aya ‘aid her eser ashab-ı ihtisasa yazdırmağı münasib görmüşdük. Hala da bu fikirdeyiz.
Şurada istitrad kablinden olarak bunu söyleyelim: tâb‘da teyiz ile beraber dikkat bulunmak şart-ı a‘zamdır. Çünkü altı ay evvel tercüme ve neşr olunan bir eserin, başka bir nam ile altı ay sonra tekrar neşri görülmüşdür ki bu hâl-i garâbet iştimâl-i âsâr-i münteşireyi okumamakdan neşet etmişdir.
***
Yine orada demiş idik ki:
“Kendi hesabımıza tab‘ etdirdiğimiz kitapları sürüp de ahir hesabına tab‘ olunan eserleri kûşe-i nisyanda bırakmak insafsızlığından ashâb-ı
[kef] âsârdan kitaphanemize kitap bırakacak zevatın her halde memnun olacaklarını vekiliyetle matbu‘ eserlerini satmak isteyenlerin kitaplarını – mesleğimize muvafık olmak şartıyla – iştirâ edeceğimizi va‘d ederiz. “
İnşâ mu‘allimindeki ifadede bize bu fıkrayı yazdırmağa mecbur eden bir şey varsa o da sözlerine i‘tibar etdiğimiz bazı zevatın, kendi hesaplarına tab‘ itdikleri kütüb-i matbu‘anın refikamızın kitaphanelerine guşe-i nisyane bırakılmış, enzâr-ı kari’ine konulmamış olması hakkındaki şikayetlerdir. Zaten ma‘lum olan bu şey zevat-ı müma-ileyhin şikayetler ile bir kat daha te’yid eylemiş olduğundan bize de hasbetel-insane o şikayetde bulunmuşduk. Kilitle kitap mübayi‘ası fıkrasına gelince, bunun sıhhatine Evsâf-ı Şeş-ebrâr, Hindistân Seyahatnamesi, Istılahat-ı Musikî vesair bu gibi âsâr-ı ber-güzîde şehadet eder.
[lam] ***
Buraya kadar vermiş olduğumuz tafsilatı nazar-ı mütala‘adan imrâr edenler evvelki ifademizde anlaşılmayacak bir şey kalmamış olduğunu teslim ederler. Burada da kitapçılığa ‘âid iki mühim meseleden muhtasaran bahs ile hatm-i kelam etmek arzusundayız.
Bazı refikamız mekteb kitapları tab‘ ü neşriyle hakikaten ‘âlim-i ma‘arifce mucib-i mefahhirat olan bir hizmetde bulunuyorlar ve şu hizmetlerine mukabil ulyây-ı ıtfal tarafından mazhar-ı takdir oluyorlarsa da, acaba bu ulyâ-yı etfal tasavvur ediyorlar mı ki mekteb çocuklarına altmış paraya verilen bir kitap kitapçı esnafına yüz paraya fürûht olunuyor? Onların bunu düşünmeğe hakları olmasa bile mekteb kitapları tab‘ etdiren refikamız hiç insaf etmezler mi ki bizlere verilmiş bu gibi kitapları biz de büyük adamlara satmayıp elbette çocuklara vereceğiz? Binanaleyh istifade-i ‘umumiye nokta-i nazarından bakılırsa, peş müthiş bir fikr-i menfaatden neşet etdiği anlaşılan ve insaniyet ve hamiyyetle hiçbir zaman kabil-i tevfik olmayan bu halleri refikamızın neden dolayı
[mim] ihtiyar etdiklerini düşünüyoruz da bu tefekkür-i ‘amîkın neticesinde hayretden başka elimizden bir şey gelmiyor!..
***
Hatm-i kelâm etmekden evvel şunu da söyleyelim:
Böyle ciddi eserlere tâb‘lar tarafından ‘ilâve olunacak ifadelerin muvafık-ı zemin ve zaman olmasına göre kitapçılara karşı her halde şâyân-ı takdir olan bir rekabeti intâc ederek bilahere bu rekabetden kitapların faydalarının tenzili ve bu münasebetle ta‘mim-i ma‘arifi intâc edeceği vareste-i iştibâh olduğundan ara sıra ihtârât-ı hayr-hâhhâne kabilinden bu yolda mütala‘alarla ibraz-ı hizmet edeceğiz. Yoksa bazı hod-pesend refikamız misüllü kava’id ü tahrîr ü inşaya aşinalıkdan bütün bütün mahrum olduğumuz ve bir tâbi’ bulunduğumuz halde (ihtâr) ‘unvanı altında – bunca muharrirîn-i kiram ve erbâb-ı ‘izâm dururken – usul-i tenkit ta‘limine yeltenmek gibi hadsizlik ve vazife na-şinaslık göstermek elimzden gelmez.
O gibilere hased ediyoruz zann olunmasın çünki:
[nun]
Hased-perverlerin hâli yamandır
Ki yokdur bir belâ bedter hasedden
Sarılmış nefse bir miz‘ac yılandır
Ki çıkmaz çıkmadıkça cân cesedden
Şems Kitap-hânesi Sahibi
Seyyid Hüseyin
MUKADDİME
Sâye-i ma‘ârif-vâye-i cenâb-ı şehenşâhîde tahrîrine muvaffak olduğum şu eser dokuz kısma ayrılır: Birinci kısmı edebiyât-ı Osmâniye’miz hakkında ma‘lûmât-ı mücmeleyi câmi‘dir. İkinci kısmı kavâ‘id-i edebiyeden bahseder ki bu kısımda ta‘lîm-i edebiyât me’haz-i ittihaz(çıkış noktası) olunmuştur. Üçüncü kısım aksâm-ı muharrerâtdan (yazı kısımları) ibâret olup meselâ bir makâle-i edebiye, yâhud bir hikâye veya bir mektubun nasıl yazılması îcâb edeceğine dâir bazı mütâla‘ât ile misallerinden bahseder. Dördüncü kısmı aksâm-ı eş‘ârdır. Bunda eş‘âr-ı ‘atîka ve eş‘âr-ı cedîdenin ekser aksâmı mündericdir. Beşinci kısım Osmanlı ‘arûzunun evzân-ı müta‘melesini ihtivâ ider. Altıncı kısım, edîbâne yazılmış
[4] cümlelerden intihâb edebildiğim akvâl-i hakîmâneyi, yedinci kısım eş‘ârımızın en güzellerini, sekizinci kısım âsâr-ı mensûremizin en şâ‘irânelerini, dokuzuncu kısım üdebâ ve şu‘arâ-yı Osmaniyemizin- fakat muhtasaran- eserleriyle ol bâbdaki mütâla‘âtı hâvîdir.
Maksadım bu kadar erbâb-ı iktidâr dururken edebiyâtı ta‘lîm etmek değildir. Buna her zaman i‘tirâf ettiğim ‘aczim mâni‘dir. Osmanlı edebiyâtı numûnelerini şu vecihle toplamak istedim. İşte o kadar. Ma‘mâfih bedâyi‘-i edebiyemizi öğrenmek isteyen bir kısım erbâb-ı şebâb(gençlik) için şu eserin oldukça müfîd olduğunu inkâr edemem.
Kavâ‘id-i edebiyeyi, akvâl-i hükmiyeyi üdebâ hakkındaki mütâla‘âtı bundan üç dört sene evvel yazmış ve müsvedde hâlinde bir tarafa bırakmış iken bunların kisve-i tabâ‘ata girmesi
[5] için tâb‘-ı gayûr Şems Kitabhânesi sâhibi Seyyid Hüseyin Efendi bir çok fedâkârlıkta bulunmuş ve edebiyat ile akvâm-ı hükmiyeyi kendisi tebyîz (temize çekme) ederek şu eserin itmâmına- velev ki maddeten olsun- himmet etmiştir. Tab‘ ettirdiği âsâr ile heman altı ay zarfında şâyân-ı dikkat bir terakkî izhâr iden bu tâb‘-ı guyûrun nefâset-i tab‘îyeyi iltizâmdaki, âsâr-ı nefîseyi intihâbdaki isâbeti derkârdır.
İşte bunun için bendeniz de Osmanlı Edebiyâtı Numûneleri’nin tab‘ ve neşri imtiyâzını kendisine terk ettim.
20 Ağustos sene 1309
Mehmed Celâl
Birinci Kısım
MEDHAL
(GİRİŞ)
MEDHAL
Bundan altı, yedi sene evvel Türklere, başka bir tâbirle Osmanlılara mahsûs müellifât-ı edebiyenin mefkûd (kayıp) ve binân‘aleyh mahdûd olduğunu inkârı kâbil olmaz hakâyıktandır. Hatta devlet-i ebed müddet-i Osmâniye’nin bidâyet(başlangıç)-i zuhûr-ı ‘adâlet mevfûrunda(bolluk) Osmanlıcanın ‘avâm beyninde müsta‘mel olarak, kitâbet-i resmiyenin Fârisî ile icrâ olunduğu mervîdir.
Edebiyatımızın da bundan altı yüz seneden beri çok evvel ibtidâ etmemiş olduğunu kim inkâr eder?
Bunun için bendeniz Osmanlı şi‘rinin Fuzûlî ile başlamış olduğunu iddiâ eden bazı rüfekâ-yı kirâmın fikirlerine iştirâk edemeyeceğimden dolayı ma‘zûrum.
Onuncu ‘asr hicrî şu‘arâsından olan bu büyük âdem, bu göz yaşından perverde olan şâ‘ir, Sultan Süleyman devrinin nevâdirindendir. Hattâ, o devrin nevâdirinden olduğunu bedâi‘-şinâsân-ı edeb, Bağdad’dan Nişancı Mehmed Paşa’ya yazdığı mektubdan,
[8] husûsen dîvânında münderic bulunan kasâidinden istidlâl ederler. Halbuki bizim nesrimiz ve şi‘rimiz, elhâsıl bizim edebiyatımız Fuzûlî’den çok eskidir. Hazret-i Mevlânâ ile Sultan Veled, bulundukları mertebe-i bâlâ-yı istisnâda bırakalım, cennet-mekân Sultan Osman, Sultan Orhan devrinin pek çok şa‘irleri vardır. Maksadımız bir tezkiretüş- şu‘arâ, yahud- mufassal olmak şartıyla- bir terâcim-i ahvâl-i üdebâ yazmak olsaydı, bu şâ‘irlerin esâmîsini, âsârını ‘arz edebilirdik.
Bu kitapta ise, bu bâbda tafsîlât i‘tâsına lüzûm olmadığından halbuki eslâf ve ahlâfa ‘âid bir “terâcim-i ahvâl-i üdebâ ve şu‘arâ” tertîbi ehass-ı âmâldan (en önemli emel) bulunduğundan şimdilik bu bâbda beyân mütâla‘aya hâcet görmüyoruz. Yalnız şunu demek istiyoruz ki Osmanlı edebiyatı Fuzûlî ile başlamıyor. Ma‘mâfih, edebiyatımızın şi‘r- belki de nesir- kısmına- edebiyat-ı ‘atîkaya ‘âid olmak üzere- meşârün-ilyeh(sözü edilen kişi: Fuzuli) zînet veriyor. Bu şüphesiz, bu muhakkak!
Söylediklerim, perîşân meâl olsa bile bence bir şeydir. Bunun için bir istitrâda(açıklama) lüzûm görüyorum:
Târîh-i edebiyatımız için bir medhal yazmak mecbûriyetini takdîr eden yine bazı rüfekâ-yı kirâm- gâlibâ Fransızcaya âşinâ olduklarından- şark edebiyatından bahs ederlerken, Fuzûlîleri, Bâkîleri,
[9] Zâtîleri, Necâtîleri Hugolara, Alfred Dö Musetlere, Lamartinelere, Racinelere kıyâs etmek isterler. Bu pek âbes! Bu pek dehşetli bir kıyas!
Her millet terakkiyât-ı edebiyesini kendi üdebâsının âsârıyla mukayese etmelidir. Edebiyat-ı şarkıyeye ‘âid olan bir meselede, Alfons Dode’den, Fransuva Cope’den misâl getirmek neye yarar? Bir muharririn maksadı, Fransızcanın gavâmız ve dekâyıkına (anlaşılmaz nükteler) vâkıf olduğunu isbât etmek ise, bu ma‘rifetini, âsâr-ı garbiyenin en güzelini – fakat aslındaki letâfeti gâib etmemek şartıyla- nakl etmekle ortaya koyar. Lâkin dikkat lâzımdır: bugün fünûn-ı hâzıranın bekâsına hâdim olan Jüles Verne’nin, yahud Kamyıl Felamaryo’nun hakâyık-ı fenniyesini bir şâ‘ir mütehassis, yahud yine bugün hayat-ı beşeriyeyi ta‘mîk iden (derinleştimek) Alfonse Dodet’in, Fransuva Coppe’nin ihtisâsât-ı ‘amîkası bir mütefennin garâbet-nümâ(!) lisânımıza nakl ve tercümeye kalkışırsa mutlak gülünç olur!..
Geçelim!..
Hazret-i Fuzûlî devrinde kendinden daha mükemmel, daha ‘âlî daha rakîk bir şâ‘ir bulup da o şâ‘irin eserine ittibâen (uyarak) yetişmiş e‘âzımdan değildir.
Fakat dikkat buyruluyor mu? E‘âzımdan diyoruz. Ekrem Bey gibi
[10] hakîkaten e‘âzımdan ‘addolunanlar bile eslâfın ahlâfın üstâd olduğunu lisân-ı hürmetle i‘tirâf etmişlerdir.
Bugün Bâkî’nin ekser âsârıyla Fuzûlî mukallidi olmadığını kim iddi‘â eder. Diyelim ki Bâkî şi‘r-i Osmaniyenin müceddidleirnden imiş! Bu iddi‘â farz edelim ki teslîm olunsun! Fakat şi‘rlerinin içinde, Fuzûlî’ye taklîden yazdığı bedâi‘-i edebiye yok mudur? Mutlak… Mutlak vardır.
Mâziyi bütün ta‘mîk etmeye ne hâcet? Hâlimize bakalım: meşâhir şu‘arâmızdan Hakkı Bey Nef‘î mukallidi değil midir? Daha doğrusu ‘asrımızda yetişen en muktedir gençlerimizin en güzel eserleri, e‘âzım-ı üdebâmızın âsârın meşk-i ittihâz(aynen yazarak taklit) ile vücûda gelmemiş midir?
Demek istiyoruz ki Bağdad gülzâr-ı edebiyatının ‘andelîb-i hoş-elhânı olan Fuzûlî- ‘Acem şâ‘irleri müstesnâ- Osmanlı şâ‘irlerinden eserine ittibâ‘ olunacak bir şâ‘ir, yahud nâsir göremediği halde, bugün edebiyat-ı sahîheyi ihyâ edecek bedâi‘ vücûda getirmiş, bu bedâi‘i bir şâ‘irden değil, belki derelerin coşuşundan, rüzgarın iniltisinden, bir baygın nigâhın in‘itâfından, bir tebessümün tesirinden bir bedevî kızının hüsn-i ma‘sûmânesinden iktibâs eylemiştir. Bu cihetle en birinci şâ‘irimiz mutlak Fuzûlî’dir.
Müşârün-ileyhin Hadîkatüs- Sü‘edâ’sı ile meşhûr mektubu nesirdeki
[11] derece-yi iktidârını da ta‘yin eder. Zamanına göre öyle bir âsarla böyle bir mektubun yazılması hârikulâde ‘addolunabilir.
Fuzûlî’yi şimdiki edebiyatımıza göre hemen her sözünün şâyân-ı kabûl âsardan ve sihr-i helâl ‘addetmek değiliz. Elbette, üç yüz sahîfeyi mütecâviz olan divânında yirmi, otuz sahîfe menûs ve melûf olmadığımız teşbîhât ile mâlâmâl olabilir. Fakat zamanı i‘tibârıyla, bu sahîfelerde sâir sahâyif bedâi‘ne karışır. Merhûmun ta‘birât-ı mahsûsa ve hoş âyendesine gelince, bu ta‘bîrâtın- bir Bağdatlı şâ‘irin lisânından- nasıl bir hiss-i şevk ile telakki edileceği zevkiyât-ı edeb olanların ma‘lûmudur.
Bir kısım erbâb-ı kemâl(!) Türk’ün Fuzûlî’sini ‘Acem’in Hâfız’ına teşbîh ederler. İ‘tikâdımda hatâ etmiyorsam, bu teşbîh yanlış! Çünkü Hâfız rind olduğu halde Fuzûlî ‘âşıktır. Mestîi ‘aşkın levâzımından olsa bile, herhalde beyinlerinde bir fark vardır. Hâfız’ın divânında:
gibi ebyât ‘âşıkâne ne kadar azsa:
[12]
gibi eş‘âr-ı mestâne o kadar çoktur.
Halbuki Fuzûlî’nin eş‘ârı arasında:
Her gören ‘ayb itdi âb-ı dîde-i giryânımı
Eyledim tahkîk görmüş kimse yok cânânımı
Yahud:
Mihri yok mâhlara âh eser itmez yâ Rab
Vir bir insâf şu mihri yok olan mâhlara
gibi nagamât-ı bed-bahtâne ne kadar çoksa:
Kemâl-i hüsn virübdir şarâb-ı nâb sana
Sana helâldir ey mug-beçe şarâb sana
matla‘ı gibi figân-ı mestâne o kadar azdır.
Fuzûlî hakîmdir. Bu sözümüzü:
Olsa isti‘dâd-ı ârif kâbil-i idrâk-i vahy
Emr-i Hak isâline her zerredir bir Cebreîl
gibi âsâr-i hekîmânesi isbât eder.
Fuzûlî ‘âşıkdır. Bu da‘vâmıza da merhûmun ortada hiçbir eseri olmasa, Leylâ vü Mecnûn ‘unvânlı manzûmesi delîl olur.
Fakat- rind kelimesinin ma‘nâ-yı mahsûsasıyle- rind değildir.
[13]Leylâ vü Mecnûn dedik. Yukarıda îrâd ettiğimiz taklîd bahsi hâtırımıza geldi.
İşte eş’âr-ı ‘âliyesine e büyük şâ‘irlerimizin nazar-ı hürmet ve takdîrini celb eden Şeyh Gâlib “ Hüsn ü ‘Aşk”ını Fuzûlî’nin bu eser-i müzeyyenine nazîre olmak üzere yazdı. Bu da bir taklîd değil mi?
İhtimâl ki böyle bir hitâbe muhâtab oluruz:
_ Pekala ey muharrir! Belki Fuzûlî’den evvel, ‘Araplar, ‘Acemler Leylâ vü Mecnûn’ı, Yûsuf u Züleyhâ’yı, Hüsrev ü Şîrin’i yazmış olsunlar da Fuzûlî de bunları taklîd etmiş olsun.
Biz cevâp verelim:
_ Hayır! Hatta merhûmun rûh-ı latîfi intâk olunarak bize bu bâbda “Ben de mukallidim!” demiş olsa inanamayız. İhtimâl ki bu büyük şâ‘irin zihnine fikr-i taklîd gelmiş olsun. Fakat Leylâ vü Mecnûn taklîd olmak üzere yazılan âsârdan değildir.
_ Ya nedir?
_ Bütün göz yaşlarıdır!
_ Lakin şurasını düşünmeli: iktibâs başka, taklîd başkadır. Binânaleyh, Leylâ vü Mecnûn bütün bütün Fuzûlî’ye ‘âiddir. Bu hazîne-i kıymetdâra hiçbir ecnebî müdâhele edemez.
[14]Sinan Paşa’yı meşhûr “Zirâ‘at(tevâzu‘)-nâme”siyle- nesirde- Fuzûlî’ye tercîh edenler var. Biz bu fikirde değiliz. Zaman i‘tibârı ile “ Hadîkatü’s-Sü‘edâ” “Zirâ‘at-nâme”den daha belîğ, daha vâzıhdır. Ma‘mâfih Paşa, e‘âzım-ı üdebâmızdan ma‘dûddur. Üdebâ-yı eslâf, Fâtih zamanından beri, müşârün-ileyhin ihtiyâr ettiği üslûb-ı ifâdeye tâbi‘ olsaydı bugün edebiyatımızı daha müterakki görmek kâbil olurdu.
Sinan Paşa’nın şi‘ri o kadar güzel değil. Lakin, nesri- Fuzûlî’nin nesr-i şâ‘irânesinden sonra- pek latîf, pek hakîmânedir.
Sinan Paşa- Fuzûlî’den sonra- edebiyat-ı Osmâniye için müceddid-i sânî ’addolunabilir.
Sinan Paşa’dan sonra saha-i edebiyatta rû-nümâ olan Koçi Bey’dir.
Meşhûr lâyihası Cevdet karîhasına delâlet eder.
Şi‘irde, iktidâr-ı edebîce Fuzûlî’den sonra, Nef‘îyi kabûl etmekte ma‘zûruz. Çünkü, şi‘ir denilen bedi‘a-yı tabi‘atden, mevhibe-i fıtrattan maksad âhenk-i ifâde, üslup beyânı müşa‘şa‘, mutantan mübâlagâtı- efâ‘il ve tefâ‘ile pek üstâdâne bir sûrette- tatbîk etmekden ‘ibâret olmadığına
[15] nazaran Fuzûlî’den sonra hâtırlara Nef‘î gelmemek îcâb eder. Şi‘ir kelimesi- Husûsiyle şu son ‘asırda ister manzûm ister mensûr bulunsun- elvâh-ı tabî‘iyeyi, husûsâ ihtisâsât-ı ‘amîka-i beşeriyeyi takdîr için bil-cümle âsâr-ı edebiyeye ma‘zûf olduğundan Nef‘înin bu bâbda:
Mevlevîdir san o şâd-revân-ı ser-gerdâni kim
Hem döner hem eşkini eyler safâsından revângibi ebyât musavver-ânesi îrâd olunsa bile tenvîr ve tamîr müdde‘â edilmiş olamaz. Binân‘aleyh erbâb-ı mutâla‘anın ‘afuvvlarına sığınarak Fuzûlî’den sonra Bâkî’nin nâm-ı ‘amet ittisâmını (damga) yâd edeceğiz.
Şimdi Nef‘îye geçebiliriz. Nef‘î:
Düşde fikr eylerdim evsâfını bî-dâr olıcak
Buluram levh-i hayâlimde serâser bî-renk
Sonra tasvîr idüp âyîne-i endîşemde
Hem yazar hem tutarım nagme-i kilke âhenk beytiyle kendisini ta‘rîf idem hakîkaten yüz beyitli bir kasîdenin her beytini âhenk-dâr olarak tanzîme muvaffak olan büyük bir şâ‘irimizdir. Kasâidi parlak parlak teşbîhlerden, ‘ulvî ‘ulvî tasvirlerden hâlî değildir.
[16]Hele fahriyeleri- âhenk-i selâset nokta-i nazarından- pek hoş âyendedir.
Vâkı‘â:
O rütbe mürtefi‘dir kasr-ı bünyân-ı tevâzu‘ kim
Riyâz-ı cenneti nezzâre kâbildir zemininden
Yahud:
Hâk ol ki Hüdâ mertebeni eyleye ‘âlî
Hâk-i ser-i ‘âlemdir o kim hâk-i kademdir
gibi ebyât-ı hakîmemiz, daha doğrusu fezâil-i ahlâk-ı fahriye denilen şeyleri makdûh göstermek ister. Doğru değil mi yâ? Şimdi birisi, yolda giderken birine tesâdüf itse de “Dur Haberin var mı? Ben mu‘ciz-i beyânım. Her şey bana ilhâm olunur. Benim fikrimin okları bulutları deler.” demiş olsa, zavallı muhâtap bu bî-çâre fahriyecinin muhattalü’ş- şu‘ûr olduğuna hükmederek, boğazına sarılacağından korkmaz mı?
Lakin recâ ederiz. Pek büyük bir şâ‘irimiz tarafından ‘âlî-nazar ’unvânıyla yâd olunan Nef‘înin rütbe-i edebiyesini tenzîl etmek fikr-i sakîminde bulunduğumuza hükmolunsun, yalnız müşârün-ileyhin fahriyeye olan inhimâkini memdûh göremiyoruz.
Bunula berâber, Nef‘î fahriyesini de tatlı tatlı dinletir.
[17]bir şâ‘irdir. Tatlı tatlı dinlenmesinin sebebi şi‘rinin ahengidir. Birkaç misâl ‘arz edelim de bakınız:
Hâfız ibn-i Yemînem gazel ü kıt‘ada ger
Söylesem belki rübâ‘îde olurdum Hayyâm
Nâvek-i fimrim ider tîg-ı kazâ gibi güzer
Olsa pûlâd-ı Dımışkîden eger heft-ecrâm
Nef‘î-i tîg-ı zebânam ki zamânımda benim
Saf-şikâf-ı şu‘arâ-yı suhan-ârâ benâm
Benim ol Nef‘î-i rûşen-dil ü sâfî gevher
Feyz alır câm-ı safâ meşreb-i bî-bâkimden
Âsumân himmet umar kevkebe-i tab‘ımdan
‘Akl-ı küll ders okur endîşe-i idrâkimden
Ben bu hâletle tenezzül mü iderdim şi‘re
Neyleyim kurtulamam tab‘-ı heves-nâkimden
Bu heves böyle kalırsa dil-i tab‘ımda eger
İşidilmezse sözüm sîne-i sad-çâkimden
Ben ölürsem yine âşüfte olur halk-ı cihân
Hüsn-i ta‘bîr-i zebân-ı çemen ü hâkimden
[18] Fahriye yalnız Nef‘îde görülmüyor. Hemen her şâ‘ir fahr ediyor. Başkalarından bahs ederken, kendimi unuttum: rûz-ı fîrûz cülûs-ı hazret-i hilâfet-penâhî vesîle-i hasenesiyle tanzîm eylediğim:
Rûz-ı fîrûz-ı cülûs-ı şeh-i hurşîd-i çeşm
Eyledi çehre-i âfâkı serâser hürrem
matla‘lı kasîdede şu fahriyeler vardır:
Bir zamân lâl olan erbâb-ı sühen şimdi ider
Neşr-i enfâs-ı feyûzât-ı Mesîh-i Meryem
İşte ez-cümle bu benden de temâyüz itdi
Kıldı akrânına nisbetle bir az kesb-i kadem
Fahr idersem yaraşır sâye-i şâhânende
Çok mıdur Bâkî-i şâ‘ir ile olsam tevem
Ben ki târîh-i selâtîn-i ‘azâmı yazdım
Yazmamış kimse anı şi‘r ile benden akdem
İftihârım şu ki sâyende yetişdim ben de
‘Abd-i memlûkün olan şâ‘iri görsün ‘âlem
Pertev-i şi‘rim ile maşrıkı tenvîr itdim
Belki de magrib Allah-ı te‘âla a‘lem
Sözlerim cevher-i ilhâm-ı Hüdâdır iderim
[19] Nâm-ı Bâkîye yemîn rûh-ı Fuzûlî’ye kasem
El-hâsıl demek isterim ki: Fahriye muhassenât dönemidir, değil mi?
Yine Nef‘îye gelelim:
Nef‘înin gazelleri ‘ârifâne ve rindânedir. Bu cihetle müşârün-ileyhin:
Hâfız ibn-i Yemînem gazel-i kıt‘ada ger
demesinde hakkı vardır.
Fakat lisân-ı edeb, Nef‘înin hicviyelerini “şi‘r” ‘addetmekde ma‘zûr olur. Hiciv şi‘r değildir.
Nâbî de edebiyat-ı Osmâniyemize hizmet eyleyen şu‘arâmızdandır. Ekser eş‘ârı hakîmâne ise de, bunların içinde hakîkaten düstûr-ı hikmet ıtlâkına şâyan pek az şeyler bulunabilir.
Meşrebden bahs olunmaz ya! Biz Nâbî’nin:
Bîmâr ise de her ne kadar çeşm-i siyâhı
‘Uşşâkı perîşân idecek kudreti vardır.
gibi eş‘âr-ı ‘âşıkânesinden hoşlanırız.
***
Nedîm’i unutmaya gelmez. Bu şâ‘ir-i latîf, rikkat-i hayâl, nezâhet-i tasvirce Fuzûlî’yi âferîn-hân, Nef‘îyi hayrân eder.
[20] Ekrem Bey müşârün-ileyhi dehâ-yı üdebâmızın birincilerinden ‘addeyliyor, doğrudur. Müşârün-ileyh, Nedîm hakkında beyân-ı mütâla‘atta bulundukları sırada, Nedîm dünyadan gideli bir buçuk ‘asırdan ziyâde zaman mürûr ettiği halde mahsûl-i tabi‘at-ı nâzikânesi olan eş‘âr-ı rindânesi bu sabah toplanmış bir deste ezhâr-ı bûyâ gibi ter ü tâze durmaktadır.” buyurmuşlardır. Bununla beraber Nedîm, lâubâli meşreb bir şâ‘ir olduğundan Ekrem Bey Efendinin, Nedîm’e ‘itaf ettiği ba‘zı “açık saçık” ta‘bîrât şâ‘irlerin meşrebine bağışlanır.
Nedîm hakkında daha ziyâde ma‘lûmât almak isteyenler Reşâd Bey Efendi’ye hitâben yazdığım ve Hazine-i Fünûn ile neşrettiğim mektuba mürâca‘at buyursunlar.
***
Râgıp Paşa, şi‘ri, mu‘âmelât-ı siyâsiyeyi, hikmeti bir yerde mezc eden nevâdirdendir.
Olsak ne kadar kîse tehî nakd-i gınâdan
‘İrfân ile mahsûd-ı kirâm-ı vüzerâyız
demesi- fahriyeye haml olunmasın- doğrudur.
Miyân-ı güft-i gûda bed-meniş îhâm ider kubhın
Şecâ‘at ‘arz iderken merd-i Kıbtî sirkatin söyler
beyti bugün durûb-ı emsâldendir.
[21] Burada,
Geçse de zemm-i rakîbi hoş geçer ta‘bîrde
‘Âşıkın hakkında zâlim âh bî-pervâ yürür
beyit-i ‘âşıkânesini îrâd etmekten vaz geçemedik.
Nedîm, Râgıp Paşa gibi e‘âzım hakkındaki mütâla‘âtımızın böyle kısa kısa intihâ bulmasına erbâb-ı mutâla‘a te‘accüb edebilir. Fakat sonlarda- muhtasarca- görülecek olan “Üdebâ ve Şu‘arâyı ‘Osmâniyeden Bir Kısmı ‘ünvanlı kitapta” ve yukarıda da ‘arz eylemiş olduğumuz vechile, inşaallah tahrîri mukarrer ve musammem(kesin kararı verilmiş) bulunan mufassal bir eser o te‘accübe mahal bırakmayacaktır.
Koca Sekbânbaşıyı lisân-ı hürmetle yâd ü nâm-ı celîlini üdebâ-yı sâlife miyânına kayd ederken sonra şeyh Gâlib’e gelelim.
Şeyh Gâlib, divânında dervişâne, mutasavvıfâne irâe-i efkâr ettiği halde “Hüsn ü ‘Aşk” ‘unvânlı meşhûr neşîdesinde büsbütün başka bir meslek ihtiyâr etmiştir.
Müşârün-ileyhin nevbahâr-ı hayatında, ya‘ni yirmi bir yaşında yazdığı bu eser bir güzîde şa‘şa‘a-yı hayâl, ‘azamet-i ifâde, rikkat-i his gibi
[22] meziyyât-ı mahsûsasıyla-Fuzûlî’nin Leyla vü Mecnûn’u müstesnâ- güzîde bir eserdir.
Mi‘râciyesindeki:
Tebşîr kılup ser-veş-i a‘zam
Didi ki: “Ayâ Resûl-i ekrem
Adın kodılar burak-ı yektâ
Geldi ayagına ‘arş-ı a‘lâ
Eyle güzer ‘arş u âsumânı
Mahzûn buyurma lâ-mekânı”
Ol maksad-ı kün-fekân-ı îcâd
Fermân-ı Hüdâya oldı münkâd
Her şey olur aslına şitâbân
Çıkdı yine âsümâna Kur’ân
Çün basdı rikâba pây-ı himmet
Zeyn hânesi idi beyt-i vahdet
Ne kaldı zemîn ve ne zamâne
Mahv oldı bu turfa âşiyâne
Cûş eyledi çün muhît-i vahdet
Ma‘nâya mübeddel oldı sûret
Tâ ki görünüp harîm-i Âksâ
‘Abdiyyetin oldı sırrı peydâ
[23]
Ol sâcid olup hak oldı mescûd
Dindi bu makama gayb-ı meşhûd
Ervâh-ı resul cemâ‘at oldı
Allah bilir ne hâlet oldı
Ebyât-ı dil-nişîni-yine Fuzûlî müstesnâ- hiçbir şâ‘irin mi‘râciyesinde yoktur diye i‘tikâd ederiz.
Bunu böyle ettiğimiz gibi, ahlâfın âsârı içinde de:
Ey mâh! Uyu bu az zamandır
Çarhın sana maksadı yamandır
Zîrâ katı tünd ü bî-emândır
Lutf itmesi de velî gümândır
Zannım bu ki pek harâb olursun
Yahud:
Eyler nigehi iderse bî-dâd
‘İsâyı ‘arûs-ı mürge dâmân
Cellâd-ı nigâhı it temâşâ
‘Azrâili gör ki rûh-bahşâ
yolunda bedâi‘-i nevâdirden ma‘dûddur zannındayız.
Binân-aleyh edebiyatımızın şi‘r kısmına en ziyâde revnak-bahş olanlardan biri de Dede merhûmdur.
[24]Lisânımız, binân-aleyh edebiyatımız için en ciddi, en müfîd hizmette bulunan, ahlâfı mecbûr-ı şükrân eden ‘Âsım Efendidir. Müşârün-ileyhin en büyük hizmeti, kâmusu tercümede olan himmet-i ‘âliyyesidir. Burhân, Siyer-i Halebî tercümesi de müşârün-ileyhindir. Bu zât-ı ‘âlî için yalnız diyelim ki: ‘Âsım, e‘âzım-ı üdebânın mu‘allimlerinden olduğu halde, bir takım kıymet-i nâ-şinâsânın ilkââtıyla zarûret içinde vefât etmiştir!..
***
Gelelim ‘Âkif Paşa’ya:
Müşârün-ileyhi, hemen ekser üdebâmızın hilâf-ı zanları olarak, ‘Osmanlı edebiyatı müceddidi ‘addetmekte biraz tereddüt edeceğiz. Mademki mâzî, bir istikbâli hazırlıyor. O halde “müceddid” ‘unvânı yalnız ‘Âkif Paşa’ya münhasır olmak lazım gelmez. Bu ‘unvânı, Fuzûlî, Koçi Bey, Sekban-başı, ‘Âsım, hatta nâsir-âmiz (Çünkü şâ‘ir demeye imkan yoktur.) Kânî ve sâire beyninde paylaşmak lazım gelir. Bununla beraber, edebiyat-ı sahîhamızın en birinci “hâdim”i ‘Âkif Paşa’dır. Biz “müceddid” ‘unvânını yalnız müşârün-ileyhe hasr etmekte yine mütereddidiz. Çünkü bu ‘unvân büyük olduğu kadar mühim!
‘Âkif Paşa’nın Tabsıra’sı, hususi mektupları, hususiyle Şeyh Müştâk’a yazdığı cevap-nâme bugün bile pek güç
[25]vücûda gelir. Ma‘mâfih, yine müceddid olamaz, değil mi? Biz böyle zannediyoruz. Müşârün-ileyh “müceddid” midir, “maslah-ı lisân” mıdır, “hâdim-i edebiyat” mıdır, buralarını zevk-i edeb ashâbı tedkîk etsin.
Eğer maksûd eserse mısra‘-ı berceste kâfidir.
Mısra‘ına ittibâ‘ edenler, ‘Âkif Paşa’nın, Hafîdî için yazdığı meşhûr mersiyeyi şi‘r olmak üzere gösterebilirler. Fakat “ ‘Adem” kasidesi zannetmeyiz ki şi‘r olsun!
Pertev Paşa da “müceddid”ler meyânında zikr olunur. Bunda beis yoktur! Fakat müşârün-ileyhin ‘ulviyet-i edîbânesi, kendi yazdıklarıyla istidlâl olunmalıdır. Bazı edebî mecmu‘alarda Pertev Paşa’nın derece-i kemâline berâ‘at-i istihlâl(helal) olmak üzere meselâ Hugo’dan, yahud Jan JAn Russo’dan mütercim şi‘rler veya nesirler irâd olunuyor. Bu ise, bedâyi‘-i garîbeyi edebiyat-ı şarkıyeye karıştırmak demektir câiz olamaz. Eğer, edebiyat-ı şarkıyye, edebiyat-ı garbiyenin muktebesi ise bir şey denilemez. Halbuki öyle olmamak lazım gelir.
Bizce Pertev Paşa Edebiyat-ı ‘Osmaniye’nin hâdimlerindendir.
[26] Reşîd Paşa, Edebiyat-ı ‘Osmaniye’nin hem hâdimlerindendir, hem muşavvıklarındandır. Müşârün-ileyh, Matbu‘ât-ı ‘Osmâniye’nin ihyâsına hizmet etti.
Muşavvıktır demek kâfidir: Şinâsî Reşîd Paşa’nın sâye-i ‘irfânında yetişti.
Fuad Paşa’yı geçebiliriz. Fakat, Cevdet Paşa’yı unutmayalım. Müşârün-ileyhin şi‘ri o kadar güzel olamaz, daha doğrusu Cevdet Paşa hazretleri şâ‘ir ‘unvânıyla yâd edilmese bile târih-i mükemmeli, Kısâs-ı Enbiyâ’sı cevdet-i fikr-i devletlerinin en ‘âlî burhânıdır. Burada, gerek tarihten, gerek kıssadan misâller îrâdına lüzum görmedik. Çünkü, îrâd edeceğimiz emsâlin zevk-i âşinâ-yı edeb olanların dimâğında menkûş bulunduğunu biliriz.
Şinâsî, üslub-ı ifâdede iltizâm ettiği sâdelik, menkuhiyet-i vuzûh ile ‘Osmanlıcanın be-hakk-ı i‘tilâsına çalışmış, ve pek çok şâkird-i ‘irfân yetiştirmiştir.
***
Şinâsî’den sonra, âsâr-ı ‘âlîyesi edebiyatımıza ziynet-bahş olan e‘âzım-ı üdebâmızı burada zikr etmek arzusunda değiliz.
Zâten bununla erbâbınca ma‘lûm ve âsâr-ı edîbâneleri hakkındaki mütâla‘ât hemen ekser âsâr-ı edebiyede muharrir olduğundan bu gibi e‘âzımın âsârını
[27] tenkîd fikrinde bulunmadığımızdan yalnız Nâci Efendi merhumdan bahs ile şu medhalimize hitâm vereceğiz.
***
Edebiyat-ı ‘Osmaniye’mizin bugünkü derece-i kemâle vâsıl olmasının en büyük sebeplerinden biri de, ‘asr-ı ma‘ârif hasrı gıpta- bahşâ-yı a‘sâr-ı evvelîn olan pâdişah-ı dil-âgâh halîfe-i ma‘delet-penâh Sultan ‘Abdülhamid Hân-ı Sânî vü Gâzi Efendimiz hazretlerinin neşr-i envâr-ı ma‘ârif hakkındaki teşvîkât-ı hümâyûnlarıdır. Hakîkat! Rûz-ı fîrûz-ı cülûs-ı cenâb-ı şehriyârî terakkiyât-ı ‘askeriye ve mülkiye ve sanâ‘iyye ve edebiyye için bir subh-ı sa‘âdet olmuştur. İşte o teşvîkât-ı ma‘ârif-perverâne sâyesindedir ki eserleri ma‘lûm ve meşhûr olan yukarıki fıkrada zikri sebk eden e‘âzım-ı üdebâmız vücûda gelmiştir. Daha yakınlarda vefât eden Mu‘allim Nâci Efendi o teşvîkâtın perverdesidir. İsti‘dâd Hudâdâdinin tamamıyla münbasıt olmaya başladığı bir sırada:
Seyr eyle sırr-ı sebzimi gelsün de bahârım
Hâk-i siyeh içre kalacak dânemiyem ben
Şikâyetinde bulunan merhûm, der-sa‘âdete geldiği vakit, ‘atûfetlü Ahmed Midhat Efendi hazretleri tarafından mazhar-ı ihtirâm olarak, Tercümân-ı Hakîkat cerîdesinin kısm-ı edebiyesi muharrirliği
[28] ‘uhde-i edîbânesine teveddi‘ olundu. Müşârün-ileyhin intikâdât ve mütâla‘atıyle erbâb-ı şebâb hârikul‘âde bir sûrette müstefîd olmaya başladı.
Bu müstefîdlerden biri de bendenizim. Eskiden beri şi‘re bir meyl-i mahsûsam vardı. Eğer şi‘r ile fahr etmek bir meziyet ise, diyebilirim ki:
“Şâ‘ir şâ‘ir doğer anadan”
“Âsârı görünür ibtidâdan”
Beytinin mazmununca, hayâtın beşinci, yahud altıncı senesinde bedâi‘-i tabi‘ata karşı müte’essir olurdum. Fikrimce, her şâ‘irde böyle olur. Mübalağayı, nesirde hiç iltizâm etmem. Binâen‘aleyh i‘timâd ediniz. Doğru söylüyorum. Hiç unutamam: Sofya’da idik, altı yaşında idim. Galiba bir yere davetli bulunuyorduk. Bir cem‘iyet-i mûsikiye, icrâ-yı âhenk ediyordu. Bu cem‘iyet-i mûsikiye içinde birisinin tebessümü beni cezb etti. Gitmişim, onun yanında oturmuşum. Bunu biliyorum.
Daha küçük idim. Beyrut’ta oturduğumuz barok mermerle döşenmiş salonunun mülevven, müzeyyen tavanında, muktedir bir nakkaş tarafından tüller içinde, al yanaklı bir kız resm olunmuştu. Elindeki portakalı atacak gibi tutuyordu. Bunu “Küçük Gelin” de de yazdım. Benim o tasvire sa‘atlerce baktığım zaman olurdu.
[29] Âh! Daha küçüktüm. Şam’da bulunuyordum. ‘Ali Ağa namında bir uşağımız vardı. Dört yaşındaki kızı Emine bazen bize gelirdi. O ‘avdet ederken, haykırırdım.
Erzincan’da on iki yaşında idim. Bazı geceler hüngür hüngür ağladığımı bilirim. Halbuki henüz şebâbete dâhil olmamıştım.
Uzatmayalım, bütün bu haller istikbâl için bir heves-kâr-ı şi‘r yetiştirmiş. O da ben oluyorum. Vallahi haberim yoktu.
‘Âşık Kerem, ‘Âşık Garip, Tâhir ile Zühre hikâyeleri, hususan ‘Âşık Ömer Divanı hemen ezberimde idi. Garip değil mi? Nef‘înin:
“Hemân bir ol kadar vardır ki mevzûn ü mukaffâdır”
mısra‘ına, mâ-sadak olan sözlerim, bizim elvan kağıtlardan yapılan cildi meşinli mecmu‘aya- fakat imlâya ri‘âyet olunmaksızın- kaydolunurdu. Bu mecmu‘ayı, hala arasam, belki evrâk-ı perişan arasında bulurum. Bu daha tuhaf değil mi? ‘Aruz okumamıştım.
Lakin benim şâ‘iriyetim ne garip, ne de tuhaftır. Tabi‘at ‘aruz okumaklığıma hâcet-i mess ettirmemiş. Bugün bir fenn-i ‘azîm olan intifâlât-ı irsiye bahsini her cihete tatbik etmek kâbil olduğuna
[30] göre, meselâ mütevverim, yahud sırâceli bir vâlideden müteverrim, yahud sırâceli bir çocuk doğması kâbil olduğu gibi, şâ‘ir olan bir babadan da bir şâ‘irin tevellüdü muhakkaktır.
Binân-aleyh pederim şâ‘irdir. Hem şâ‘irlerin, hakîmâne şi‘r yazan kısmına mensûptur. Demek ki intikâlât-ı hissiye ve hayâliye beni şâ‘ir etmiştir. Bundan, on beş sene evvel söylediğim gazeliyâtın ekseri, pederimin nazar-ı tashîhinden geçen âsârdandır. Geçelim:
Benim için, ikinci mürebbi Nâci Efendi oldu. Bazen mülâyimâne, bazen şiddetkârâne beyân-ı mütâla‘aya başladı. Bunlardan bir misâl ‘arz etmekliğim lazımdır:
Her ne dem kim göz ucundan kanlı müjgânın çıkar
Urma destin sîneme sînemde peykânın çıkar
Sanma şebnem ey dil-i giryân berg-i goncede
Her çemenden zerre zerre eşk-i hicrânın çıkar
Tâ süveydâ-yı dil-i bî-mâra ey cellâd-ı cân
Öz elinle urdugın şemşîr-i berrânın çıkar
Muntazar ol reh-güzârında hemân teşrîfine
Muhtemel ey ‘âşık-ı üftâde cânânın çıkar
Bir gül-i gülzâr içün sad âhlar itdin Celâl
Subha dek gülşende bülbüllerle efgânın çıkar
Jandarma Dairesine Mensup Celâl
[31]
“Tercümân-ı Hakîkat”
(Sad âhlar) yerine (sad âh) denilebilmiş olaydı şîve-i lisân gözetilmiş olurdu.
***
İşte bu bir taltîftir. Ben merhûmun yerinde olsaydım, “kanlı müjgân”nın ne demek olduğunu sorardım.
Elhâsıl Mu‘allim Nâci şâ‘ir, hakîkaten münkad bir edip olarak, edebiyatımızı a‘lâya sâ‘i olmuş ve pâdişâh-ı kadir-şinâs Efendimiz hazretlerinin sâye-i hümâyunlarında “Tarih-nüvîs-i Âl-i ‘Osman” ‘unvân-ı celîline mazhariyetle kâm-yâb olan dâhilerimizden bulunmuştur.
Vefât ettiği zaman bil-irâde-i seniye cennet-mekân Sultân Mahmûd Hân hazretlerinin türbe-i şerîfesine defn olunmuştur ki bu da şehenşâh-ı ‘adâlet-penâh efendimiz hazretlerinin Nâci’ye ibzâl buyurdukları iltifât-ı hilâfet-penâhînin mukaddes bir nişânesidir.
[32]
İkinci Kısım
EDEBİYAT
[33]
EDEBİYAT
Fenn-i edeb bir ma‘rifettir, ki insana haslet-âmûz-ı edeb olduğu için edeb ve sâhibi edîb tesmiye kılınmıştır.
Şinâsi
Edebiyat mahsûlât-ı efkârın, yani insanın düşünüp düşünüp de yazdığı yazıların hepsine şâmil olması lâzım gelir. Her nev‘-i mahsûlât-ı fikriyeyi, yani insanın düşünüp düşünüp de yazdığı yazıları bir intizâm tahtına alacak şey edebiyattır.
[34] Efkar
Efkârın umûmiyet ve husûsiyet üzere, bazı meziyetlere mâlik olması lazımdır.
Her fikirde mevcut olması lazım gelen meziyetler şunlardır:
Hakîkat
Selâmet
Vuzûh
intizâm
Husûs, yani efkârın bazılarında bulunacak olan meziyetler dahi bunlardır:
Sâdelik
Sâde-dilânelik
İncelik
Şiddet
Parlaklık
‘Ulviyet
şimdi ‘umûmi efkârın meziyâtından olan hakîkat, selâmet, vuzûh, intizâm, sâdelik, sâde-dilânelik, incelik, şiddet, parlaklık, ‘ulviyet kelimelerinin delâlet ettikleri ma‘nâyı zîrde(altta) beyan edeceğiz.
[35]
Fikir
Edebiyatı anlamak, husûsiyle anlatmak için fikir lazımdır. O halde, fikrin ne demek olduğunu da anlayalım:
Gerek lakırdı söylerken, gerek yazarken zihnimize en evvel gelen şeye fikir deriz. Fikir olmayınca, yazacağımızın da, söyleyeceğimizin de ehemmiyeti yoktur.
***
Zihin
Bir de zihni tarif edelim:
Zihin o kuvvettir, ki bütün anladığımız şeyleri onun vâsıtasıyla anlarız. Zihnin hizmeti, bizde birçok efkâr ve mülâhazât hâsıl etmekten ‘ibârettir. Mesela, şöyle bir ‘ibâre yazarız:
Çalışmayan çocuklar, dâimâ mahcûp olur!
İşte, bu zihnimize geldiği vakit bir fikir olur. Halbuki bu fikri hâsıl eden zihindir.
Fikir sâlimdir- Eğer hâvî olduğu şeye muvâfakat-ı tâmesi bulunursa, bu halde, fikirde selâmet, hakîkatten daha faydalıdır.
[36]
Misâl:
Hak yol aramak vâcibdir ‘akl-ı selîme
Tevfîkini isterse Hüdâ rehber eyler
Fikir-i vâzıhtır- eğer ‘arz ettiği şeyi mu‘ayyen ve musarrah olarak, irâe ederse. Misâl:
Ziyâ-yı ‘akl ile tefrîk-i hüsn ü kubh olunur
Ki nûr-ı mihrden elvânı eyleyen teşhîr
Efkârın intizâmına gelince: Bu da hakîkat ve tabi‘atın ve aralarındaki münâsebetin muntazam bir halde bulunmasıyla hâsıl olur.
***
Efkârın Meziyyât-ı Husûsiyesi
Sâdelik- zihinde kolaylıkla hâsıl olan ve pek açık, yani herkesin anlayacağı surette zuhûra gelen fikre “sâde” denilir.
Misâl:
Satranç oyunu pek kadîm ve dünyanın her tarafında müte‘âriftir ve îcâdı rivâyât-ı tarihiyyeden mukaddemdir öteden beri İran ve Hindistan
[37]
ve Çin’de ve Asya’nın diğer memâlik-i mütemendinesinde eğlenceye medâr olmuştur.
Münif Paşa
Bazen sâdelik içinde pek ehemmiyetli ve tabî‘i fikirler vardır.
Misâl:
“Hep gördüğümüz gibi yazmakta ne terakki olabilir? Biraz da düşündüğümüz gibi yazmalıyız. İnsan hemen görmeğe değil, göstermeğe de müste‘iddir.”
Sâde-dilânelelik- sâde-dilânelik, zâhirde safderunluktan ‘ibâret gibi görünür. Fakat dikkat olunursa, bir ta‘rifi, bir kinâyeyi mütezammın olduğu anlaşılır.
İncelik- incelik, öyle efkâra denilir, ki ilk nazarda anlaşılan ma‘nâdan daha başka bir ma‘nâsı olabilsin.
Misâl: “Hakâret reddolunur.”
Şiddet- efkârda şiddet, bir şeyi ‘azametli ve mübâlağalı göstermekten ‘ibârettir.
Şiddet-i efkâr yalnız, yazı yazarken, ifrât, yahut mübâlağa etmekle husûle gelir zannolunmasın celâdet gibi bazı hissiyât-ı şedîdenin sevkiyle gayr-ı ihtiyâri olarak, izhâr olunur.
[38]
Misâl:
Temkîni virüp cünûna almış
Deryâ yine ıztırâba dalmış
Olmuş geçerek sükûn zamânı
Her dalgası bin cünûn cihânı
Giydirmede rüzgâr-ı pür-fen
Her dalgaya bir kabâ köpükden
Sâhil görünür mi korkusundan
Gizlendi bu dalga ordusundan
Deryâ beni eyle bir temâşâ
Senden ide hükmi yemm tehâşâ
Dîvâne misin hazer mi eyler
Senden bu şenâver-i dilâver
Şiddetle atıl da kast-ı cân it
Keştîyi batır da imtihân it
Seyr eyle olur mı yemm hirâsân
Korkar mı imiş ölümden insân
İfnâ ile rûh korkudulmaz
Tûfân ile Nûh korkudulmaz
Râhat durulur mı böyle cânla
Çarpışmalı yemm böyle cihânla
Merhûm Mu‘allim Nâci
[39] Parlaklık-parlaklık, ekseriyetle latîf ve ‘ulvî tasvîrâtı ta‘kîp eder.
Misâl:
“…. iki üç dakika geçer geçmez ağaçlardan, çiçeklerden, dağlardan, taşlardan, yerlerden, göklerden nûr akmağa başladı. Yapraklar televvünde birer ebr-i seherden, meyveler itima‘da birer necm-i münevverden nişân verirdi.”
***
Yazmak
Yazı yazarken, her şeyden evvel hissiyâtımıza tabi‘îdir. Böyle olmaz ise, yazdığımız eserin kulûb-ı beşeriye üzerinde bir tesîr hâsıl edeceğine i‘timâd edemeyiz. Fikr-i selîm ile düşündüğümüz şeyleri kâğıda âks ettirdiğimiz zaman, buna hakîkaten (lisân-ı kalb) diyebiliriz. Hissiyât-ı kalbiye ca‘lî olamaz, ca‘lî olursa, ona hissiyât-ı kalbiye diyemeyiz! Zira hissiyat-ı hakîkiye ona derler, ki mehd-i zuhûru olan kalbi müteessir eylediği gibi, başka kalpleri de müteessir eyleyebilsin!
Hissin ca‘lî (yapmacık) olup olmadığını kendi hissimizle de temyîz
[40] ederiz: Bir söz, ki kalbimizde tesîr hâsıl eder, o, hissiyât-ı hakîkiyeyi hâvîdir, kalbimizi müteessir etmeyen âsâr-ı edebiye, hissiyât-ı hakîkiyeden mahrûmdur.
Sâde, müzeyyen, ‘âlî gibi üslûb-ı sülüseden her hangisi intihâb olunur ise o yolda yazı yazmak muvaffakiyetini temîn eder, fakat, yazı yazarken, düşünülmesi, îcâb eden kavâ‘id-i edebiyyeyi sencîde-i mîzân-ı tetkîk eylemeden evvel, hissiyâtı doğrudan doğruya bir kâğıda ‘aks ettirip sonradan kavâ‘id-i edebiyye yanlışlarını gözden geçirmek, muvaffakiyetini daha ziyâde temîn etmiş olur! Çünkü, bir mektup yazarken bir taraftan üslûb-ı ifâdeyi, diğer cihetten kavâ‘idi, bir yandan da imlâyı düşünmek kaydı ihtimâl, ki hissiyât-ı kuvve-i hakîkiyesini zâyi‘ eder!
***
Hissiyât
Edebiyat, ta‘bîr-i âharla kitap için, hissiyât lazımdır. Hissiyât-ı hisler, duygular demektir.
Meselâ, bir çocuk pederini, vâlidesini- tahsîl sebebiyle- bırakarak, mektebe girmiştir. Oğlu olmak hasebiyle, bir taraftan
[41]derse, ‘atf-ı nazar ehemmiyet eder, bir taraftan da vâlidesini, pederini düşünürken, müteessir olur. Bu cihetle, tesîrini bir mektup ile ‘âilesine bildirmek ister, o vakit, eline kalemi alıp da, “Vücûdum elhamdülillah sıhhat ve ‘âfiyettedir. Hasret ve iştiyâkınızdan başka bir kederim yoktur.” ‘ibâresini yazarsa, bu bir vâlideyi müteessir etse bile, ‘umûmiyet ‘âlemine hiç tesîr hâsıl edemez, çünkü, ca‘lîdir, ca‘lî, ve hissiyât-ı kalbiyeden berî olduğunu kalplerde bir tesîr edememesiyle isbât ederler, fakat bu ‘ibârenin yerine “ Anacığım! Derslerime çalıştığım nispette de sizi düşünüyorum, bazen uyduğum vakit, rüyamda bana güldüğünüzü görü gibi, oluyorum, hatta, yine rüyada uyandığım zaman sizi her vakitki gibi, pencere başında, minder üstünde iplik eğirmekle meşgul bulacağımı zannediyorum, sonra gözlerimi açıyorum, bizim odayı, sizi göremiyorum, gönlüme mahzûnluk geliyor!” yolunda, hissiyât-ı ma‘sûmâneyi okşayacak bir söz yazılırsa, müteessir olup, yazdığınızı herkes- okurken müteessir olduğu için- anlar.
Hissiyât- size tesîr eden bir kederi, yahud bir safâyı başkalarına da tesîr ettirmek hassasına mâlik olduğundan dolayı- edebiyat ve kitâbet için, her halde zikre şâyandır.
Bir hakîkati beyan etmek a‘lâ olduğu gibi, onu câlib-i nazm bir sûrette göstermek ‘aliyyül-a‘lâdır. Fakat yalnız iyiyi, fenâyı
[42] tanıtmak kifâyet etmez. İyiyi sevdirmek, fenâdan nefret ettirmek lâzımdır, ki bu da hisse ‘âit bir vazîfedir.
Hissiyât-ı hakîki ve tabî‘i olmalıdır. Hakîki ve tabî‘i olmazsa hâiz-i i‘tibâr olamaz.
***
Hissiyât-ı Hakîkiye
Hissiyât hakîkidir, eğer ca‘lî ve gösteriş için olmazsa. Ca‘lî ve gösteriş için olmayan hissiyât sezen haberiniz olmadan kalbinizden doğar.
Misâl:
“Elim ermez, ki boynuna sarılayım, şu mektubu yazarken gözlerimi görmekten berî edecek bir hâle getiren yaşları yüzüne, göğsüne dökeyim de böyle bî-insâfâne bir tekdîrden ne kadar müteessir olduğumu, kardeşliğinin vicdânımda ne derece kıymet-dâr bulunduğunu göz yaşıyla olsun gönlüne nakş edeyim!”
[43]
Hissiyât-ı Tabî‘iyye
Hissiyât-ı tabî‘iyyedir, eğer ‘akl ve hareketin tecvîz ettiği dereceyi tecâvüz etmez ve mübâlağadan berî bulunursa.
Misâl:
Söyle yavrum eyleyim şâd-âb giryem hâkini
Hangi toprakdır senin örten vücûd-ı pâkini
Ekrem –Zemzeme
***
Hissiyâtın Envâ‘-ı Muhtelifesi
Hissiyât dahi efkâr gibi bir takım envâ‘a ayrılır
1- Hissiyât-ı Sâde-dilâne
2- Hissiyât-ı Rakîka
3- Hissiyât-ı Müheyyice(Heyecanlandıran)
4- Hissiyât-ı ‘Âliye
***
Hissiyât-ı Sâde-dilâne
Hissiyât sâde-dilâne olur, eğer içinde çocukça haller, sâf-derûnluk, lâubâliyânelik gibi şeyler bulunursa.
[44]
Misâl:
Oyna gülüp de, âgûş-ı mâdere ilticâ eden bir çocuğun korka korka vâlidesine: “ Anneciğim! Mektepten gelirken üstüme bir köpek yürüdü, koştum, o da arkamdan koştu, sonra bağırdı, ben de agladım!”demesi gibi.
***
Hissiyât-ı Rakîka
Hissiyât rakîk olur. Eğer gizli ve tatlı bir letâfetle kalbimize tesîr ederse.
Misâl:
Muhtazır nev-resîde bir şâ‘ir
Bin güzel söz bulup hayâlinde
Yazamaz nutka da değil kâdir
Ne hazîndir anın bu hâlinde
O bakış çeşm-i zî-meâlinde
O güneş rûy-ı infi‘âlinde
Bu da bir şi‘r-i mübkî-i diger
[45]
Diğer misâl:
‘Acabâ bülbüle ne hâl olmuş?
Derd-i hasretle bî-mecâl olmuş?
Ağlamış çeşm-i zârı nâl olmuş.
Yoksa hâlâ bahâr gelmedi mi?
Refîk Bey
***
Hissiyât-ı Müheyyice
Hissiyât müheyyic yani heyecanlı olur, eğer kalplerimizde şiddetli halecânlar hâsıl eder, ve gözlerimizden yaş getirecek kadar rikkatimize, merhametimize dokunursa.
Misâl:
“Bir pederin vefât etmiş kızı için söylediği bu sözler gibi:”
Zavallı kızım! Gözlerim senin için kan ağlıyor! Yüzünü gözlerini, dudaklarını yâd ettikçe gözlerimden yaşlar dökülüyor! Âh!.. sana ne rûhânî ve ne cismânî bir çâre bulabilirim! Senin derdine karşı dermanlar da ağlasınlar! Yavrum! Sen cennette güller gibi gez! Baban mezârının başı ucunda ağlamaya mahkûmdur!..
***
[46]
Hissiyât-ı ‘Âlîye
Hissiyât ‘âlî olur, eğer gönlümüze hayret ve ‘ulviyetle tesîr eylerse.
Misâl:
Merhabâ, ey tenhâ harâbe-zârlar! Issız duvarlar! Ben sizden istimdâd eder ve selâm ve münâcâtımı size ‘arz eylerim, evet, manzaranız enzâr-ı ‘âmmeye bir dehşet hafiye îrâs ederse de benim kalbim sizin temâşânızdan ihsân-ı ‘amîka ve efkâr-ı ‘âliye iktisâb ile inşirâh bulur.
Volnei- Mütercimi Âyetullah
Diger misâl:
“Ey cism-i latîf hâba râm ol
Âsûde-i zulmet garâm ol
Rûhun gibi mâil hırâm ol
Zîb-âver-i menzil merâm ol”
***
Üslûp
Üslup demek herkesin efkârını ta‘bîr ve ta‘rîfteki tarz-ı
[47]mahsûsadır herkesin üslûp, yâhut tarz-ı ifâdesi ise efkâr ve mülâhazâtının kalbidir.
Güzel yazmak, iyi düşünmek, iyi hissetmek, iyi ifâde etmekten ‘ibârettir. İyi düşünmek yazacağımız bir maddenin hiçbir tarafında anlaşılmaz, şüpheli bir nokta bırakmamaktır. Şurası güzelce hâtır-ı nişâneniz olsun, ki bir şey ne kadar iyi anlaşılırsa o kadar açık ifâde olunur. İyi düşünen insanın zihnine yazacağı lügat ve ta‘bîrât da pek kolaylıkla gelir.
***
Za‘f-ı Telîf
Za‘f-ı telîf demek, yazacağımız sözleri- fakat, iktidarsızlıktan dolayı- müşevveş, yahut tabî‘atı ihlâl ederek veya ma‘nâca şümûl-i peydâ eyleyecek derecede yazmaklığımız cihetiyle hâsıl olan münâsebetsizlik demektir.
Misâl:
Vârid olan şükkanızda gönderildiği beyân olunan konuya zaptiye alayı dördüncü taburunun yevmiye jurnalleri…
Şimdi şu misâlde gönderilen alay mıdır yoksa tabur mudur
[48] yoksa, taburun yevmiye jurnalleri midir. Bu kemâl-i vuzûh ile âşikâr olmadığından dolayı ‘ibâre za‘f-ı telîfe uğramıştır.
Ta‘kîd (Muğlak İfade)
Lügatçe, ziyâde düğümlemek ma‘nâsınadır. Fesâheten yazacağımız kelâmın ma‘nâ-yı maksûda tamamıyla benzememesidir.
Misâl:
Bir müddetten beri terk-i câme-i hayat eden erbâb-ı sühandan ekserînin eserleri kadrini bilmeyen veyahut mesâlik eslâfa mu‘ârız olan nûr-ı seyyid-i kân ellerine geçip de izâ‘a edilmekten mi her ne vech ile ise zuhûr etmemekte olmakla (mâ-ba‘d-ı hayât) hüsn-i zan ve i‘kâddan sâkıt oldu.
‘İrfan Paşa
Bu misâlde gördüğümüz “ Mâ-ba‘d-ı hayât” ta‘bîri- vefâtından sonraki hâl- takdîrinde ise de ta‘bîrdeki mutâbakatsızlık ifâdeyi ta‘kîde düşürmüştür.
Garâbet
Garâbet denilen şey vahşî ve sem‘imize hoş gelmeyen
[49] ve kendileriyle ünsiyet hâsıl olmayan lügat ve ta‘bîrât isti‘mâlinden hâsıl olur.
Edebiyat-ı Cedîdemizden mehcûr olan ‘Arabî, Fârisî, Türkçe elfâz ve ta‘bîrâtı isti‘mâl etmek garâbete sebebiyet verir.
Bu dediğimiz ta‘bîrâttan bazı misâl:
İslemek- buncılayın- dolunmak- kalubdur- hemânâ- pes- irte- kaçan- kanı- kamu.
Nesne- kimesne- gerekmez- gidende- herçend.
‘Ulûm ve fünûna mahsûs ıstılâhât-ı garâbeti mûcib olur.
Vâkı‘â âsâr-ı edebiyede ıstılâhât-ı ‘ilmiye kullanılır, eğer münâsebet düşer veya fikri îzâha medâr olacağı anlaşılır veyahut medlûlünü başka bir ta‘bîr ile anlatmak kâbil olmazsa.
Misâl:
“Muhârebe ise zamanımızda olduğu gibi esbâb-ı tahrîpten değil istirkâm ve iğtinâm kâ‘idesinin fâidesi ve nüfûs ve servetçe tabî‘i olan muzarâtına cebr-i mâfân sûretiyle belki (fâiz-i mürekkeb) nispetiyle mukâbele ettiği için, ma‘mûriyet-i memleketin en büyük vesâitinden biri idi.”
‘Osmanlıca ecnebî lügatlerinin isti‘mâli bâ‘is-i garâbettir:
[50]
Misâl:
“Lakda, Koskadda anınla randevular var idi!”
esâmî ve ıstılahât-ı mürekkebenin Türkçeden ‘Arabî ve Fârisî’ye ve bunlardan Türkçeye harfiyen tercümesine kalkışmak bütün bütün garâbetten ‘ibârettir.
(Yüzbaşı- sersad) (Balyemez- ‘asel nemîhorde) (Zeytinburnu- enfüz-zeytûn) gibi.
Kesret-i Tekrâr
Kesret-i tekrar bir lafzın bir ‘ibâre veya bir fıkrada dikkatsizlik eseri olarak defa‘ât ile edilmesine denir.
Misâl:
Kesret-i tekrar, şiddet-i tesîr için ise, bir kelime iktizâsına göre dört beş def‘a tekrar olunabilir, ki fesâhati ihlâl etmek şöyle dursun bil‘akis tezyînât-ı üslûpdan ma‘dûddur.
[51]
Tenâfür
Tenâfür, söz söylerken, lisâna, az çok su‘ûbet(zorluk) veren bir keyfiyettir.
Bundan sem‘ ü tabî‘at dahi teneffür eder.
Kelimede tenâfür, hurûf-ı mürekkebesinin sadâları imtizâc edememesinden hâsıl olur. (isti‘dâdât) (selâsetsizlik) gibi.
Kelâmda ise sesleri bir biriyle çarpışacak kadar mütebâyin veyahut fark olunamayacak sûrette mütekârib olan kelimâtın bir cümle içinde yan yana veyahut bir biriyle pek yakın tesâdüf etmesinden neşet eder.
Misâl:
Bu şeb-i ferhundede mâhîyeden şehzâdede
Seyr iderler resm-i tıg-ı zülfikâr-ı Haydarı
Çelebi-zâde ‘Âsım Efendi
Beyti- dede- den- dede- elfâzının birisinden ta‘kîp etmesinden dolayı nakîsedar kalmaktan hâlî değildir.
Diğer misâl:
Kırık küp, kırkı da kulpu kırık küp!
[52]
Şiveye Mugâyeret (Uyuşmazlık)
Şiveye mugâyeret demek, hiç kimsenin ihtiyâr etmediği bir usulde telif-i kelâm etmek demektir. (Siz dersinize çalışırsanız, o zamanki akrânınız içinde tekdîr olunursanız.) gibi.
İmlâsızlık
(t-ṭ) ve (ẟ-s-ṣ) ve (ḥ-ḫ-h) ve (d-ḍ) ve (ẕ-z-ẓ) ve (ẓ-ḍ) ve (‘- y) harflerini telaffuzda hemen ‘umûmen tefrîk etmediklerinden, bu hal bir takım imlâ yanlışlıklarına sebebiyet veriyor. Bu müşkülâtı def‘ etmek için, lügatçe meleke tahsîline gayret etmelidir. Nakâyıs-ı edebiye bahsi burada bitti.
Vuzûh
Vuzûh bir hassa-i celîledir, hizmeti, bir kelâmdan maksûd olan ma‘nâyı derhâl anlatmaktır.
Vuzûh için, nesre misâl:
Hasan Efendi birinci derecede güzel düşünmekle ve ikinci
[53] derecede güzel düşünüp de güzel yazanların âsârını numûne toplamakla müyesser olur.
Ebuzziya Tevfik- Numûne-i Edebiye
Diğer misâl:
“ Velhâsıl şi‘r-i tabî‘i odur ki şâ‘ir cüzi bir mülâhaza üzerine kalemi eline alıp, irticâlen kırk elli beyit nazm edebilmeli.”
Şi‘re misâl:
Var kendi odamda bir kanaryam
Ama ne güzel kanarya görsen
Dildâde eder seni görürsen
Bir murg-ı latîfdir kanaryam
Bülbül gibi eyliyor tegannî
Pür zevk ü neşât ider cinânı
‘Ali ‘ulvî- Gelişi Güzel
Tabî‘iyet
Tabî‘iyet, demek efkar ve hissiyâtı zînet-i câ‘liyeden berî olarak, gâyet serbestâne bir sûrette teklifsizce beyân etmekten ‘ibârettir.
Nesre misâl:
Benim canımdan ‘aziz olan vâlideciğim efendim!
[54]Geçenki aldığım mektubunuzda bir yıldan beri hasta olduğunuzu bildirmiş idiniz; öyle ise, efendim, niçin bu zamana kadar bildirmediniz?..
Şinâsî- Numûne-i Edebiye
Tabî‘iyet üzere meydana gelen âsârın, inşâdı bazılarına göre pek kolay görünür, lakin güçtür. Güç olduğu için, o nev‘i âsâra (sehl-i mümteni‘) ta‘bîr ederler.
Şi‘re misâl:
Ey dag başı ey makâm-ı mes‘ûd
Ey merkez-i ins-i vahşet-âlûd
Her manzara-i nazar-firîbin
Bir cennetidir dil-i garîbin
Sensin yine ey müşerrefül-ferş
Cennetlerin ortasında bir ‘arş
Elvân-ı hafîfe tâk-ber-tâk
Bir mevceli nûr içinde âfâk
Sathîce bakanlar aldanırlar
Dağ parçaların bulut sanırlar
[55]
Olmuş kavuşunca rüzgâra
Ebr-i seherî hezâr pâre
Merhum : Mu‘allim Nâci
Münakkahiyet (Seçilmişlik)
Bazı uzun sözler olur, ki merdûddur. Çünkü, iki kelime ile daha beliğ anlatılması mümkün olan maksadı, bir çok sözlerle anlatmaya kalkışmak kitâbet ve edebiyatça bir nâkısa ‘addolunabilir. Bazı kısa sözler olur, ki makbuldür. Çünkü, büyük bir merâmı küçük bir cümle ile anlatmak mahâret-i edebiyeden neşet eder.
İşte, münakkahiyet dediğimiz şey merdûd olan uzun söz ile makbul olan kısa söz beyninde bir üslûb-ı mahsûsadır.
Nesre misâl:
“ ‘Atâlet-i mevtin küçük kardeşi, sefâhet-i hayâtın büyük düşmanıdır.”
Münakkah olan usûl-i ifâde teyînât-ı edebiyeden hâlî bulunmak iktizâ etmez. Fakat o misillü ifâdelerde vuzûhun gayb olmamasına dikkat etmek lazımdır.”
[56]
Şi‘re misâl:
“Geldi beden-i za‘îfe kuvvet
Oldı yürümekde başka ‘âdet
Yerlerde sürünme vakti geçdi
Doğruldı semâya doğru kâmet
Mahvoldı beşik bebek salıncak
Eğlenceye zevke geldi nevbet
Yanımdaki dâyeler iderdi
Her hâlime iri iri dikkat
Ama yine kendi ‘âlemimde
Mahsûs idi kendime hükûmet
Rüyâ gibi geçse de çocukluk
Birdir göze hâb ile hakîkat
Hâlâ o zamâna tâlibim ben
Döndürmeye ‘ömrü olsa kudret
Etrâfımı seyreder sanırdım
İnsanı melek cihânı cennet
Derdi yine muttasıl başımda
Ammâ ki o hâtif-i hidâyet
Yüksel! Ki boyun kadar kalırsın
Sa‘y eyle ki bî-hüner kalırsın”
[57]
Kısa söz bahsine gelince, bu iki nev‘dir: birine îcâz-ı kasr derler, az kelime ile çok ma‘nâ ifade etmektir.
Misâl:
Sayalım fırsat ganîmettir!
Reşad Bey
Îcâzın ikinci nev‘i îcâz-ı hazfdır, sözün bazı cüzünü terk etmek demektir.
Îcâzın her iki nev‘i de durûb-ı emsâlde, mülâhazât-ı hikemiyede yakışır.
Birkaç misâl:
Durûb-ı Emsâlden
Azıcık aşım, ağrısız başım.
*
Her safânın bir cefâsı…
*
Garaz, marazdır.
*
Sâbit olan nâbit olur.
[58]
*
Her yeni lezizdir.
Mülâhzât-ı Hikemiyeden
Şükr-i ni‘met dahi bir nimettir.
‘İzzet Molla
Düşman-ı nefs ile sulh etme sakın.
velehu
Haset bir ma‘nevî ta‘rîzdir eltâf-ı Mevlâya.
velehu
İyi ölmek fenâ yaşamaktan efdâldir.
Şaron
Âheng-i ‘Umûmî
Âheng-i ‘umûmî, kelimâtın intihâb ve tanzîminden ve ‘ibârâtın hüsn-i telîfinden husûle gelir.
Vuzûh ve ma‘na müsâ‘id olduğu halde lafzen sem‘e latîf
[59]gelen ve tenâfürden berî bulunan kelimât intihâb etmek, aheng-i ‘umûmîce elzem olan (intihâb-ı kelîmât) hâssesini vücûda getirir.
Tanzîm-i kelîmât ve âheng-i ‘umûmiye ri‘âyet edilmek istenirse, âtîde beyân ettiğimiz altı şeye ri‘âyetle etmelidir.
1- Birer heceden ‘ibâret olan sadâları imtizâc etmeyen kelîmâtın bir ‘ibârede ecmâ‘ine meydân vermemelidir.
Misâl:
Hâk-i pâye bir rikâb ihdâsı nâçiz ise de
Kılma red kır anı vir yâ al bagışla bir kula
Şimdi, bu beyitte mısra‘-ı sâniyi teşkil eden ( red –kabul –vir- yâ- al) lafızları birer heceden ‘ibâret ve sadâları gayrı mümtezic olduğu için ahenksizliğe sebep olmuştur.
2- Bir ‘ibâre içinde bir harfe mahsûs olan sadânın te‘âkip zuhûrunu men‘ etmelidir. Âtide münderic beyitte bir harfe mahsûs olan sadâlar bir birini ta‘kîp ettiğinden şi‘rin âhenksizliğine sebebiyet vermiştir:
Sürûr-ı sa‘d u sâmân ü selâmet sebze zâr u sûz
Olma ma‘cûn-ı heft icrâ konup sükker efendiye
3- Lüzumsuz yere kesret-i tekrara düşmemelidir. Nâbî’nin âtideki beytindeki (geh) (gâh) lafızlarının tekrarı âheng-i beyânı ihlâl ediyor:
[60]
Levh oldı gehî vü gâh hâtem
Geh gördi sürûr vü gâh mâtem
Geh başa çıkup geh oldı pâmâl
Gâh oldı külâh vü gâh halhal
Geh kıble-nümâ geh oldı sâ‘at
Gâh oldı rikâb ü raht-ı devlet
Geh micmer olup geh âfitâba
Geh âteşe girdi gâh âba
4- Edât ü ef‘âlin kesret-i isti‘mâlinden içtinâb etmelidir. Buna ‘adem-i dikkatten tertip eden âhenksizliğe misâl:
Lakin ol ta‘men ‘âdî su zan olunur ise de (zâtında) bayağı su (olmayup) devâ nev‘inden (mâverâün-nehrle) cebel-i Cürcâniyun ta‘bir olunur. Câluz yatağı cebel-i kebîr (Şâhkande) bir ber‘amîkin (ka‘rında) bir mutalsam…
‘Âkif Paşa
5- Tetâbu‘ (peş peşe) izâfete meydan vermemelidir. Âhengin tetâbu‘ izâfetle mahv olduğuna misâl:
Her zaman, ki hâme-i hamâme-i mevzûn-terâne-i dil-keş-âviz-i ma‘rifet-perdâz ve muharrik cenâhı hakîkat ü mecâz ola.
Nergisî
[61]
6- Kelimâtın kasr (eksik okuma) u medîne kâil olmalıdır. Kelimâtın kasr u medîne kâil olmadan hâsıl olan ahenksizliğe misâl:
Âyâ ki bu (dost) mudur? Yâ düşman
Yâ Rab bu hakîr midir? Yâ rehzen
Nâbî
‘İbârâtın hüsn-i telîfine gelince, bundan tahassül edecek aheng-i selâset- bu halde- binâen-‘aleyh- halbuki- zîrâ- çünki- vâkı‘â- gibi, cümel ü fıkarât-ı kelâmiyeyi birbirine rabt eden edevâtın mevki‘inde kullanmakla muvaffakiyet hâsıl olur.
Misâl:
Bir takımı dediler, ki rûhun mâhiyet ve hakîkati mugâyeret ve mübâyenet kabul etmez cevher-i basit-i mücerribdir. Efrâd-ı insanın sûr-ı esvâtında ve ef‘âl u ahvâl ü hareket ü sekenâtında muhâlefet emzice-i kevniye ve tıbâ‘ u aktâr-ı mütebâyinenin tesîrât-ı tabî‘iyesindendir. Çünkü ‘âlem-i kevn ü fesâdın nefs-i nâtıka ile mürettebat olan münâsebetinden dolayı an-be-an kâbiliyet-i insâniye mütehavvil(değişken) ve mütefâvit (farklı) olur.
Sâmi Paşa
[62]
Âheng-i Taklîdî
Âheng-i taklîdî, elfâz ile o elfâzın delâlet ettiği şeylerin birbirine sadâca mütenâsip bulunmasıdır.
Bu medlûlât ister efkârdan, ister hissiyâttan neşet etsin, hepsi müsâvidir.
Âheng-i taklîdîdeki hâsse eşyâyı esvât ile talîd etmekten ‘ibârettir.
Çağıltı, şarıltı, fısıltı, çın çın, güm güm, çakeçak gibi,
Misâl:
Evc-i hevada sıyt-ı çekâçâk-ı tîgdan
Âvâz-ı ra‘d u sâ‘ika reh güm-künân olur
Nef‘î
Âheng-i taklîdî ma‘nîdâr olmak şartıyla, kabul olunabilir. Yoksa:
Yerden göğe küp dizseler birbirine berkitseler
Altındakini çekseler seyreyle sen gümbürtüyü
gibi soğuk nevâlar o makbûliyete dâhil değildir.
Nesre misâl:
“Nihâyet pâdişah Topkapı ile Edirne Kapısı beyninde tensîb
[63] ettiği bir duvarı ‘âdî toplardan birkaç batarya ile beş on günler bir hat üzerine döke döke kuşattıktan sonra büyük toplara ateş verilmesi emretmekle yanar dağ patlamış gibi bir tarrâke-i kıyâmet-nümûn ile dağ parçası büyüklüğünde atılan güllelerin birbirini müte‘âkip birer mücessem zelzele gibi vürûdı duvarı yerle yeksân eylemiştir.”
Bu misâller âvâzı taklit ediyor, bu âhenk, bazen sükûn ve hareketi, hâl ü vaziyeti, yeis ve ümidi, havf u telâşı, sürûr ve kederi, nûr ve zulmeti ve bunlara mümâsil daha bazı şeyleri taklît eder.
Zulmet ve sükûna misâl:
“Nazarım ise, etrâfa mestolu olan muhît-i zulmetin a‘mâk-ı hafâsında gâib olmuş gitmişti. Gittikçe zulmet bir hâle geldi, ki karanlığı el ile tutmak kâbil gibi görünürdü.”
Şi‘re misâl:
Her tecellî kim ider ‘aşk-ı dil-efrûz-ı nigâr
İnleyüp bâd açar la‘lini gül-bâg-ı bahâr
Cûylar girye idüp nâle urur murg-ı hezâr
Raks ider pîr-i felek vech ile bî- sabr u karâr
[64]
Kimi bî-savt u hurûf vü kimi pür nâle vü zâr
Zikr ider hakkı cihân zîr ü beri döne döne
Üsküdarlı Şemsî Efendi
Hareket ve heyecâna misâl:
Nöbetçi şaşırıp tersân ve lerzân ufak ufak gezinir ve tüfengi kurtarmaya çalışıyordu. Pencereden gördüm, “Ayol o silahla ne yapacaksın? Kendini mi öldüreceksin? Tüfengini oraya bırak da şu çocukların kapısını aç” dedim.
Râcî Efendi
Vukûfa misâl:
Burc u bârû-yı Konstantiniye ki dârül-‘acâyib-i turfe âsârdır. Küngüre-i dervâzede kule-i fülk gibi aşikâr olıcak Edirne Kapısı denmekle ma‘rûf olan bâb-ı mu‘allâtâka muttasıl hâriç-i dervâzede vâkı‘ Handak Hisâr üzerinde binâ olan cisr-i ma‘hûd üzere şahs-ı mezkûr ‘inânkeş semend reftâr olup müheyyâ-yı yâhû ve sûret-nümâ-ı elvedâ oldı.
Nergisî
Su‘ûd ve hubûta (inme ve çıkma) misâl
Bir nâdire-i hüsn tasavvur ediniz: ana baba koynunda perver-şiyâb olmuş, şehrâh-ı hayatında hiçbir ma‘niye tesâdüf etmemiş sa‘âdet
[65] kendisine âgûşunu açmıştır. İhtimâl bir zevc-i vefâ-perveri var, ihtimâl bu zevc evvelce vefâ-perver değildir. Bu nâdire-i hüsn elindeki meş‘ale ‘aşk ile onu dâire-i hidâyete alarak vefâ-perver etmiştir. Sa‘âdet-i âileden başka bir şey düşünmez. Evc-i ‘iffette i‘tilâ ediyor, ebediyetle çıkıyor.
Yine o yaşta bir kadını düşününüz: peder, vâlide tebessümünü görememiş zehirli tebessümlere, yalancı bakışlara etvâr-ı ma‘sûmânesiyle mukâbele ederek bütün cemiyet-i beşeriyeyi kendisine dost zannediyor. Nihâyet bu bî-çârenin de girdâb-ı sefâlete düştüğü bir dakîka olur. Hayat-ı fâniyede bu dakîka pek acı bir ‘asırdır. Ka‘r-ı nâyâb-ı sefâlete tenezzül ediyor. Ebediyete iniyor.
Telaş ve harekete misâl:
Aman ne dehşetli gece idi o ki yıldırımlı şimşek avâzesi gibi “Kraliçe gidiyor!” ve daha sonra “Gitti!” nidâsı yayıldı!
Bosue – mütercim: Sa‘id Bey
Hâl ve kıyâfete misâl:
Pelâs-pâre-i rindî be-dûş u kâse-be kef
Zekât-ı mey verilir bir diyâre dek gideriz
Nâilî
[66]
Muvâfakat
Muvâfakat bir kânundur, ki üslûbu mevzû‘una tevfîk etmek ve ta‘bîr-i diğerle ifâdeyi efkâr ve hissiyât ile mütenâsip düşürmekten ‘ibârettir.
İşte bu kânun hükmüne istinâdendir, ki esâlîb-i ifâde, üslûb-ı sâde, üslûb-ı müzeyyen ve üslûb-ı ‘âlî nâmlarıyla üç kısma ayrılır.
Üslûb-ı Sâde
Üslûb-ı sâde, tebeyyün ve ta‘lîme ve eğlendirmeye mahsûs bir tavr-ı ifâde olduğu için, mutavvel ‘ibârelerden, ‘azametli teşbîh ve isti‘ârelerden, şa‘şalı hayâllerden berîdir.
Misâl:
Mecmu‘ lafzı her türlü ta‘rîften müstağnîdir. Çünkü mecmu‘a denilince her şeyi câmi‘ bir mecelle olduğunu vehleten zihne tebâdir(ansızın gelme) eder.
Ebuzziya Tevfik: Mecmu‘a-i Ebuzziya
Diğer misâl:
Aç idi bu kara kuş yavrusu bir gün yuvada
Anası yoksul anınçün yem arardı ovada
[67]
Bir bora çıktı yuva derken ağaçtan düştü
Başına yavrucağın köylü çocuklar üşdü
La Fonten- mütercimi: Şinâsî
Üslûb-ı Müzeyyen
Üslûb-ı müzeyyen, tezyînât-ı edebiyenin kâfesini câmi‘ olduğu için, müzeyyen vasfıyla tavsîf olunur.
Üslûb-ı ‘âlî ile üslûb-ı sâdenin fevkinde, şiddet ve ‘ulviyetçe üslûb-ı ‘âlînin dûnundadır.
Misâl:
“Rüyada….görür, sabah açılmış, güneş doğmuş, cihân nûr ile dolmuş zannederdi.
…. Bulundukları yerin pîş-gâhından bir ufak su akardı. Ama bir sûrette hafîf akar mu‘avvec şekiller peydâ ederdi, ki geçtiği sahranın letâfetinden ayrılamıyor ve ara sıra geldiği tarafa ‘avdet etmek istiyor….”
Diğer misâl:
“Manzara-i binâ şâ‘irâne teşbîh olunursa iki cenâhı açmış bir ‘ikâb-ı ‘azîmül-heykel-i pervâze müheyyâdır denilebilir. Önündeki
[68] sâha bir ravza-i bedî‘ül- manzardır ki fesahet-i ‘arz u tûlunu medd-i nazar kâsırdır.”
Şi‘re misâl:
Yeni açmış şükûfe-i ra‘nâ
Nasıl itmez zamâna isti‘nâ
Sanki bir lem‘a-i letâfetdir
Yâ ki bir mevce-i terâvetdir
Lem‘a ammâ ki renk renk bahâ
Mevce ammâ ki hand-i safâ
Nakş-ı feyz-i Hudâ tecelli-i rûh
Neşve-i ruh-bahş câm-ı sabûh
Okunur cebhesinde kudret-i Hak
Görünür sînesinde nûr-ı şafak
Recâi-zâde Mahmud Ekrem
Diğer misâl:
Boyar elvân gûnâgûne hurşîd
Şafak vaktinde levh-i âsmânı
Gice envâr ile kaplar cihânı
İder zevk-i nehârı mâh-ı tecdîd
Biri ‘aks-i dehân-ı la‘l-i handân
[69]
Biri ‘aks-i safâ-yı kalb-i şâdân
Olur bakdıkça her yerde nümâyân
Çiçek şeklinde zevk-i bezm-i Cemşîd
Tebessüm-pûş olur daglar çayırlar
Temevvüç-yâb olup bahr-i letâfet
Cihânı duldurur şevk ü şetâret
Yeşillendikçe sahrâlar bayırlar
Akar enhârdan gûyâ ki sevdâ
Letâfet ‘arz ider çeşme ser-â-pâ
Döner bir gülşen-i pür-zevke dünyâ
Sezâ dense cihâna ‘aks-i cennet
Menemenli-zâde Tâhir
Üslûb-ı ‘Âlî
Üslûb-ı ‘âlîye misâl olacak asârda göreceğimiz bir meziyet var ise, o da bu tarzda hissiyâtın asâlet ve ‘ulviyetine ve şiddetini ‘ilâve etmekten ‘ibâret bir hâsse-i celîledir.
Üslûb-ı ‘âlî, münâcât, nu‘vet, mersiye, hitâbet, felsefe, târih ve buna memâsil şeylerde müsâdif nazar olur.
[70]
Misâl:
“ Söz ne kadar müessir bir bedî‘ye-i fıtrattır, ki bunca akvâm-ı fâzılanın ma‘mûre-i ‘irfân-ı beşere yadigâr ettiği tesisât-ı ‘âliye ve mesnû‘ât-ı nefîseden binde birine- tekallübât-ı dehr- a‘mâk-ı zeminde mestûr olan parçalarından başka bir eserini bırakmamış iken asâr-ı edebiyelerinin bir takımını bütün mahveden zulm ateşleri, cehâlet tûfanları bile bir tâkının hattı bir harfini hâfita-i enâmdan izâle edememiştir!”
Kus bin Sâ‘de’nin Cevdet Paşa Hazretleri tarafından hülâseten tercüme olunan bir hitâbesinden şuraya naklettiğimiz birkaç fıkra üslûb-ı ‘âlînin misâli olabilir:
Ey nâs! … Geliniz, dinleyiniz, belleyiniz, ‘ibret alınız! Yaşayan ölür, ölen fenâ bulur, olacak olur.
Yağmur yağar, otlar biter, çocuklar doğar, analarının babalarının yerini tutar.
Yemîn ederim, Allahın ‘indinde bir din vardır, ki şimdi bulunduğunuz dinden daha sevgilidir, vallâhi gelecek bir peygamberi vardır, ki gelmesi pek yakın oldu, gölgesi başının üstüne geldi…..
Şi‘re misâl:
Âh ki mûcid-i cihândır
Her dürlü nikâbdan ‘ayândır
[71]
Kesretden hezâr renge girmiş
Her mazhara başka reng virmiş
Bulmaz o tecelliyât-ı gâyet
A‘dâd nasıl bulur nihâyet
Tevhîdi sever o hâlikür-rûh
Birdir bir o bî-niyâz-ı sebûh
Âh nedir deyince gâfil
Âh deyüp hamûş olur dil
Merhûm: Mu‘allim Nâci
Diğer:
“Gönlündeki sâik-i hamiyet
Gösterdi cihâna feyz-i râhı
Târihini gûş ider de gâfil
Açmaz yine çeşm-i intibâhı
Yükselmeye sevk iderdi hâtif
Geçsen bile evc-i mihr ü mâhı
Gelmezdi şehâdet olmasaydı
İclâline tâ ebed tenâhi
Yükseldi o rütbe kim makâmın
‘Arş oldı serîr-i ihtişâmın”
[72]
‘Ulviyet-i Sarfe
Ba‘zen ta‘bîrinde ‘ulviyet bulunmayan bir fikir hadd-i zâtında ‘âlî olabilir. Buna ‘ulviyet-i sarfe diyorlar. Ta‘bîrinde ‘ulviyet bulunmayan ve fakat hadd-i zâtında ‘âlî olan bu fikirler de rûhdan mütevellid, tabî‘i ve şedîd olmalıdır!
Misâl:
Kayrevan şehrinin bânîsi olan mücâhid-i meşhûr ‘Ukbet bin Nâfi‘ Kanarya Adaları karşısında râkip olduğu devesini bahr-i muhîte sürdüğü ve elindeki mızrağını denizin kumlarına sapladığı halde şöyle demiştir:
“ İlâhî! Şâhid misin: pîş-gâh-ı ‘azîmetime şu ‘ummân tesâdüf etmeseydi, ism-i celâlini daha ileriye götürürdüm!”
işte bu ‘ulviyet-i sarfedir. Şimdi biz cenâb-ı Hakka karşı tevcîh olunan şu hitâbı üslûb-ı sâde, yahud üslûb-ı müzeyyen ile de yazsak hadd-i zâtındaki ‘ulviyete hiçbir zaman halel gelmez.
‘Ulviyet-i sarfeyi uzun hitâbelerde, makalelerde pek aramamalı, bu müzeyyen ekseriyetle kısa sözlerde bulunur.
[73]
‘Ulviyet-i Fikr
‘Ulviyet-i fikr tasvirde ‘azamettir. Sâde, şedîd, kısa ta‘bîr içinde bulunur.
Hazret-i Fahr-i Kainat (SAV) Efendimiz dâr-ı âhireti teşrîf buyurdukları zaman cenâb-ı Sıddık-ı A‘zam mescid-i şerîfte şu vech ile hitâpta bed’e buyurmuşlar idi:
“Ey nâs! Muhammed’e tapanlar bilmelidir, ki Muhammed vefât etti, Allah’a tapanlar bilsinler ki o bâkidir!”
İşte bu sözdeki ‘ulviyet-i fikrin derece-i ‘azametini ta‘rîf mümkün değildir. Âtideki fakra ‘ulviyet-i fikre misâldir:
“ _ Allah mu‘înin olsun!
_ Allah mu‘înimizdir!
_ Allahın işine karışmayacağız, yoluna gideceğiz.”
‘Ulviyet-i His
‘Ulviyet-i his, kalbin tahkîr-i hevesât, meyl-i mu‘alla gibi ahvâlden dolayı birden bire izhâr ettiği heyecân-ı şedîddir.
[74]
Misâl:
“… Ya burada… kadrini gösterecek bir hareket ederiz yahud mezarlar hazır duruyor, şu kara toprak bizi de kabul edecek kadar bir kucak bulmaktan hiçbir vakit ‘âciz kalmaz … Felek vefâ etmedi. Biz de mi bî-vefâlık edeceğiz? Ben vazifemi bilirim, başının ucuna velev tahtadan olsun bir işâret dikip de üzerine şânını a‘lâ edecek, ağyârın rağmına taraftarlarının gayretini gösterecek bir şey yazmadıkça şuradan şuraya kımıldamam, hatta yazacağım şeyi kanımla yazacağım!”
Diğer misâl:
“ İder tedvîr-i ‘âlem bir mekînin kuvve-i ‘azmi
Cihân titrer sebât-ı pây-ı erbâb-ı metânetden”
‘Ulviyet-i Hayâl
‘Ulviyet-i hayâl büyük bir şeyi veya büyük bir fi‘ili parlak ve nazm-firîb-i elvân ile nakş ve tasvîr etmektir.
Helâl-i sihr vasfında olan atideki manzûme dahi, aheng-i nezâketin hissiyât-ı garîbâne-i şâ‘râne ile imtizâcından husûle gelen
[75] bedâ‘îden bulunmuş hissiyle ‘ulviyet-i hayâle – velev zannımızda hata etmiş olalım- misâl olmak üzere yazmaktan geçemedim:
Nedir bu feyz-i mükemmel nedir bu hâl-i seher
Nedir hakîkat-i ‘ulviye-i meâl-i seher
Neden bulur bu kadar revnakı zilâl-i seher
Ben olmuşum ezelî ‘âşık-i cemâl-i seher
Senin de mi dilin âşüfte-i visâl-i seher
Ne var ‘acep ötesinde cihân-ı deycûrun
Nedir bilinmiyor aslı bu emr-i mestûrun
(Nedir gururuna bâis şu necm-i pür-nûrun)
(Değer mi tâbına? Hâşâ! O çeşm-i mahmûrun)
Muharrik olma sevdama vaz‘-ı meftûrun
Senin de mi kederin vardır ey hilâl-i seher
Ne hoş zaman ne garîbâne ‘âlem-i mehtâb
Hava ne hoş!.. ne kadar dil-firîb safha-i âb
(Nücûm-ı zâhireyi rûhum eyler isticvâb)
(Olup da nûruna hâil ne anlıyor şu sehâb?)
Bu şeb neden yine kaldın benim gibi bî-hâb
Ne derd ile müteellimsin ey hilâl-i seher!
[76]
Nedir o hüsn-i ilâhî cihân-ı bâlâda
Nedir o nakş-ı mübâhî sipihr-i mînâda
Nedir o nâ-mütenâhî letâfet eşyâda
Kalır mı tâkat-ı dil bunları temâşâda
Kimin o nur ki mevc urmada şu deryâda
Hudâ bilir ki perîşânım ey hilâl-i seher
Güzer-gehinde bulut mı o cem‘-i zulmet-bâr
Veya havâya mı çıkmış zemindeki kûh-sâr
Yanında hayli yakışmış o kevkeb-i seyyâr
Kimin o nûrı semâvâtı dolduran dîdâr
Nedir o surh ü sefîd ? Âh başlıyor mu nehâr
Yarın sabaha demek sohbet ey hilâl-i seher!
Recâi-zâde Mahmud Ekrem
Üslûb-ı Hakîkî
Meselâ, kışın da, yazın da yeşil duran bir zeytin ağacı gördüğünüz vakit “Şu ağaç kışın da, yazın da yeşil duruyor.”
[77] desen bu sâde bir tarz-ı beyândır, ki ne san‘atı, ne de zîneti vardır. İşte, bu yolda olan sözlere üslûb-ı hakîkî derler. Yahut terkîb-i basit-i ıtlâk(salıverme) derler.
Üslûb-ı Mecâzî
Geliniz bu fikri bir de şu yolda ifâde edelim:
“Şu ağaç çeşm-i ‘ibrete uruyor
Yazda da kışda da yeşil duruyor
Zannedersin çemen kıyâm itmiş
Kudret-i Hakka ihtirâm itmiş”
Bu beyitler yukarıki fikri şâ‘irâne bir sûrette müfessirdir. Bu cihetle üslûp, üslûb-ı mecâzî olur.
Mecâz-ı Tahyîlî
Mecâzın bu kısmı efkâr-ı tesîrât-ı hakîkiyelerinden daha mühim ve daha müessir bir sûrette ‘arz eyler.
Başlıcaları şunlardır.
[78]
1- İsti‘âre
2- İsti‘âre-i tahyîle
3- Teşbîh
4- Mecâz-ı Mürsel
5- Ta‘rîz ve Kinâye
6- Tevriye ve telmîh
7- Tezat ve Mukâbele
8- Edeb-i Kelâm
9- Teşhîs ve İntâk
10- Müşâkele
11- Îham
12- Mübalağa
İsti‘âre
İsti‘âre, bir lafzın ma‘nâ-yı hakîkisinden sarf-ı nazar ile ona diğer bir ma‘na vermektir ki bu ma‘nâ-yı diğerin o lafza muvâfık düşmesi ancak zihinde vücût bulan bir müşâbehet ‘alâkasıyladır.
Sen bir şeh-i zî-şânsın şâhenşehe devrânsın
Ya‘ni ki sen hâkânsın devrinde ben Hâkâniyem
Nef‘î
[79]
Müşebbehe-i bihin mülâyimini müfîd olan kelime isim olur, masdar olur, fi‘il olur, sıfat olur.
İsim olduğuna misâl:
“Bunu itmek içün karîn hazer
Belki de (pençe-i) kazâ titrer”
Mastar olduğuna misâl:
“Kâtil hem mu‘terif hem müheyyâdır
Beni ifnâ nâmûsunı ihyâdar”
Fi‘il olduğuna misâl:
Uyandı)gerçi bahtı rûz-gârın hâb-ı gafletden
Velî ârâyiş-i dünyânın oldı deng-i hayrânı
Nef‘î
Sıfat olduğuna misâl:
“(Müdâhin)sevdâ (nâmussuz) muhabbet
Vicdânımı ifsâd etdin ‘âkıbet”
İsti‘âre teşbihten daha mühim, daha mu‘tenâdır. İsti‘âre mucezdir. İsti‘âre mücerredâtı teşhîş, ma‘neviyâtı tecsîm eder, gayrı zî-rûha cân verir, zî-rûhu cemâd-ı menzilesinde gösterir.
[80]
Misâl:
“Yine o asr içinde idi, ki dünyaları ihâta edemeyecek bir tûfan ma‘rifeti zihnine sıkıştırabilmek harikasına mazhar olan ve Vasko da Gama ‘ummân içinde mestûr olan Ümid Burnu tarafını keşfetmekle Portekizler eşcârı altun semereler verir, nebâtâtı gümüş çiçekler açar bir kimya bahçesi ıtlâkına şâyân Hindistan’ın mahsûl-i servetinden Avrupa’yı müstefîd etmeye başladılar.”
İsti‘âre her üslupta isti‘mâl olunabilir, lakırdı söylerken olur. (Hiddetinden ateş püskürüyor!) ve (Hiddetinden dona kaldı) sözleri bütün isti‘ârelerden ‘ibarettir.
Fakat isti‘ârenin yeni, rengîn, güzel olmasına dâimâ dikkat etmeli, ve isti‘âreyi süflî fikirlerden intihâb eylememeli, ki şâyân-ı takdir olabilsin.
İsti‘âre-i Tahyîliye
İsti‘âre-i Tahyîliye ve ta‘bîr-i ahirle mecâz-ı mürekkep birtakım isti‘ârâtın ta‘âkip ve tevâlisinden neşet eder. Hizmeti bir hayâl ile diğer bir fikri anlatmaktan ya‘ni melfûz olan bir müste‘âr-ı minhin levâzım ve ahvâliyle melhûz olan bir müste‘âr-ı lehin levâzım
[81] ve ahvalini telvîh eylemekten (açıklamak) ‘ibârettir.
Misâl:
Nice demler ki gelen eyledi bülbülden dûr
Dâd elinden bu şikest olası genc-i kafesin
Nedîm
İsti‘âre-i tahyîliyede kâ‘ide-i ‘umûmiye müste‘ârlara ‘âit ahvâl-i zikr olunmaktır. Şu kadar ki isti‘âre-i ‘âdiyede müste‘âr-ı minhin müste‘âr-ı lehe bilâ-izâfe zikr ve tasrîhindeki şart cevâz kabîlinden olarak isti‘âre-i tahyîliyede dahi Şeyh Gâlib’in:
“Âyîneye girdi ‘aks-i ‘âkis”
tasavvur-ı şâ‘irânesi gibi
Diğer misâl:
Sevdâ-ger-i şehr-i hûşyârî
Bu gûne ider suhen güzârı
Yıkandı çün ol şeb-i mükevkeb
Sâbun-ı kamerle câme-i şeb
Çıkdı şeb-i tîre câmesinden
Ruhsâre-i rûz oldı rûşen
[82]
Çârûb-ı eşi‘a târ-ı bâmı
Hep sildi süpürdü gird-i câmı
Zerrîn topı urdı dâver-i bâm
Yüz tutdı harâbe kal‘a-yı şâm
Kasr-ı şeb olup yire berâber
Meydân-ı cihân açdı yekser
Ref‘ eyledi secdeden serin hûr
Subh okudu vird-i sûre-i nûr
Nâbî
Teşbîh
Teşbîh, münâsebet ve muvâfakat cihetiyle bir diğerinin tenvîr ve îzâh ve tezyînine medâr olacak iki fikrin tekâbülünden husûle gelen sûrettir.
Misâl:
“ Pencerenin karşısında olan Anadolu dağlarından kamerin cüz’ü evveli göründü. Bir sûretteki pembe yâkuttan dökülmüş bir hilâle benzerdi.”
[83]
Diğer misâl:
“Her yer karanlık pür nûr o mevki‘
Mağrib mi yoksa mahşer mi yâ Rab
Yâ hâb-gâh-ı dilber mi yâ Rab
Rüyâ değil bu ‘ayniyle vâki‘
Bir gülşen olmuş bak şu harâba
Ebr-i seher mi düşmüş turâba”
Diğer misâl:
Benzedirken dâmenin tâvûsı kudsî bâline
Eş tutarken kâmetin nevreste tûbâ dalına
Verd-i firdevs-i berîn dirken ‘izâr-ı âline
Az görürken nûr-ı esved nâmını fer hâline
Nokta-i ümmîd-i dil ta‘bîr iderken hâline
Zâtının ‘âlemde virmezken vücûd emsâline
Dün gice cânânı benzettim bakınca hâline
Cân bilip bir ‘âşıkın ümmîd-i istikbâline
Merhûm Mu‘allim Nâci
Teşbîhte bazen teşbîh edevâtından(edatlarından) olan (gibi, sanki, güya) kelimeleri tayy olunur(atılır). O zaman teşbîh parlak bir hayal sûretini alır.
[84] Yavuz Sultan Selim hakkında söylenilen bir mersiyede görülen şu kıt‘ada olduğu gibi:
Az zaman içre çok iş itmiş idi
Sâyesi olmuş idi ‘âlem-gîr
Şems-i ‘asr idi ‘asırda şemsin
Zıll-i memdûd olur zamanı kasîr
İbn-i Kemal
Teşbîh bahsinde i‘tinâ edilecek bir şey varsa, o da münâsebetsiz teşbihlerden hazer etmektir.
Süflî hayâlâttan ictinâb etmelidir, ki teşbihler de süflî olmasın meselâ: Bir saçı yılana benzetirsen, bu teşbih değil masharalık olur.
Vaktiyle üç edîbimiz, şâ’irlerimizin teşbihi suistimâl ettiklerinden dolayı şu yolda eğlenmişlerdir:
“ Divanlarımızdan biri mütâlaa olunurken insan muhtevî olduğu hayâlâtı zihninde tecessüm ettirirse etrafını ma‘den elli, deniz gönüllü, ayağını Zühalin tepesine basmış, hançerini Merih’in göğsüne saplamış memdûhlar, feleği tersine çevirmiş de kadeh diye önüne koymuş, cehennemi alevlendirmiş de dağ diye göğsüne bastırmış, bağırdıkça ‘arş-ı a‘lâ sarsılır, ağladıkça dünya kan
[85] tufanlarına gark olur ‘âşıklar, boyu surdan uzun, beli kıldan ince, ağzı zerreden ufak, kılıç kaşlı, kargı kirpikli, geyik gözlü, yılan saçlı ma‘şuklarla mâlâmâl göreceğinden kendini gulyabanîler ‘âleminde zanneder.”
Diğer:
Bir kâmeti mîşeye müşâbih
Tutmaz bu diyâr-ı şâ‘irânı
Bir zülfe göre müşebbih-i bih
Olmaz hele engerek yılanı
Merhûm Mu‘allim Nâcî
Diğer:
Meselâ bir muharrir istediği halde elindeki kalemi mızrağa, kılıca, ata, yağmur oluğuna, bülbüle, kargaya, kavala, ejdere ve hatta imâmeli ve mükellef cübbeli bir efendiye teşbih edebilir. Bunun için yapılacak şey bu ta‘dâd olunan eşya ve mahlûkattan hangisini müşebbih-i bih ‘addetmiş ise ona mülayim bir iki söz yazmaktan ‘ibârettir. Kalem ise bu kadar şeyin hepsinde benzeyemez … zorla benzetilirse- ta‘bîr ma‘zûr bulunsun- hokkabaza benzer benzerinden de beter olur!
Recâi-zâde Mahmud Ekrem
[86]
Mecâz-ı Mürsel
Mecâz-ı mürsel, kelimâtı ma‘nâ-yı hakîkîlerinin gayride isti‘mâlden hâsıl olur ise de bunda ma‘nâ-yı hakîkî ile ma‘nâ-yı mecâzî arasında vücûdu lazım olan münâsebet-ı müşâbehetin gayri bir takım ‘alâkalarıdır.
Bu ‘alâkaların ‘aded-i envâ‘ı yirmi beşe, otuza kadar iblâğ olunur. Bizim için şu beş aslın zikri kâfidir:
1. Cüziyyet külliyettir, ki cüzün isimini külle, yahut küllün nâmını cüze vermekten ‘ibârettir.
Misâl:
Uyandır çeşm-i cânı hâb-ı gafetden seher-hîz ol
Çemen bülbülleriyle subh-dem zikreyle Mevlâyı
Şimdi bu beyitte çemen lafzından maksad eşcârlı,ezhârlı, belki havuzlu, cûybârlı bir yerdir, ki çene ondan bir cüzdür. Bu halde (çemen) kelimesi cüzü ile tesmiyeye misâl olmuş olur.
2. Hâliyet-i mahalliyettir, ki hâli zikr ile mahalli ve yahud mahalli zikr ile hâli irâde eylemektir.
[87] Zikr-i hâl irâde-i mahalle misâl:
Gâh olur gurbet vatan gâhi vatan gurbetlenir.
Hâmî-i Âmidî
Mısra‘ındaki (gurbet) kelimesidir. Zira kelimenin ma‘nâ-yı hakîkîsi hâriç vatan bir mahall demek değil hâric-i vatandaki hâldir.
Şi‘r-i âtîde (ağaçlara sırmalar ilbâs olunmuş) olması dahi zikr-i hâl irâde-i mahall kabîlindendir. Çünkü ilbâs olunan sırma değil, sırmalı libâstır.
Misâl:
“Dâmen-i âsmânda ebr-i seher
Döker evrâka rîze-i elmâs
Şeb-hulûl eyleyince ‘aks-i kamer
İder eşcâra sırmalar ilbâs”
Zikr-i mahall irâde-i hâl için misâl ise:
“Hani bende o el hani o yürek?”
mısra‘ındaki (yürek) lafzıdır. Çünkü, (yürek)den maksat cesârettir ki yürek onun mahallidir.
[88]
3. Sebebiyet-i müsebbiyettir, ki sebebi zikrederek müsebbibi veya müsebbibi zikrederek sebebi kastetmektir.
Meselâ (Filan kalemi ile te‘ayyüş eder) denilse kalemden maksûd onun hâsıl ettiği şey olacağından bu söz zikr-i sebep irâde-i müsebbibe misâl olur.
Zikr-i müsebbip irâde-i sebebin misâli:
“Kanı girye gör ve sefk-i dima’ ile dâmenini âlûde etmekten ihtirâz et.”
Şimdi bundaki (kan) lafzından maksat i‘dâm nüfûstur.
4. ‘Umûmiyet-i husûsiyettir, ki ‘umûma mevzû‘ bir kelimeyi husûsa ‘âid bir lafzı ‘umûmda isti‘mâl etmektir.
‘Umûmî hususta isti‘male misâl fıkra-i âtiyedeki (malûkât) sözüdür ki medlûl-i lâzımîsi insanlardır. Ve hatta insanlarda bir kısım halktır. Bu halde bu kelime hem zikr-i ‘umûm irâde-i husûsa hem zikr-i kül irâde-i cüze misâldir.
Misâl:
“Vaktini Hâlıkının ‘ibâdetine ve bâ-husûs efdal ‘ibâdet bildiği cihetle mahlukâtın refâh ve sa‘âdetini istihsâl-i hizmetine hasr etmiştir.”
[89]
Husûs ifâde eden kelimeyi ‘umûma ıtlâka gelince, o da:
“Yâ Rab nedir bu keşmekeş-i derd-i ihtiyâc
İnsânın ihtiyâcı ki bir lokma nânadır”
Beytindeki (nân) kelimesinin nev‘-i beşer için, hıfz-ı hayata sebep olacak mekûlâtın ‘umûnda kullanılması gibi isti‘mâlâttır.
5. Lâzımiyet-i melzûmiyettir, ki yalnız lâzımı zikr ederek melzumu irâde etmektir.
Misâl:
Sen ol kerîm-i kerem-küster ü sühendânsın
Ki ‘akl-ı küll açamaz sahn-ı meclisinde dehen
Reisü’l-küttâb ‘Ârif
Şimdi bunda (ağız açmak)dan murad söz söylemektir. Söz söylemek için ağız açmak yani tekellüm fiilinin ağız açmayı istilzâm edeceği derkârdır.
Ta‘rîz ve Kinâye
Ta‘rîz iki türlüdür:
1. Birisi bir şahsın kavl ve fiiline ta‘rîz etmektir. Buna i‘tirâz denir.
[90]
Misâl:
“Senin (Bir mezarlık ’âlemi) ‘unvanlı manzumen dahi bizler için meşk ittihâz olunacak şeylerdir. Lakin (lîk) gibi (çün) gibi nesirde kullanmadığımız sözleri şi‘irde niçin isiti‘mâl etmeli?”
2. Diğer nev‘i kavl ve fiile doğrudan doğruya tasrîhen değil de bil-vâsıta ve telmîhen dahl ve ta‘rîz etmektir.
Bir âmirin kalemi devam etmeyen bir efendiye “Bey efendi! Zât-ı ‘âlîniz gâliba geceleri çok meşgûl olursunuz! O meşgûliyetin birazını buraya terk etseniz isâbet etmiş olursunuz!” demesi ve hiçbir mektubu alınmayan bir arkadaşa diğer bir arkadaşın (Yanınızda mahcûbum. Çünkü ihsân buyurduğunuz mektupların hiç birisine cevap arz edemedim!) yolundaki hitâbı bu sonraki nev‘e dâhil olan ta‘rizlerdendir.
Kinâye, mefhûm-ı muhâlifini kasdederek söz söylemek ve ta‘bîr-i aherle maksûdunu hilâfını müfîd olan ta‘bîrât ve elfâz ile anlatmak yoludur. İyilikten bahsederse maksadı fenâlık anlatmaktır. Fenâlıktan bahsederse merâmı iyiliği tefhîm etmektir. İhvânlıktan birisine kardeşçe şikâyet etmek isteyince ‘alî tarîkü’l-kinâye
[91] “Ettiğiniz işi çok beğendim! Doğrusu mürüvvetinize diyecek yok!” diyebilirsiniz. Maksadınız o işi beğenmediğinizi ve o zâtın mürüvvetsizlik ettiğinizi anlatmaktır.
Asıl merci‘ini beyân etmeyip de feleğe, tâli‘e, insan kendi nefsine levm ü ‘itâb etmek dahi bir tarz-ı kinâye, bir tavr-ı ta‘rîzdir.
Misâl:
Felek dedikleri ol nâ-bekâr-ı süflîdir
Nedir bu ehl-i dilin çekdiği ‘azâb u elem
Bir iki mültezemi eyledi havâle bana
Ki iştirâk ile itmişler iltizâm-ı sitem
Nef‘î
Tevriye ve Telmîh
Tevriye ve telmih, diğer bir şeyi hâtıra getirmek için bir şeyi söylemektir. Ta‘yîn ettiği şey ile îmâ veya bütün bütün ihfâ etmek istediği şey-i diğer arasında bir münâsebet ve muvâfakat-ı dakîka ‘arz ederken onu keşf etmek kâriin ve sâmi‘ine ‘âittir.
Târihe, esâtire, ahlâka, ‘âdâta, efsâneye, durûb-ı emsâle vukû‘ât ve havâtır-ı ‘âdiyeye velhâsıl söylenen şey ile miyânelerde
[92] dakîk ve müesser münâsebet bulunabilecek olan her hâle tevriye ve telmîh olunabilir.
Misâl:
“Yine o ‘asr içinde idi, ki Devletgirây-ı sânî ikinci hücûmunda Moskova taraflarına ateş-zen-i istilâ olarak, şimâlin karlı buzlu sahraları içinde üç ‘asr sonra gelecek bir cihangire ders-i ‘ibret ve bir Rusya memuruna nümûne-i imtisâl gösterir gibi sınâ‘i bir yanardağ peydâ eylemişti.”
Şimdi bu ‘ibârede gördüğümüz “cihângir” kelimesi büyük Napolyon’a ve Rusya memuru, kelimeleri de Moskova’yı yakan Ruskoviçin’e telmîhtir.
Diğer misâl:
“Yalnız karaların sultanı değil- İslâmiyeti- denizlerin de mâlikesi görmek isterim!”
Bunda, bizce efsâneden ma‘dûd olan mâlike-i deryâya telmîh vardır.
Diğer misâl:
“Bizce gerdûne-i perî-i garâm
Çift olur vâsıl-ı semâ-yı merâm”
[93]
Bunda da esâtire ircâ‘-i nazar olunarak- Yunânîlerin i‘tikâdınca- ilahetü’l- hüsnün bir çift güvercin koşulmuş arabasına telmîh olunuyor.
‘İzzet Molla Keşan’da iken:
İşittik ki siz şâ‘ir-i şâhsız
Ma‘ârif semevâtına mâhsız
Degil haddimiz gerçi çaldırmasaz
Gönül bir iki nagme eyler niyâz
İlhâhında bulunan herzevekile, Molla’nın:
Didim bedce çıkmışdı avazımız
Sitanbulda terk eyledik sazımız
Yolundaki cevabı da tevriye ve telmîhi şâmildir.
Diğer:
“Sînesinde sanma bostandır o mihr-i ‘ismetin
Şakk idüp koymuş yed-i i‘câz-ı mâhı koynuna”
Bundaki telmih- şakkü’l-kamer-e ‘âittir.
Diğer misâl:
“Yârimin düşmüş yine zülf-i siyâhı boynuna
Eski şâ‘irlerce küfr itmiş günâhı boynuna”
[94]
Diğer misâl:
Hiçbir vâlide nûr dîdesinin Ka‘betül-‘uşşâk-ı mücâvirlerinden bulunduğu için ağlar mı?
Merhum Mu‘allim Nâci
Buradaki Ka‘betül-‘uşşâk Mollâ Cami’nin, dergâh-ı Hazret-i Mevlânâ hakkında söylediği:
Ka‘betül-‘uşşâk bâşed in makâm
Her ki nâkıs amed incâ şed temâm
beytine telmîhtir.
Durûb-ı emsâlden telmîhe misâl:
Beğenmezse yârân kızın virmesün!
Sâbit
Bıyıklarını balta kesmez hele
Velehü
Oyur ejderin kuyruğun basdılar
Velehü
Okun attı terkiş yâyın asdı kavs
Kiriş kırmak üzre ayak basdı kavs
Velehü
[95]
Kapak attı miğfer olup zîr-i pây
Velehü
Yine kazdığı kuyuya düştü çeh
Velehü
Duman attırır düşmana rüzgar
Velehü
Tezad ve mukâbele
Tezad ve mukâbele denilen şey her ne olursa olsun iki fikr-i muhâlifin karşılaştırılmasından ‘ibârettir. Nâmına tıbâk veya mutâbıka dahi denilir.
Misâl:
Ağların hâtıra geldikçe gülüştüklerimiz.
Lâedrî
Diğer misâl:
Yaz gelir ezhâr açar bin dürlü şevk
Kış gelir karlar yağar bir başka zevk
Recâizâde Mahmud Ekrem
Diğer misâl:
_ ………Gel sohbetle hâtırı şâdân iden çocuk!
[96]
_ İşte geldim yâ!
_ Bakayım ellerine… yine üşümüşsün…
_ Üşümedim… Hiç üşür müyüm… Ağabeyimin odası da sıcak…
_ E ne yaptınız ağabeyle bakayım?
_ Hiç… Dondurma yedik…
_ Daha?
_ Daha… Masal söyledim.
_ Ey?
_ Masal söylerken ağabeyim gülüyordu… Ben de güldüm… Dadım ağladı!..
Velehü
Diğer misâl:
Bîgâne meşreb etmedi bir âşinâ nazar
Şeyh Gâlib
Diğer misâl:
Vakt-i şâdî de gelir mevsim-i mihnet de geçer
Velehü
Diğer misâl:
Mâtemi hem hâne-i sûr olamasın bir kimsenin!
Velehü
[97]
Diğer misâl:
Samîmi matlebim ayrılmamaktı bir nefes senden
Firâkınla visâl-i mevte olsam çok mudur tâlib
Ben artık sarfa ümmîd eylemem nakd-i hayâtımdan
Perîşân oldum ey sermâye-i cemiyyetim gâlib
Hulûsî Dede
Diğer misâl:
Vefâ ki bir haslet-i ‘ulviyedir, teşhis etse pâkize ve ma‘sûm bir melek olur. Vefâya hiyânetle mukâbele ki bir denâet-i sefîledir, tecessüm etse bir iblîs olur.
Recâizâde Mahmud Ekrem
Diğer misâl:
“Öyle siyah çehreli yüz binlerce mahlukatın kefenlere bürünmüş oldukları halde karşıma gelişi üstüne fırtına bulutu çökmüş bir müteharrik kabristan gibi görünüyordu.”
Diğer misâl:
Bu şeb benimle ey melek-zebân güzâr olur mısın
Dil-i hazân resîdeye dem-i bahâr olur mısın
Menemenli-zâde Tâhir
[98]
İşte yukarıdan beri yazdığımız misâllerde görülen yaz, kış, ağlamak, gülmek, bîgâne, âşinâ, şâdî, mihnet, mâtem, sûr, cemiyyet, perişanlık, melek, iblis, piyâde, süvar, vermek, almak, siyah, beyaz, bahar, hazan, hasılı bir birine muhâlif kelimelerden husûle gelen tezadın mecaz-ı tahyîlî envâ‘ın en güzellerinden olduğunu yine bâlâya derc eylediğimiz emsâl-i edebiye isbat eder.
Tezad kâriyenin fikrine intibâh verecek ve kalbine tesir edecek sûrette yapılırsa makbul olur.
Yoksa yerden sonra gök, beyazdan sonra siyah, sabahdan sonra akşam getirecek diye zorâki tezadlara kâil olmak hiçbir zaman nazar-ı rağbıtı celb edemez.
Edeb-i Kelâm
Edeb-i kelâm, kelime-i mevzû‘asıyla ifadesi halinde nezaket ve letafetten biri olacak ve yahud kaba ve dürüşt görünebilecek olan mevâd ve efkarı kelama bir tavr-ı mahsûs vererek ta‘bir ve tefhîm eylemektir. İsti‘mâli üç suretle olur.
Birincisi, bir fikri tevsi‘ ve tezyin içindir.
[99]
Misâl:
Meğer bir subh-dem bu zâl-i gerdûn
Sipihrin dâmenin kılmışdı pür hûn
Meğer kim vaz‘-ı haml itmişdi nâhîd
Anınçün kan içinde doğdu hurşîd
Doğurdu subh-dem bânû-yı devrân
Bir altun başlı sırma saçlı oğlan
Âhî
Şimdi şâ‘ir bunu doğruca ifade etmek lazım geldi “Sabah oldu, güneş doğdu” diyecekti. Edeb-i kelam ile fikrine vüs‘at ve letafet veriyor. ‘İzzet Mola Keşan’a giderken, kâr-ı kadîm arabalar içinde öteye beriye yapışık olan aynalarda gördüğü ‘aksinin sûret ve hareketini edeb-i kelâm ile takdîr etmiştir, ki bu meziyet-i celîlenin behak kadri takdîr edilmek için yazdığı şi‘ri ber-vech-i âtî nakl eyledik:
Refîkim idi bir sühen-ver kişi
Bana mahrem olsun mu ya her kişi
‘Acep şâ‘ir-i pâk-i ‘uzbül-beyân
Suhendân-ı seher-aferîn zaman
[100]
Edîb ü nutûk u zâif-şinâs
Lebîb ü hulûk u letâif-şinâs
Bu ‘âlemde ancak hüner-ver odur
Nazîrim benim var ise ger odur
Müşâbih bana sûret ü sîreti
Hünerde hemân andırır ‘İzzeti
O bana ben ona idüp ser-fürû
Bir agızdan eyler idik güft-gû
Berâber bakardı nigâh eylesem
Bakup bir harâma günâh eylesem
İkincisi, bir şeyin ‘âdîliğini örtmek içindir. Meselâ bir çehrenin terlediğini şu yolda tasvir etmek gibi:
Kat kat düşüp ol perî hicâba
Gark oldı gülâb-ı ıstırâba
Nâbî
Üçüncüsü, bir faide-i edebiyede tekrarı men‘ içindir. Buna misâlde, tezad ve mukâbele bahsinde geçen misal-i mensûrdur. Onda,
[101]fıkra-yı evvelînin (beyaz kefenleri) fıkra-yı sâniyede (elbise-i mevtâya) tahvîl kılınarak (tekrar)a meydan bırakılmamıştır.
Teşhîs ve İntâk
Zinde ve meyyit, hâzır ve gâib, hakîkî ve hayâlî, cismânî ve rûhânî, mahlûkât ve eşyaya his ve lisan vererek söz söyletmek demektir.
Misâl:
Cennetden uçup semâya bir hûr
Burc-ı hamele tekâbül itmiş
Yâhut ki düşüp zemîne bir nûr
Kız sûretine temessül itmiş
Bir nazlı kuzu olunca manzûr
Âmîz-şine-i temâyül itmiş
Göğsünde tutup o nev-hayâtı
Eyler şu zeminde iltifâtı:
Ey körpe kuzu vefâ-güzîn ol
Kaçma o kadar seni sevenden
[102]
Terk eyle tehaşşii emîn ol
Gelmez sana bir hasâr benden
Çık sîneme çık da dil-nişîn ol
Kes rağbetini biraz çemenden
Kehvâre sana kucağım olsun
Bâlîn-i serin yanağım olsun
Recâi-zâde Mahmud Ekrem
Diğer Misâl:
Bahar mevsiminde ezhâr-ı rengârenk ile müzeyyen bir çayır içinde otların, çiçeklerin arasında saklanmış olan bir böcek nazar-ı dikkatini bir kelebeğe hasr etmiş idi, ki kelebeğin bir reng-i letâfet-nisâr ile ârâyiş-yâb olup çiçekten çiçeğe gezerdi. Zavallı böcek mütehassirâne bir âh ederek dedi ki:
_ Şu kelebek tâli‘i ile benim tâli‘im arasında ne kadar büyük bi fark var. Hilkat ona her letâfeti bahş etmiş, bana ise hiç!
Selânikli Fazlı Necib
Diğer misâl:
“Ben eylesem gerek gice gündüz du‘â size
Olsun bu şeb cihânda ne varsa fedâ size
Bir lahza-i sürûra o mâtem karışmasun
Şek virmesün o hâtıra nâ-be-câ size
[103]
Hattâ bana terahhüm ile kendi de onun
Söyler ki âsumandan idüp ilticâ size
‘Âlemde yok işim bana ‘âlem karışmasun
Kalsun lezâiz ile cihân-ı fenâ size”
Diğer misâl:
Zavallı öksüz! Böyle “neneciğim!.. neneciğim!..” diyerek uyandıktan ve mezara bir nazar-ı hicran-ı eserle baktıktan sonra gayet lâkaydane bir tavr ile şöyle söyledi:
_ Hoş imdi neneciğim!.. İşte ben artık gidiyorum!.. Sana darıldım!.. Hiç neneler bir yere gittikleri vakit çocuklarını beraber götürmezler mi? Evvel sen komşuya gitsen beni götürürdün!.. Şimdi ne oldu da beni bıraktın?.. Kime bıraktın?.. Bak ben sana geldim de sen beni istemiyorsun!.. Adımı bile çağırmıyorsun!.. Beni göreceğin gelmedi mi? Sana darıldım artık!.. Gidiyorum.
Recâi-zâde Mahmud Ekrem
Müşâkele
Müşâkele, muhâtabada bir tarafın îrad ettiği bir kelimeyi taraf-ı
[104] diğerin dahi evvelki ma‘nâya az çok mugâyir olarak, isti‘mâl etmesinden husûle gelir. Meselâ “ Böyle şey hâtıra gelir mi?” dendiği zaman “ Hâtıra geldiğini bilmem fakat vukû‘a geliyor!” Sözüyle mukabelede vukû‘a gelmek hatıra gelmeğe müşâkele olur.
Müşâkele bazen muhatabının henüz îrad etmediği ve fakat îrad etmek ihtimali olan bir kelime ile de olur.
Misal:
“Deli ihtiyar! Deli ihtiyar! Demincek bana nasihat veren sen değil miydin? Sana genç olmadığımı dedimse seksen yaşından sonra gençlik et demedim ya!.. Nasihat verip dururken gönül verdim mi diyeceksin?..”
“Şu misali de îrad edelim:
“Demek ki sen ben ziyâdın yarasını bağlamışsın, ben ziyad da senin şarkını bağlamış, müşfikâne bir muâmeleye âşıkâne bir mukâbele!”
Diğer misal:
Kendi bazen gelir amma sözü gelmez kaleme!
Lâedrî
[105]
Îham
Sanat-ı îhamdiğer bir fikir ve maksada hamli mümkün olacak surette söz söylemektir, ki ikisi de hakîki veya bir hakîki diğeri mecâzi olmak üzere iki manalı elfâz-ı isti‘mâlden husûle gelir.
Misal:
Meclis-i erbâb-ı dil bir lahza sensiz olmasun
Hürmetin inkâr iden ‘âlemde hürmet görmesün Nef‘î
İşte, yukarıki beyitteki hürmet ile, Nef‘î’nin beytindeki hürmet hem ta‘zîm, hem de harâm manasına gelir.
Diğer misal:
Kehhâl göz açmakda ‘aceb mükhüle sürmez
Bir kerre çeken dîdesine bir dahi görmez
Reisül-küttab ‘Ârif
Diğer misal:
“_ Nikah kıyılacak öyle mi?
_ Evet kıyılacak!.. Mutlaka kıyılacak!.. Karar verildi bitti, Anladın mı?
[106]
_ ….ye mi? (kime kıymağa) karar verdiniz?
_ Nikah nikah! Anlıyor musun? Bir daha söyleyim kıyılacak!
_ Öyle ise …..de gördüğümüz hal nedir? Nikah lakırdısı olunca neden öyle acayip hale geldi de gitti?
_ Adam utandı da gitti. Dikkat etmiyor musunuz? Bu günlerde sevinç delisi olmuş! Ne yaptığını bilmiyor.
_ Evet, evet! Utandı da gitti. Hem o kadar utandı ki zannederim bu gidişle yere (geçecek!..)”
Îham bazen bir münasebet, bir nükte için yapılır:
Misal:
Bin yaşa ey vezîr-i deryâ-dil
Asaf-ı bî-mu‘âdil ü ‘âdil
Ver donanmaya takviyet şândır
Gemisin kurtaran kapudândır
Bahre çıksan hava sana yol açar
Dalgalar havf u heybetinle kaçar
Yanaşırsan kenâr-ı bahre velî
Çağırır dağlar “Muhammed Ali!”
Şinâsi
[107]
Diğer misal:
Kâlub-ı Nef‘î-i mu‘ciz gûdan o reng-i suhen mahlûl
Sahn-ı sencân-ı olmuşdı her bir ‘asrda tâlib
İdince şimdi da‘va tab‘ım ol câh-ı mu‘allâyı
Didi hükkâm-ı dîvân kazâ “el-hükmül- gâlib”
Gâlib Bey
Diğer misal:
Şu‘arâ haylini defter idicek kilk-i kazâ
Mahv u isbât ile pür kıldı nice evrâkı
Kazıdı niceyi yanlış diyü bu defterden
Bâki’ye idüp işâret didi “sahhü’l-bâkî!”
Bâkî
Diğer misal:
Nâbiyâ âmede şâyandır ezelden dinse
Nüsha-i nâdire zâ-yı çemenistân-ı na‘îm
Tâze hâmisi zuhûr eylediğim gûş itdik
Eylemiş hüsn-i himâyetle harâbın termîm
Nâbî
Diğer misal:
Sen ey sürûr u ân-ı ruhsârı gül-gûn
Nolur itsen beni bir kerre memnun
[108]
Olur ‘aşkınla ahvâlim diğer-gûn
Gam-ı ‘aşkınla (Leylâ) oldı Mecnûn
Leyla Hanım
Mübâlağa
Ekerem Bey Talim-i Edebiyat’ta, mübalağayı tarif için “ mübalağa bir şeyi vasıfta mahiyetinin birkaç derece ya mâfevkine çıkarmak veya mâdûnuna indirmektir” demiş. Vâkıa mübalağanın en doğru tarifi de budur. Sizin anlayacağınız gibi söylemek lazım ise denilir ki, mübalağa şairâne ve edîbâne yalan söylemekten ibarettir.
Misal:
“Firkatin bu kadar şedîd bir azap, intizarın bu kadar dil-sûz bir ateş olduğunu bilmezdim. Gözlerim temaşâ-yı cemalinden dûr olalı sekiz gün oldu. Vücudum seksen sene mezarlarda kalmış da bütün bütün mahv olmağa yüz tutmuş meyyitlere benziyor!..”
Diğer misal:
“Sarsarın şiddeti ile kum deryalarının sürat-i inkılabı yerleri gökleri lerze-nâk-ı dehşet gösterdiği halde yine sebat-ı azminde
[109] kat‘â za‘f ve tereddüte düşmeyerek bora-yı nâ-reftenin bin türlü meşakkatine galebe ile Nil kenarına vasıl oldu”
Diğer misal:
Pür gazab yok cevab-ı Musâda
Eli tıg-ı hayât-ı fersâda
Bir cevab almayınca kendinden
Fârisân olmak isteyüp rehzen
Hamle gösterdiler o şîr-i nere
Cümlesin pâre pâre yıgdı yere
Öteki atlılar koşup birden
Kıldılar kasd-ı Mûsa-yı yekten
Gerçi pîş ü pesinde düşman çok
Lik Mûsada hîç pervâ yok
Nazarında nümâyiş-i hançer
Mevc-i âb-ı hayâtından hoş-ter
Tıg-ı îz elde arkada cevşen
Pîş-i a‘dâda kal‘a-i âhen
Kalbi bir rütbe bulmış istihkâm
Uyanmaz bin kıyâmet itse kıyâm
Merhum Muallim Nâci
[110]
Mübalağada en ziyade gözedilecek madde, yazılan şeyin hakikate müşabehetidir. Hakikate müşabeheti tecavüz eden mübalağa merdud olur. Ondan bir şeyi tasavvur olunamaz.
Misal:
Yine irişdi temmûz oldı cihân pür tef ü tâb
Girdi bir hilkate hep ateş ü bâd ab u türâb
Nef‘î
Matla‘ındaki mübalağa biraz hakikate şebîh bir şey olduğu için, kabul olunur.
Fakat:
Donar soğukdan efendi semender ateşde
Bir iki gün dahi böyle eserse sarsar
Nedîm
Beyti mübalagat-ı merdûdeyi hâvidir.
Şurasını da unutmayalım, ki bazı mübalağa –latîfe ve mizahtan ibaret olmak şartıyla- hakikate şebîh olmasa bile makbuldür.
Latîfede mübalağaya misal:
“Hindistan’da sabahtan bir iki saat sonra yolculuk pek zahmetli olur. Ya mehtapta yahud sabah karanlığında gitmeli, çünkü
[111] gündüz yola çıkılacak olursa adam sıcaktan âdeta eriyor da yürüyecek yerde aka aka gidiyor. Hareket etmiyor da âdeta cereyan ediyor!..
Mecaz Tebliğî
Yukarıdan beri tarif ve izah olunan mecaz-ı tahayyülî envaındaki hâsse, eşyanın menazır ve eşkalini tebdil ve tenvî‘ kendilerini i‘zâm suretlerini ihfâ veyahut diğer yeni bir heyette arz ederek bir takım tehayyülâtı nazar-ı mefküreden imrâr etmekten ibaret olduğunu gördük, mecaz-ı tebliğîdeki meziyet ise efkar ve mülahazatın beyan ve tabirinde üslûb-ı hakikide olmayan bazı evzâ‘ ve harekâtı irâe etmekten ibarettir. Mecaz-ı tebliğîdeki meziyyât-ı edebiyye şunlardır:
[112]
1. İltifat
2. İstifham
3. Nidâ
4. Kat‘
5. Terdîd
6. Rücû‘
7. Aks
8. Tekrîr
9. Tedrîc
İltifât
İltifât denilen şey, bir hali, bir maksadı bir vakayı beyanda devam ederken, hazır ve gaib-i hakikî ve hayalî zinde ve meyyit bir şahsa veya cemadâttan bir şeye tevcîh-i hitap etmektir. Misal:
Ancak bu kadar zayıf ve kemterîn olan bu nur-ı aks ile düştüğüm bu zulümât-ı yeisten ben nasıl çıkayım? Uğradığım bu firkat aile-sûz içinde ben nasıl teselli bulayım?
Dilâra! Ey maşuka-yı bî-vücud! Ey hayal olmuş emel! Ey cânâne-i adn-nişîn! Ey nühüfte-i nur-nazar! Görüyor musun nasıl ağlıyorum?
Recaizade Mahmud Ekrem
İstifhâm
İtifhâm sıkı sıkıya birtakım sualler îrâd eylemekten
[113] İbarettir. Fakat bu yolda, suallerden maksat cevap almak değil, belki efkar ve hissiyatı daha vâzıh, daha şedîd, daha müessir bir yolda meydana çıkarmak, muhatabı tehyîc, iknâ‘, icâb etmektir. Bunu istifham-ı ‘âdîden tefrîk için namına (tecahül-i ârif) demek de olabilir.
Misal:
Yoksa bunu sen kolay mı sandın?
Gam leşkerini alay mı sandın?
Şeyh Galib
Diğer misal:
“Hangi bir derdimi hicrân ile ta‘dâd ideyim
Sen de dâd itmez isen ben kime feyâd ideyim”
Diğer misal:
Biz bunlara bakıp hayrette kalıyoruz. “Telemak yazılır kitap mı? Larpoetik yapılr eser mi? İtali olmaz şey! Tartüf mucize!” diye söylüyoruz. Bunların ne suretle meydana getirildiğini düşünür müyüz?
Muallim Naci
Diğer misal:
Ta‘rifine gitmemekdir evveli
Ta‘rife gelir mi hiç mevlâ
Muallim Naci
[114]
Diğer misal:
İtsen ne olur biraz temâyül
Lâyık mı bu nâ-be-câ tegâfül
‘Ali ‘Ulvî
Diğer misal:
Mevtâ evine girer mi ihyâ
İhyâya zahîr olur mı mevtâ
‘Ali Ferruh
Diğer misal:
Mahrûm edilir mi hizmetinden
Havf eylemedin mi ‘ismetinden
Nidâ
Nidâ dediğimiz şey ruhun büyük büyük hislerini şedid şedid heyecanlarını ihâtadan insan âciz kaldığı zaman nâgehânî izhar edilen feryad-ı muztaribâneden ibarettir.
Misal:
“Ey hâb-gâhî dârü’l-emânî
Geçmiş zamanı ben yâda geldim”
[115]
Diğer misal:
“Ey çarh tevakkuf et zaman ver
Ey saat-ı sa‘d amân amân ver”
Diğer misal:
“Ey mâtemi her yerde bana he-reh olan yâr
Oldum yine bak mihr-i hayâlin ile bî-dâr”
Diğer misal:
“Ey gönlümün sa‘âdeti bir ibtisâmınız
Bilsem sizin melek mi ya hûri mi nâmınız?”
Diğer misal:
“O bî-vefâya niçün kaydın ey felek ‘acabâ
Ne lezzet anladın ey mevt-i cism-i zârından
Diğer misal:
“Ey insafsız evlad! Sen vücudunun ma‘dâsı, gençliğin vaktinde hicap etmez misin ki bütün zamanını gönlüğü eğlendirmeğe sarf edersin de hanedanının bütün meşâk-ı maişetini ihtiyar pederinin ağarmış başına ve bükülmüş boynuna bırakırsın?”
Nidâ, muhataba tenbih için de olur.
[116]
Misal:
Ey taleb-gir-i enfes eş‘âr
Eyle dikkatle fevk ü zîre nazar
Şiirdir hep o gördüğün âsâr
Şiirdir hep o duyduğun sesler
Yerde bir kız, semada bir ahter
Her biri bir bedî‘e-i diğer!
Recaizade Mahmud Ekrem
Diğer misal:
Ey tâlib-i şeb-çerâg-ı ma‘na
İnsâf ile kıl kelâmım ısgâ!
Şeyh Gâlib
Kat‘
Kat‘, ifâdesine devam olunmakta olan bir sözü henüz tamam olmaksızın bağteten (birden) keserek diğer bir fikre geçmektir. Fakat o suretteki kat‘ olunan söz devam etemkte olan sözden daha vâzıh, daha beliğ olsun.
[117]
Misal:
Reislerimizde gördüğüm bu ittihâdın gönlümüzde dahi bulunduğunu tasavvura niçin cesaret etmeyim? Bazı kere gözlerimiz yekdiğerine karşı gelir. Birlikte bî-ihtiyar ah ederiz. Ve bazı gizli gizli gözyaşları dökeriz. ,
Ah Jüli! Bu ittihad eğer takdir-i ezelî ise… Bütün dünya bir yere gelse… Aman Jüli! Affediniz, şaşırdım! Saçma söylüyorum. Temenniyatımı ümid addetmeye cesaret ediyorum.
Jan Jak Russo: Mütercimi Münib Paşa
Terdîd
Terdid, ifadesine başlanılan bir sözün neticesi hakkında erbab-ı mütalaayı mütereddid tutarak, meraka düşürmektir. İki nevdir. Biri terdîd-i sâdıktır. Başladığı bir sözü ciddi bir suretle neticelendirir.
Misal:
“…. İnsan dünyayı iğfale muvaffak olsa bir şahıs kalır ki onu aldatmasına imkan olamaz. O da kendi nefsidir.”
[118]
Diğeri, terdîd-i latîfe-âmizdir ki erbab-ı mütalaaya mühim bir netice ümid ettirdiği halde latife ve mizahta karar verir.
Misal:
Şu‘arâ-yı zamâneden birisi
Düzd-i ma‘nâdan eyleyüp şekvâ
Didi nazmımdaki hayâlâtım
Çaldılar hep birer birer zürefâ
Gûş idenler doruğa haml idecek
Ben didüm kim bilir ki sâdık ola
Fil-hakîka sözünde sâdık imiş
Gördük eş‘ârı cümle bî-ma‘na
Melîh Ahmed
Ciddi bir terdîde misal:
“_ Bu tevehhüm neden geliyor nen var?
_ Bir ıstırabım var ki def‘i düşvar!
_ Derdin nedir?
_ Hayat!..”
Rücu‘
Rücu‘ san‘atı ifâde olunan bir sözü daha parlak, daha latîf bir sözle ta‘dîl ve tashîh etmektir.
[119]
Misal:
İder ‘isyâna gönülümde nedâmet galebe
Neyleyim yüz bulamam ye’s ile ‘afvım talebe
Ne dedim tevbeler olsun bu da fi‘l-i şerdir
Benim ‘özrüm günahımdan iki kat beterdir
Nûr-ı rahmet neye güldürmeye rûy-ı siyehim
Tanrının mağfiretinden de büyük mü günahım Şinasi
‘Akis
‘Akis, kelimeleri takdîm ve tehir etmektir. Bazı manasızlıklara sebebiyet vereceği için, isti‘malinde fevkalede ihtiyat etmek lazımdır. Mesela akis sanatı yapmak için “Sefîhin parası paranın sefîhidir.”dersek manasız bir lakırtı söylemiş oluruz. Halbuki birer münasebet ve birer suret-i şairâne ve edibânede yapılan akis sanatı hem manidâr, hem de makbul olur.
Misal:
İtdi ruh-ı hüsni nester-i nezzâr
Ruhsâre-i ‘aşk u ‘aşk-ı ruhsâr
Şeyh Galib
[120]
Tekrîr
Tekrîr, bir ‘ibâre veya bir fıkra içinde bir kelimeyi veya bir tabiri birkaç defa tekrar etmektir, ki maksat bu suretle ifadeye daha ziyade vuzûh, daha ziyade şiddet, daha ziyade tesir bahş etmektir.
Misal:
Diyorlar ki derdin ne birdir cevap
‘Uluvv-ı cenâbım ‘uluvv-ı cenâbım
Merhum Muallim Naci
Diğer misal:
Kesdin aman amanımı ey bî-aman aman
Lâ-edrî
Diğer misal:
Hem-râhın idik bu yolda ey mâh
Hem-râhını terk ider mi hem-râh
Fuzûlî
Diğer misal:
‘İtimâd itmez isen o rumuhın tecrübeye
İşte levh, işte kalem, işte kütüp, işte fühûl
Hâmî-i Âmidî
[121]
Diğer misal:
Görünür çeşmime bu gamla varsam seyr-i gülzâra
Gül ağlar bülbül ağlar jâle ağlar gülsitân ağlar
Fâzıl
Diğer misal:
Göz siyah müjgan siyah kâkül siyah ebrû siyah
Korkarım mecnûn ider bir gün bu sevdâlar beni
Râşid Âmidî
Diğer misal:
Hâli kâfir zülfü kâfir çeşmi kâfir el-amân
Ser-te-ser iklîm-i hüsnün kâfiristân oldu hep
Nedîm
Diğer misal:
“Dil ateş dîde ateş sîne ateş rûy-yâr ateş
Gül ateş bülbül ateş gülşen ateş cûy-bâr ateş”
Diğer misal:
Rehâ bulmak ne mümkün sûziş-i mihnetden ‘uşşâka
Firâk ateş visâl ateş belâ-yı intizâr ateş
Nola yansam yakılsam Ref’etâ bezm-i muhabbetde
Ki ‘aşk ateş mey ateş hüsn-i yâr-ı gül‘izâr ateş
Ref’et
[122]
Diğer misal:
“Beni itmekle lutfa müstağrak
Sizsiniz cümleye bedel olarak
Rağbet ü hürmet itdiğim insân
Şükriyyene ‘âciz olduğum ihsân
Bir benim bir de siz şu dünyâda
Başka kim varsa hepsi rüyâda
Hepsi gâibde hepsi ‘aynı hayâl
Yalınız biz varız bize meyyâl”
Diğer misal:
“Nitekim hâk içinde bin haşerât
Beslenir sâyesinde ecsâdın
Bulur na‘şın üzere evlâdın
Her cerîhanda bin gıdâ-yı hayât
Ne büyükdür senin bu ihsânın
Daha kudsî o şîr-i mâderden
Daha şîrin duhân-ı dilberden
Daha revnakli reng-i hâverden
Daha rengîn hıyâz-ı kevserden”
[123]
Diğer misal:
“Büyüksün İlahî büyüksün büyük
Büyüklük yanında kalır pek küçük”
Tedrîc
Tedrîc bir nevi‘ mecazdır ki müellif hayalden hayale, fikirden fikre derece derece çıkarak veya inerek istediği noktaya vâsıl olur.
Misal:
“Lutfunun zikrini edâ düşvâr
Kuluna çünki iltifâtın var
Bir de çeşm-i siyâhın ‘aşkına sun
Bir de şîrin nigâhın ‘aşkına sun
Durma başın içün bana mey sun
El-amân ey perî pey-â-pey sun”
Diğer misal:
“….Alaylar bir birinin imdadına gide gide iki birinci saf harpleri tamamıyla yek-diğerine karıştı. İhtiyatlar da silah arkadaşlarını teyid için yerlerinden oynadı. Tarafından top
[124] ve tüfek sadası kesildi. İki asker mızrak mızrağa, kılıç kılıca, hançer hançere, hatta boğaz boğaza uğraşmaya başladılar.”
Sanâyi‘-i Lafziyye
Sanâyi‘-i lafziyye üslubun tezyînâtındandır. En mühimleri ber-vech-i âtî zikrolunur.
1. Tenâsüb
2. Îhâm-ı Tenâsüb
3. Îhâm-ı Tezad
4. Tensîk-i Sıfat
5. İktibas ve Tazmîn
6. Telmih
7. Tecnîs ve Mülhakâtî
8. Seci‘ ve Tersî‘
9. Vasf-ı Tahsînî
10. Îcad ve Tervîc-i Elfâz
[125]
Tenâsüb
Tenâsüb bir fıkra veya ‘ibârede cem‘ ve ta‘dâd suretiyle îrad olunan eşya arasında fikren veya mahiyeten birer karâbet veya münasebet bulunmasından ‘ibarettir.
Misal:
“ Güya ki felek baharın zemine verdiği hüsne gıpta eder de ufukta bahçelerimize nazire yapmaya kalkışır: Güneş ya tulu‘ ya da gurub edip de saba temevvüce başladığı gibi katmer katmer olur. Kimi yeşillenir, yaprak şekli bağlar. Kimi morarır, sümbül gibi kandil andil öteye beriye dağılır.”
Diğer misal:
Bir dürr-i sedef-nişîn idim ben
Bir mevce ile kenâre düşdüm!
Recâi-zâde Mahmud Ekrem
Diğer misal:
Açıldı bâb-ı rahmet gitdi gam gözden sehâb-âsâ
Nümâyân oldı âsâr-ı sa‘âdet afitâp-âsâ
Kânî
[126]
Îhâm-ı Tenâsüb
Îhâm-ı tenâsüb bir söz içinde kullanılan bir lafzın mevzû‘-ı fikre diğer cihetten dahi münâsebet-i maneviyesi bulunmaktan ibarettir ki ekseriya manayı o münasebet ikmal ve tenvîr eder.
Misal:
Şâh-ı gül goncasiyle ser-efrâz
Salınır rûzigâre eyler naz
Şimdi şu beyitteki (rûzgar) kelimesi ‘âlem manasına geldiği gibi, hubûb-ı heva manasına dahi geldiğinden ve bu ikinci manasıyla kelimenin o ifadeler içinde münasebet-i maneviyesi derkar bulunduğundan beyit îhâm-ı tenasübü şâmil ve bu iki sözün mükemmeliyet ve münevveriyet manalarına ise îhâm-ı tenasüb sıfatı kâfil oluyor demektir.
Diğer misal:
“Kadın erkek herkes okuyup yazmak bilmesini İslamiyet mukteziyatından değildir? Ben niçin herkesten ma‘dûd olmuyorum? Ehem olmadığı için mi beni nâ-ehl ‘addediyorsunuz?
[127]
Îhâm-ı Tezad
Îhâm-ı tezad birbirinin zıd veya mukabili olan elfazın bir ifade içinde fakat cinas-ı manevî yolunda îradından ‘ibarettir.
Misal:
“Seninle bütün dünyayı dolaşalım. Kutuplara varıncaya kadar gidelim. Nihayet Amerika’da tevatın edelim. Bu köhne cihanın havadis ve ahvalini yeni dünya gibi bir yerden muhakeme edelim!”
Tensîk-i Sıfat
Tensîk-i sıfat, eşhas ve eşyadan birini tavsif için bir çok sıfatlar îrad etmektir.
Misal:
“Hâsılı mehd-i insaniyet (insaniyet beşiği), Mescid-i Aksâ-yı diyânet, evvelin dershane-i hikmet, dârül-muallimîn-i marifet, nümûne-i ‘umran-ı medeniyet, maşrık-ı envar-ı ma‘delet olan Asya kıt‘ası Cengiz gibi seba‘dan aşni‘, şirk-i kader-i mel‘un, cehl gibi denî bir dâhiyyenin zuhuruyla her tarafı tahtadan yapılma kaba saba sanemlerle dolmuş bir puthane-i cehalet her köşesi kanlı kelleden yapılma kulelerle müzeyyen bir istihkam-ı vahşiyane şeklini bulmuştu.”
[128]
İktibas ve Tazmin
İktibas denilen sıfat-ı mühimme teyid-i fikr ve tezyin-i kelam için. Âyât-ı kerime ve ahâdis-i şerifeden bazısını – âyet ve hadis olduğuna işaret etmemek şartıyla- îrad etmektir.
Misal:
Besdür erbâb-ı fikrete bu hitâb
Fetakvallah ya ülilelbâb
Kulhuvallahahu ile dili memlû
Ellezi lâ ilahe illahû
Şâkir Ahmed Paşa
Diğer misal:
Nâgehan manend-i nesim bir biriyle hüceste-likâ nezd-i hakiraneme iltica ile feth-i duhan meşk-efşan idüp hem nefha-i Cibril tebliğ-i selam sultan-ı celil itdikde sahrâ-yı beden-i gülzar-ı bahar ve riyaz-ı can “cennat-ı tecri men tahteha’l-enhâr” oldı.
Sâmi Paşa
İktibasta vezin ve kafiye zaruretine mebni tagyire dahi cevaz vardır.
Gelelim Tazmine: Tazmin demek muktezâ-yı hâle muvafakatı ve yahud
[129] zatında letafeti cihetiyle bir başkasının eş‘ârından bir beyit veya bir mısraı şair kendi neşidesine katmaktan ‘ibarettir.
Tazmin olunan söz meşhur ise, tazmin olunduğuna dair bir işaret edilmez. Meşhur olmadığı surette sirkat denilmemek için kailine işaret olunmak icab eder.
Misal:
Zamân-ı ‘adl ü dâdında be-kavl-i sabri-i şâkir
Girîbân-ı felek mehcûr-ı dest-i âh-ı şekvâdır Nef‘î
Diğer misal:
Bu mahalde ‘aceb evsâfına şâyân görünür
Nola bu beytini Bâkinin idersem tazmîn
Def‘-i Ye’cüc-i gama eşigidir sedd-i sedîd
Men ceyş-i eleme dergehidir hısn-ı hasîn
Nef‘î
‘İndel-bülegâ meşhuriyetine mebnî bilâ-tasrih-i tazmîne misal:
İtdiği günler melâl-i dil beni sıhr-ı enverd
Çâresiz râhımda pâ-mâl itdiğim her birin zerd
Bir garîb âvaz ile izhâr idüp tahrik-i derd
[130] Rûzgâra karşı gönlümden çıkup bir âh-ı serd
“Ağlaram ama niçün bilmem kiminçün ağlaram?”
Recade Mahmud Ekrem
Diğer misal:
Ol zâta tahassürle sandım ki zaman ağlar
Umdum ki yüzü subhun bir reng-i hazîn bağlar
Gördüm ki güneş doğmuş pür hande bütün dağlar
Bülbüller öter şâdân pür neşe sular çağlar
“Âlem yine ol âlem devrân yine ol devrân”
-velehü-
Tazmin bazen teyîf yolunda dahi olur.
Misal:
Herkesin yanında yâri salınır bekler gibi
Mısraı İzzet Mola tarafından:
Ardına düşmüş dil-i zârım gider bekler gibi
Mısraı ile tazmin olunmuştur.
Tazmin yalnız Türkçeye mahsus değildir. Arabî, Farisî sözler dahi tazmin olunur.
Misal:
Sende yoksa dahi elem çekme
Kenz-i Mevlâda sîm ü zer bî-aded
[131]
Ki buyurmuş halife-i bilhak
“Femenallah rızk-ı küll ehad”
İzzet Molla
Diğer misal:
Bu tesirle nasıl mümkün olur zabt-ı figân
Her ki zahmı hurdülbüte figanı dâred
Telmî‘
Telmî‘ ıtlâk ettiğimiz sıfat-ı menşûrât ve manzûmâtta ‘Arabî ve Farisî bazı cümleler ve terkibler bulundurmaktan ibârettir, ki bunlar iktibâs ve tazmîn yolunda olmamak ve kendi kendilerine birer ma‘nā ifade eylemek iktiza eder.
Misal:
Vefedâk-i ruh-ı ebi vü ey dü-‘âlemin cânı
Eyâ serîr-i kemâlin şeh-i cihân-bâzı
Reisü’l-küttâb ‘Ârif
Diğer misal:
Nâbî bu fenâdan eyle perhîz
Bir gün dimeden zamâne ber-hîz Nâbî
[132]
Diğer misal:
Felekde evc-i ‘ayyûk üzre bir yer var mı dirlerse
Leb-i bâ-mey tebessüm üzre dir kim innehü hazâ
Nedîm
Diğer Misal:
Gücâ-est guy-ı Nedîmâ? Terânesiyle bu dem
Gelir cihâne gül-efşân olup o tâze nihâl
Nedîm
Tecnîs ve mülhakâtî
Tecnis ki cinas yapmak demektir, lafzî ve manevî nâmiyeleriyle ikiye münkasımdır.
1. Cinas-ı lafzî bir söz içinde telaffuz ve imlada tamamen veya kısmen müttehid ve manada mütehâlif elfaz iradından husule gelir.
Misal:
Teveccüh eylese dânişverân-ı dehre kaza
Verir efendi zarûrî heman kazaya rıza
Lâedrî
Şimdi bundaki kazalardan birincisi hükümet-i şeriyye manasına diğeri ise kader manasınadır.
[133]
Diğer misal:
Yalan-ı köhneyi kıldı yalancı pehlüvân ol şâh
Cihânın şimdi oldu kahraman-ı tâze destânı
Bundaki (yalan) lafzı pehlivanlar manasına olduğu ve bunun mecanisi olan (yalancı) gelmesiyle telaffuzda, ve eğer şairin ihtiyar ettiği imladan kast-ı nazarla hakkı üzre (yalancı) yazılacak olursa kitabette dahi müşabeheti kısmen bir müşabehetten ibaret bulunduğu cihetle bu da bir cinası hâvi demek olur.
2. Cinas manevî ise bir söz içinde iki manalı olarak irad olunan elfâzın diğer manalarıyla saded-i bahs arasında küllî ve cüz’î karîb ü ba‘îd bir münasebet bulunmaktan vücuda gelir.
Misal:
‘İzârınla letâfet bahs iderse lâle dâgîdır
Lebinle reng ü bû da‘va iderse gonce bagıdır
Reisül-Küttab Ârif
Bundaki (dagı) kelimesinin cebele mensup demek olarak, diğer manası ise azgın ve âsî olduğu gibi (bagi)dahi hem bağa mensup hem de serkeş manasına geldiğinden cinas-ı manevi vücut bulmuş oluyor!
[134]
Cinas-ı lafzîden cinas-ı manevînin en büyük farkı cinası dâ‘i kelimenin birincsinde lafzen ve ikincisinde manen tekrar etmesidir.
Misal:
San‘at gözüne ‘işve ü naz ile girişme
‘Âdet müjene tıg ile ‘uşşâka girişme
Emrî
Bundaki (girişme) kelimesinin lafzen tekririni gördüğümüz cihetle hâvi olduğu cinasın bir cinas-ı lafzî olduğunda tereddüt olunmaz.
Cinas-ı lafzîye birkaç misal:
Lutf eyle kırup geçirme halkı
‘Uşşâkı şikeste beste görme
Ya çeşm-i kebûde sürme çekme
Ya kaşların üzre vesme sürme
Reisül- Küttab ‘Ârif
Diğer:
Dağ dağa kavuşmaz dinir amma ki ciğerde
Sad dağ kavuşdı dahi dil-i yâre kavuşmaz
Velehü
[135]
Diğer :
Nâgeh kenarımda gördüm
Sayd eyler iken o mâh-ı mâhî
‘Aksi dahi yemde berk urunca
Gördüm o mehi bu şeb kemâhî
Velehü
Cinas-ı manevîyede misal:
Zîr zülfündeki o hâl-i siyâh
Kim anın kadri müşke ber-terdir
Perde-dâr-ı harîm-i ruhsârı
Bende-i makbel adı ‘anberdir
Reisül- Küttab ‘Ârif
Diğer misal:
Sıhhat ruyana olur nerm nehâdân muhtâc
Düşmesün rüşte çalışsun nazar sözünden
Nâbî
Diğer misal:
“Ehliyle yanan günahsızdır
Ehliyeti iştibâhsızdır
Ma‘bûd anı duzahda yakmaz
Cennette de ehilsiz bırakmaz”
[136] İttihâd ü İştikâk ü Şebih-i İştikâk
Tecnîs-i mülhakâtından olan ittihâd ü iştikâk ve şebih-i iştikâk sanatı bir söz içinde muhtelif manalara kullanılan iki lafzın iştikâk cihetiyle ittihâd veya müşâbehetinden ibârettir.
Misal:
İşte bundaki (‘akl, ‘akâlî) kelimeleri gibi
Diğer Misal:
“İfademi bir hal ile telakki itdi ki tarifine gönül dayanmaz. Bilemem ki nam-ı makdes-i AhmedÎ ziver zeban ihtirâm olduğu zaman Ebu Leheb o mertebe lehîb efşân gazab olur muydu?”
Diğer Misal:
Kâbil olsun da kişi isterse makbul olmasın
Lâedrî
Kalb
Cinas-ı mülhakâtından madûd olan kalb sanatı dahi bir söz içinde bulunan lutfun hurûf-ı mürekkebesi tamamen veya kısmen birbirinin
[137] aynı olduğu halde tertipte muhtelif bölünmelerinden ibarettir. Cinas-ı lafzîde kelime-i mütecâniselerin ittihadı ezdiyâd makbuliyyete medâr olarak o makule cinaslara cinas-ı tam ismi verildiği gibi kalb sanatında dahi kelimelerden ikincisi birincisinin işâgîden yukarı doğru sırasıyla aksinden husûle gelen mutâbık olmak lazım gelir. Ve namına kalb-i kül denilir.
Misal:
Elde bulundu ‘izzet ü ‘irfan olur revâ
Yâver bize değildir emel-i şöhret ü riyâ
Bu beytede mısra-ı evvelin son kelimesiolan (revâ)nın müretteban aks ü kalbden mısra-ı saninin ibtidağı kelimesi bulunan vekâilin muhalifi eşar idi (yaver) lafzı husule gelir.
Biri diğerinin müveşşaen maklûbu olan kelimeleri cami söze misal ise, şu beytdir:
Ermeden adımı ihraca mardır bâis
Ki nam-ı azîzâ irem bozundusudur
Lâedri
[138]
Seci‘ ve Tercî‘
Seci‘ ve tercî‘ şeraitine muvafık olursa, makbuldür. Yoksa seci‘ ve tercî‘ göstereceğim diye manayı zîr ü zeber etmekte hiçbir mana yoktur.
Seci‘
Seci‘ ıtlak olunan şey nesre mahsustur. Terkib ve ibâratla fevasıl-ı kelâmiyede veya bir birine matuf ve ekseriyâ bir lafz ile merbut olan olan cümel ve fıkaratın sonlarında vâki‘ kelimâtın ve ahiri huruf u harekat ve sekenatça mütehaddid bulunmaktan ibarettir.
Evvelki surette olan escâ‘a seci‘-i mutlak ikincisine seci‘-i mukayyed ve yahud seci‘-i rabtî deriz.
Misal:
“ Fakat hasmıyla çarpışmağa başlar başlamaz sevk-i rüzgar eczâ-yı vücudunu tarumar ettiğinden o ateşpare-i celâdet yok yere mahv oldu gitti.”
Bundaki (rüzgar-tarumar)seci‘i merbut ve mukayyed olmadığından yani (tarumar) dan sonra gelen (ittiğinden) gelmesi
[139] (rüzgar) lafzına elsak ve ahlak edemeyeceğimizden bu seci‘ (seci‘ mutlak) enva‘ından demek olur.
Diğer misal:
“Halefi Sultan Orhan ise ol hamlesinde Bursa’nın Bünyan mukavemetini zir ü zeber ve o zamana kadar rahş-ı gaza üzre bî-karar olan serir-i hükümetine bu şehr-i garrayı mukarrer itdi.”
Seci‘-i mutlaka misal:
Bu haber-i gam-âver sâmi‘e güzar seyyidülbeşer oldukta merat-i zammiyelerine vesile-i keder olup…
Nâbî
Seci‘-i mukayyede misal:
İlâhî vâkıf-ı keyfiyet hal ü ‘âlem-i dakayık-ı ahvalsin bilirsin ki senden gayrı mu‘în ü mezâhirim yoktur. Ve etraf u civanbende hasıl u mu‘ânidim çoktur. Fuzûlî
Bunlardan başka bir de seci‘-i mefrûk vardır ki o da sebk-i mef‘ûle muvafık yazılan makalatta cârîdir.
Misal:
İmam Cafer-i Sadıkdan nakildir ki efrat-ı girye beş kişiye münhasırdır. Biri Âdem ki behişt firakındannalan idi. Ve biri
[140] Yakup ki Yusuf hicrinden giryan idi. Ve biri Yusuf ki Yakup derdinden perişan idi. Ve biri Fatıma Zehra ki Hazret-i Resulün ateş-i firkatından büryan idi. Ve biri İmam Zeynelabidin ki kırk yıl vakıa-yı Kerbela’dan sonra layenkatı‘ şirişk efşan idi.
Fuzuli
Tarsî‘
Tersî‘, nazm u nesirde müşterek olarak bir mısraı ve yahud bir cümle veya fıkrayı teşkil idi. Kelimelerin ikiden ziyadesi diğer mısrada ve yahud diğer cümle ve de mukabilleri bulunan kelimat ile hem vezin ve hem kafiye olmasından ibarettir.
Misal:
“Basit-i âlemde medayin-i azîme inşasıyla revâbıt-ı icitmâ‘ı teşyîd ediyor, muhit-i azamda sefâin-i cesîme peydasıyla ve sâıt-i intifâ’ı tezyin ediyor. A‘dâd ittiği edevât ile siyâh gibi mevc-i deryada sair oluyor fıtratı ise o mahiyetten müberradır. Îcâd ittiği alat ile zi cenah gibi üç havada tair oluyor, hasleti ise o hasiyetten muarradır. Cismi hakîr amma efkarına eb‘âd gibi hadd ü enhâ bulunmaz, ömrü kasîr amma asarına a‘dâd gibi
[141] ‘aded ü ahsâ tasavvur olunmaz. Mekmen-i kudrette mestur olan serair-i tabiatı piraye-i efkar etmektedir, mahzen-i fıtratta matmur olan cevahi-i marifeti sermaye-i Pazar etmektedir.”
Diğer misal:
“Eczâ-yı beşer câlib-i ta‘cîl fenâdır
Ebkâ-yı eser-i mûcib tahsîl-i bekâdır”
Şerâit-i tescî‘
Teşcî‘in bir takım şeraiti vardır. Bunlardan birincisi seci‘in tabi‘i olması, ikincisi kesret-i isti‘mâlinden ictinab edilmesi, üçüncüsü tabiatçe üslubun nev’iyle mütenasip bulunması, dördüncüsü escâ‘-ı mukayyidede cemel ü fıkarâtın tetavveline veyahud bir diğerinden hadd-i i‘tidâli tecâvüz edecek sûrette kasîr olmasına meydan verilmemesi, beşincisi seci‘-ender seci‘in iki mertebeyi tecâvüz etmemesi maddeleridir
Tabî‘i olan seci‘i te’mil ü tevkif etmesizin kendiliğinden vârid olan veya hiç olamazsa tasannu‘ ve tekellüf şâ’ibelerinden biri görünendir.
[142]
Fıkarât-ı âtîyedeki (penâh- istinâdgâh) seci‘leri bilâ- te’mil olan escâ‘-ı tabî‘iyedendir:
“İşte bu hâdise üzerine Salâhaddin’in Cenâb-ı Hakdan gayrı bir penâhı ve onun ihsân-ı mahsûs olan hasâ’il-i zâtiyyesinden başka bir istinâd-ı küllî kalmadığı halde yine kat‘iyyen fütûr getirmeyerek mükâlemeye girişmiş ve harb ve sulhta…”
İfâdeyi mebde’inde almış olduğu hatt-ı istikâmetinden inhirâf ettirmemek, lafzen mutâbakatsızlıktan sâlim bulunmak ve hüşû, tekrar-ı ma‘nevî, tetâbi‘-i izâfât, garâbet, rabıtsızlık, ma‘nânın lafza tabi‘îti gibi nakâyıstan hiç birini îcâb eylememek escâ‘-ı tabî‘iyyenin hâs-ı mütemeyyizesindendir.
Bu hâle nazaren atideki fıkrâtta görülecek escâ‘-ı merdûdedir: merhem ceriha-i fu’âd ü mûmyâ-bahş dâg-ı derûn-ı muhallis-i vefâ mu’tâd olan…
Kenan Bey Merhum
Diğer misâl:
Cenâb-ı mükerremlerini tarafımızdan istifsâr-ı emr-i muhâl ü irsâl ahbâr-ı rütbe-i istihâlede bir hayal iken bu def‘a pederleriyle irsâl-i târih ve bir def‘a dahi paşamız Ahmed Efendi ile îsal-ı selam bî-renc olunmuştu. Veysî
[143]
Bir fıkra içinde bir cinsten bir çok escâ‘ın ta‘âkib ettirilmesi hem tabî‘i olmaz, hem ahenk-i ifâdeyi ihlâl eder.
Hezl ü mizâh yolunda yazılan şeylerde seci‘ çokça da olsa beis yoktur. Hatta bazen o makûle şeyler içinde escâ‘ın tevâlisi ifâdenin revnâkını, şetâreti tezyîd eder.
Misâl:
Ba‘de sâhib-i lakab kesret-i sürûr-ı vefret-i habûr ile izhâr-ı server iderek hânesine varıp ehli dert-mend hâtuna tebşîr ü lafz eşk-i hayâya tebdîl olunduğunu takrîr-i ‘avret bir âh-ı sûz-nâk çeküp evvela ziyâfet içün sarf olunan nakdine senin ‘arıza-i telef olduğuna te’essüfle:
Bî-çâre katır-ı mefte satıldı semeriyle
diyerek sînesini çâk ve sâniyen tebdîl-i lakab bir fâideyi müntec olmayıp hemen tecdîd-i hamâriyet etmiş olmakla çeşm-i hayret-dîdesini girye-nâk…
Kânî
Diğer misâl:
Anı senin gibi idrâki gûşın ve mahfaza-i mugzî ‘avne-nümâ-yı dünbelek olanlar te‘akkül ve iz‘ân edemezlerse ma‘zûr olurlar.
Velehu
[144]
Envâ‘-ı esâlibden her dürlü seci‘e en ziyâde müsâ‘id olan üslub-ı müzeyyendir.
Üslûb-ı sâdeyi tezyîn edecek seci‘ler az olmakla beraber lafzen ziyâde me’nûs ve latîf olmak iktizâ eder.
Üslûb-ı ‘âlîye gelince bunda dahi iktizâsına göre kullanılmak ve lafzen ‘ulvî olmak şartıyla seci‘ bulunabilirse de bu seci‘ler şâyed bir zînet-i hakîkiye makâmına geçemeyecek olursa ifadenin ciddiyetini ve mevzu‘-bahsin ‘ulviyetini ihlâl etmek mukarrerdir.
Seci‘ için üslûb-ı sâdeye misâl:
Hazret-i ‘Azraîl dahi rûh-ı pür-fütûh-ı Muhammedîyi kabz ile a‘lâ-yı ‘iliyyine ulaştırdı. Sallallahu Aleyhi vessellem, işte dünyânın hâli budur: Kişi ne kadar yaşasa encâmı fenâdır. Bâkî ancak Hudâdır. Bu konağa her gün gelip giden çok amma dönüp gelen yok. Vefâsız dünya kimseye kalmaz. Dünya varlığı kimseye kalmaz. Dünya varlığı kimseye mal olmaz. Cevdet Paşa
Üslûb-ı müzeyyene misâl:
Bu cezîrenin sekene-i zükûrı düşmen kesb-i menfa‘at ve etfâl ü nisâsı harîs zîb-i zînet olarak bunlarda gördü kim noksânî-i
[145] letâfet tabî‘at-ı dil-i muhabbet mev’ile muhattar-ı mubâ‘adet olduğu halde refîklerim bezm-i ülfet ü ünsîte da‘vet…
Fenelon- Mütercimi: Yusuf Kamil Paşa
Üslûb-ı ‘âlîye misâl:
Hükemâ dediğimiz kudemâ-yı işrâkiyûndan yek-diğeri idrâk ederek gelmiş ve tarîka-i tilmîz ü tilmizle müteselsel olmuş yedi nefer-i merd-i ma‘arif eserdir. Ve mu‘ahherleri Eflâtun olup bunun dahi şakirdi Aristâlistir. Lâkin Aristâlis mesâ’il-i felsefede tazarrur ve üstâdına muhâlefetle temerrüd edip silsile-i eşrâkîden münfik ve mesâtî gürûhuna reis-inev-meslek oldu.
Sâmî Paşa
Seci‘in en çok yakıştığı yerler mürâ‘eten nazîrî ve tensîk-ı sıfâtı şâmil fıkralardır.
Mürâ‘aten nazîr için misâl:
“’Asâkir-i İslâmiye ser-‘askerinin ismi ‘Abdullah bin Sa‘d olup kalb-ileşker onunla ma‘mûr ve meymene-i cünûd ‘Abdullah bin ‘Amr ile mensûr ve müessere-i ‘asker ‘Abdullah bin Zebîr’in kudûmuyla mesrûr ve mukaddeme-i cuyûş dahi hazûr ‘Abdullah bin ‘Abbas ile pür-nûr olduğundan muharebe-i mezkûre (harbü’l-‘ibâdele) denmekle şöhret bulmuş…”
[146]
Tensîk-i sıfât için misâl:
Sâlih Yahudi ol fesâhattan müte’essir olup eytti.
“ Ey ‘azîz! Vâliden kimdir?” İmam Hüseyin eytti: “Sukût-ı handân risâlet, kıdmet-i dûd-mân ne bût, sadef-i ’iffet ü ‘ismet gırre-i çehre-i ‘ilm ü hikmet nokta-i dâ’ire menâkıb ve mefâhir, lem‘a-i nâ-sâye-i mehâmed ü müesser, mâder-i sâdât, mecmu‘-ı sa‘âdât, şem‘-i ‘arsa-i ‘arasât, betûl-i ‘azrâ, ya‘ni Fâtımaü’z- Zehrâdır.”
Fuzûlî
Hâsılı seci‘ ve tersî‘ – su’istimâl edilmemek ve mahallinde olmak şartıyla kabul olunabilir.
Vasf-ı Tahsînî
Vasf-ı tahsînî dediğimiz şey mevsûfunun ta‘yîn-i mâhiyeti için değil ancak tezyîn-i ifâde maksadıyla îrâd olunan sıfatlar, vasf-ı terkîbîler veyahud bunların makâmına kâ’im olacak ta‘birlerdir ki kâ‘ideten zevâ’idden add olunabilirse de kâ‘ide-i edebiyece ehemmiyet-i mahsûsayı hâizdir.
Misâl:
Meselâ afitâb(‘âlem-tâb)
‘Azm-i magrib kılınca zulmet-i şeb
[147]
Bir sükût (‘amîk) olur peydâ
Sanki hâba varır bütün eşyâ
‘Aks-i berf-i zamâne perverde
Görünür vech-i leyl (esmerde)”
Diğer misâl:
Bu şi‘r-i (teri)okurken ol mâh
Bir savt-ı (garîb) işitdi nâgâh
Bir tûti-i (sebz-i âl-i minkâr)
Bir şâhda eyler anı tekrâr
Kim duhter-i şâh-ı çîn o hûn-rîz
Bu baga gelir çü kubh-ı gülbîz
Vasf-ı tahsîni yalnız şiirde değil, nesirde de pek yakışır.
Misâl:
İnsanın (en dakîk) hissiyâtı, efkârın (en ‘ulvî) derecâtı teşrihâtıyla, tafsîlâtıyla, kemaliyle tiyatro kitaplarında görülür. Efkâr-ı şâ‘irâne ve iktidâr-ı edebiyâtın en ziyâde mahâret-nümâ-yı (kemâl) olduğu yerler tiyatro risâleleridir. İçinde öyle (fezâfeyz) baharlara tesâdüf olunur ki heyecân ile çırpınır bir gönül o temâşâ-yı (rûh-efzânın) karşısına geçip de sa‘atlerce lezzetlere, Safâlara gark olmamak mümkün değildir. Sezâî
[148]Bir nevi vasıflar daha vardır. Bunlar ötekilerine benzerse de tezyîn-i kelâma âit değil mücerred hayaldeki garâbeti, tasavvurdaki nükte ve letâfeti göstermeye mahsustur. Bunun için hazfları kabul olunamaz.
Misâl:
“Mutlak bu yerde olsun zevâlim
Hurşîdim işte karşımda gârib
Hurşîd ölgün hurşîd (muzlim)
Maşrık kararmış yanmakda magrib
Matem-i libâsım ‘aksiyle gülşen
Bir leyl isem de bir leyl-i (rûşen)
Hep başka başka ezhâr açılmış
Nahl-i emelimi cism-i nizârın
Benzer şahâbe senin mezârın
Düşmüş zemîne nûrı saçılmış
Gök mü yarılmış ya Râb nedir bu
Ezhâr (pür-nûr) envâr (hoş-bû)”
Zira derc ettiğmiz meselede (ahîn) ve (münîr) vasıfları bulunmasaydı ifâde o kadar şiddetli, o kadar ehemmiyetli olmazdı:
“ Gazan Bahadır- ki zor bazuda zamanının mezîdi idi.- esnâ-yı girü darda Emire rast gelerek elinde bulunan ve yarım kantar
[149] ağırlığında olan gürz-i ahenîni bir şiddet-i fevkal‘ade ile göğsüne urduysa da …”
Diğer misâl:
“Gâzi-i ‘Azîmü’l-müesser eline hizmet-i veyne sâlih böyle bir vâsıta geçince hemen onu riyâset-i idâreye getirmik ve bârika-i efkâr-ı hak-perestânesini ziyâ-yı mihr-i münîr gibi ‘âlem-i bâlâdan neşr etmek tasavvurunda bulundu.”
Diğer misal:
Cihân-bân-ı yegâne âfitâb-ı âsümân-sâye
Hüdâvend-i zamâne mehd-ârâ-yı negû-kârî
Bisât-ı heft iklîmin çerâg-ı ‘âlem efrûzı
Serîr-i nüh revâkın pâdişâh-ı mâh-ı dîdârı
Hidîv-i nâm-ver ârâyiş-i taht-ı Süleymân
Cihângîr-i muzaffersaf-şikâr rezm kerrârî ‘Ali rezm vü Süleymân kevkebe sultân ‘Osmân kim
Revâdır tâk-ı ‘arş üzre açılsa tîg-ı hûn-bârî
Nef‘î
Diğer misâl:
‘Âlem hayât-ı nev bulur cânlar bağışlar dembedem
Enfâs-ı rûhu’llâhdır gûyâ nesîm-i subh-dem
[150]
Sahn-ı felekde cilve-ger tâvûs-ı zerrîn-bâl ü per
Bâg-ı cihân pür zîb ü fer ‘âlem gülistân-ı İrem
Müşkîn nesîm oldı hevâ ‘anber şemîm oldı sabâ
Gülzâre gelse gâlibâ urmaz Hotenden nâfe dem
Bâdın seherden hoşnesîm hulk-ı Hudâvend kerîm Sultân-ı ‘Âdil Hân Selîm şâhenşâha sâhib kerem
Keyhusrev Cemşîd-fer Cemşid-i Keyhusrev-güher
Dârâ-yı İskender-zafer İskender-i Dârâ-haşem
Bâkî
Îcâd ve Tervîc Elfâz
Îcâd-ı elfâz ta‘birinden anlayacağımız mana lügat itaplarında asla yeri bulunmayan kelimâtı keyfî olarakyeniden teşkil ve isti‘mal etmek demek değildir. Ancak kelamda ekseriya yeni ve nükteli bir fikri bir tarz-ı nevîn ve hoş âyende ile beyân için terkib ve inşâsı itibarıyla bütün bütün nâşenîde tabirler îrâd eylemektir.
Kendilerini terkib ve teşkil eden lügatlar zaten mevcut ve hatta me’nûs olmak iktizâ een o türlü harekât-ı mahzâ sûret-i terkîbiyeleri itibarıyladır ki îcâda nisbet olunurlar.
[151]
Misâl:
“ Emîr Mücâhid bu himmet-i (tagyîr-i nâ-pezîr)ine nazaran cevher-i salâbetten masnû‘ bir heykel-i ‘anberî gibi ne derece nevâdir rûzgardan olunsa revâdır!”
Diğer misâl:
“Emirin celâdet (Rüstem-i pesendâne)siyle birtakım muhâcemât-ı şedîdeden sonra galebe Mahmud gazâran tarafından kalarak Baydu Han fırkası hezîmet-i külliye ile ric‘at eyledi.”
Diğer misâl:
“ Bu mel‘ûne ise daha sağ iken arzusu cadılara isnâd olunan kan içmeye, can yakmaya hasr eylemişti, gâh perîhânın şahane cemal-i (‘âlem teshîr)ini nâzende edâ-yı (rûh itilâfını) kendi letâfet-i pejmürdesine kıyas eder, ‘âdil Giray nazarında kendinin ona tevfiki ahir harîfin ol bahâda rüchânı gibi muhâlâtdan bulur ve bu ye’s ile ‘ömr güzeştesinin her dakikasını kendince bir devre-i memât bilirdi.”
Diğer misâl:
“Mahşerde mezârından kıyâm eden (iltifât-ı perverdegân)-ı ilâhi gibi ta‘rîfi nâ-kâbil bir şevk ile yatağından fırladı.”
[152]
Diğer Misâl:
“O cihetle bir (Hürrem bahâr-ı sa‘âdetde) gökde infilâk-ı seherin, yerde güşâyiş-i ezhârın letâfetiyle hayâlât ‘âşıkânesine müstağrak olmuş bir sevdâ-zedeyi uzakdan akıp giden çayların çağıltısı nasıl gelirse perîhânede meclisin muhâveresi o yolda te’sîr ederdi.”
Üçüncü Kısım
AKSÂM-I MUHARRİRÂT
Edebiyatımızın ahzâr ettiği âsâr-ı cedîdeyi- velev muhtasar olsun- birkaç nev‘e taksîm edebiliriz. Muharrirât-ı resmiye, inşâ-yı resmiyeye ait âsârdan olduğundan burada onlardan bahs etmeye imkan yoktur. Binaenaleyh muharrirât-ı edebiyyemizin aksâm-ı mütenevvesini – bir dereceye kadar- ber vech-i âtî yazarız:
Mukaddime.
[154]
Mektup
Tezkire
Ta‘ziyet-nâme
Makale-i Fenniye
Makale-i Edebiye
Târîh
Büyük Hikayeler ve Aksamı
Mu’aheze-nâme
Letâ’ife Müte‘allik Muharrirat
Takrîzler
Mutâla‘a-nâme
Nutuk
Mensur şi’irler
Tiyatro
Mukaddime bir eserin ibtidâsında, o eserin mâhiyetine dâ’ir yazılan birkaç satır sözdür. Mukaddimeler, onları ta‘kib edecek sahâyifin münderecât ve ehemmiyetine dâ’ir olmak lazım gelir. Yoksa, mücerret bir kitapta
[155] bir mukaddime bulunsun diye haric ez-sadet hâmerân bahs ve makal olmak makdûhdur.
Mukaddimeye misâl:
Sefâlet-i beşeriyeye dâ’ir tahrîr ve gazete ile neşr ettiğim bir hikayede de yazmış olduğum vechile, kelebeklerle çiçekler arasında mechul bir rişte olduğu gibi, delikanlılarla genç kızların ruhları arasında da ma‘nevî bir rabıta vardır.
Kelebekler o çiçeklerin üstüne konmak istedikleri gibi delikanlılar da genç kızlara musallat olmak arzusunda bulunurlar.
İlkbaharın şetâretli bir gününde sahrâya çıkıp da, pâymâl-i hakâret ettiğiniz o tabî‘i çiçekler arasında uçuşan kelebeklerin şevk ü şetâretine dikkat ettiğiniz var mıdır? Guyâ üzerlerindeki jaleleri içe içe mest olurlar da ne yapacaklarını şaşırırlar. Sanki çiçekler de kelebeklerin bu nevâzişine karşı naz ediyorlarmış gibi az bir nesîmin tesiriyle ihtizâza başlarlar.
Bir de baharın tebessümü yerine hazânın giryesi kâim olduğu, bütün dereler karlarla mestûr bulunduğu vakit – eğer üşenmezseniz- beş altı ay evvel gördüğünüz o sahraya bir daha ‘atf-ı nazar eder misiniz? Nerede kelebek? Çiçekler o kadar vefâdar olduğunu sabâhtan akşama kadar isbat eyleyen kelebek ne olmuş? Uçmuş!..
[156]
O aralık, belki, karların arasında kurumuş. Ne olduğu bilinmez bir şey gözünüze ilişir: dikkat etseniz anlarsınız ki o kurumuş, solmuş, teverrüm etmiş yadigar bir çiçeğin bir cüzüdür! Niçin öyle? Orada kelebeğinin dolaştığı yerde terk-i hayat etmiş! demek, çiçekler kelebeklerden daha vefalıdırlar.
Bir delikanlının bir genç kızı takip ettiğini düşününüz: kız ne kadar naz, ne kadar istiğna izhar edserse delikanlı o kadar sevda, o kadar ıztırab gösteriyor. Hele bu iki vücud, bir aralık yalnız kaldıkları vakit, delikanlının ağlaya ağlaya kızın ayaklarına kapandığını o aralık kızcağızın günlerce mukavemet ettiği bir kuvvete karşı artık takati kalmadığını isbat ettiğini görürsünüz. Beş, altı ay sonra bu iki ruhu tasavvur ediniz: sükut!.. Delikanlı ne olmuş? Sevdiğini terk etmiş!.. Ya kız?.. Arkasında yırtık bir entari, ayağında patlamışbir potin olduğu halde, namusunu muhafaza ede ede, sefaletin karşında titreye titreye karnını şişirmiş olan çocuğun harekatını men‘e muktedir olamayarak dileniyor!.. Demek kadınlar erkeklerden daha vefalıdırlar.
Şimdi, bu mukaddimeyi okuduğumuz vaki, elbette, bundan sonra
[157] gelecek satırların, bir kadının acz-i masumanesine karşı bir erkeğin ihanet-i iblisfiribanesine dair olduğunu nlarız. İşte maksat da budur.
Mektup
Mektubun da envâ’ı vardır. Fakat mektupların her nev’ini burada irâe etmek zaten mufassal olan şu eserin müsa’edesi olmadığı cihetle, yalnız burada yazı yazmak demek. Söz söylemek demek olacağını ve binâen ‘aleyh insan bir refikayla karşı karşıya görüşürken nasıl lakırdı ederse, ihvâniyete ait bir mektupta da o yolda idâre-i lisan etmesi lazım geleceğini şu sual ile irâe ederiz:
Misal:
Birader!
Altı mayıs, üç yüz sekiz tarihli mektubunuzu aldım. Ben size vedâ etmeyelim, demedim mi? O vakit alam-ı iftirak daha hazîn olacaktı. İstanbul’dan müfârekatınızı ne hazîn tasvir etmişsiniz. Simanın göz yaşlarına karışan vapur dumanlarının arasından teşhis ettiğiniz tebessümlerin cümlesi bendeniz gibi arkadaşlarınıza ait olmamak gerek. Bu tebessümlerin bir kısmı da ihtimal ki İstanbul’da
[158] Nazar-ı ‘âşıkânenizi celp eden benât-ı havânın hafif, fakat mükedderâne gülümsemelerinden ibârettir.
Âh vapur vapur! Ben vapur ‘âlemini pek severim. Lakin benim sevdiğim vapur sizinkine benzemez. Çünkü o vapur sizi İstanbul’dan götürüyordu, beni ise memleketime getiriyordu. Hiç unutmam: Kanun-ı sâninin sisili sabahlarının birinde, güzergâhını beyaz köpükler içinde bırakan vapurumuz İstanbul’a yanaşıyor, serîr-i müşrikı tenvir eden sırma saçlı güneş de semanın mai gözlerini öperek beyaz minarelerin zirvelerini yaldızlıyordu. Güverteye çıktığım vakit, tarifine muktedir olamayacağım bir hiss-i heyecan ve hayretle “Uç! İstanbul!” diye haykırdım. Sizin göz yaşlarınız ile bu nağme-i server arasında yağmurlu bir hazan ile letâfetli bir bahar kadar fark vardır.
Vapuru takip eden her mevcede bir hayal gördünüz, öyle mi? O dalga edvâr-ı sermediyetten size ne kadar seda naklettiler? Bunu hissetniz mi, azizim?
Elbette! denizde temaşa edilen tulu’ u gurub i’tikadımca her sahrada yoktur. Güneşin denize dalar gibi görünmesi sırma saçlı bir asatir perisinin eski tablolarda gördüğümüz saf, sakit, berrak bir gölde yıkanışa benzemez mi?
[159]
Atina’da, Korfo’da gördüğünüz kadınların letafetinden bahsediyorsunuz: pekiyi ama Buyana nehrinin sahilinde, sahranın hevâ-yı nesîmi-i letâfetiyle perverişyâb olmuş sahra perileri şehirli kadınlardan daha ziyade ruhunuzu okşamaz mı? Sabah zi-safâ-yı baharın sevdalı bir zamanında hab-ı masumanesinden –bir kuşun nağme-i tarabfezasıyla- bidar olan, çıplak ayakları ile mahmur mahmur kulübesinden çıkan, değirmenin berrak suyu ile yüzünü yıkayan, hevayi gözleri ile semâ-yı laciverdiye nasb-ı nigah-ı tefekkür eden bir köylü kadını fikr-i şairaneyi kanatlandırmak, ruhu okşamak için, zannetmem ki bir şehirli kadından aşağı kalsın! Ah bu ma’sumiyet! Bâkî uhuvvet!
Tezkere
Mektubun üslub-ı tahririndeki şerâ’it tezkirede mevcuttur. Mesela ihvanımızdan birini – ilkbaharda – bir mesireye davet edeceğimiz vakit şu yolda idare-i lisan ederiz:
‘Azizim !
Baharın âsâr-ı bedayi-i nisarından istifade etmek üzere, yarın
[160] -hava müsait olduğu halde- bir Çamlıca âlemi yapmak istiyoruz. Sizin teşrifiniz ise, bu âlemi şenlendirecek şereflerdendir. Yarın Üsküdar vapurunda buluşalım. Baki muhâlesat!
Ta’ziyet-nâme
Birisinin vefatında, onun akraba ve ta’allukatına gönderilir. Teselliyet-nâmedir ki bu gibi yazılar âdet hükmine girmiş olduğundan, hemen ekserî hissiyat-ı rakikten biri olduğu için muharririnin müteessir olmadığını irae ederiz. Müteessirâne yazılmış ta’ziyetnâmeler nadirdir ki o nevâdirden biri de, merhum Sadullah Paşa’nın biraderleri Said Bey Efendi’ye yazdığı şu mektuptur:
Ah birader can birader!
Aldığım kara haber sâ’ika-i belâ gibi nazil oldu.
Gönlüm viran, gözlerimden sirişk-i hasret revandır. Cümlemiz muhabbet-i evlad esiriyiz. Hususa peder ve validenin böyle vuku’at-ı ciğer-suzda uğrayacakları tesirât kalbiyeyi mülâhaza etdikçe hüzn ü elem bir kat daha müşetdet olmaktadır. Feleğin böyle sitemleri çekilir dertlerden değildir. Lakin ahkam-ı kazaya rızadan başka çare var mıdır? Gidenleri ta’ziye ile uğraşanlar dahi bu âlemden
[161] gitmeyecekler mi? Kim hayata mağrur olabilir? Bu misafir-hâneye mihman olan kimi erken, kimi geç gider.
Her giden nevbetini savar. Müddet-i misafirettin kasr u meddinde ehemmiyet yokdur. Mesele âlem-i bekâda uğranılacak tavr u hâletdedir.
Ma’sum gidenler arkada bırakdıklarını mahzun iderler amma gâ’ile-i hesab ve kitabdan masun ve ni’am-ı uhreviye ile ebediyü’s-sürûr olurlar. Bu cihet düşünülürse kalp müteselli olmağa başlar. Ve cenâb-ı Hakkın idrakinden ‘âciz olduğumuz hükm-i hafiyyesine ‘arz-ı teslimiyyet ider. Hüdâ-yı müte‘al cümlemize ecr-i cemîl ihsan eylesin. Tatvîl-i makâle mecâlim olmadığından bu kadar yazabildim.
Birâderim! Ricâ ederim: Hikmet-i İlâhiyyeyi te’mil ile ateş-i kalbi teskin ediniz.
Makâle-i Fenniyye
Her türlü muharrirât- velev fennî olsun- hüsn-i ifâdeyi hâ’iz olmak şartıyla niçün aksâm-ı edebden ma’dûd olamasın? Edebiyat, makâlat-ı fenniyyeye dahi bu cihetle bir mevki‘ temyiz-i tefrik ider.
Misâl:
Kokunun mâhiyyeti hakkında verilen ma‘lûmat dahi ba‘yine ziyânın
[162] mâhiyyeti hakkında verilen ma‘lûmat gibi insana bir kana‘at-ı kâmile verebilecek mertebede değildir. Evvelâ şurasını teslîm etmeğe mecbûriyyet vardır ki koku bir cisimdir. Zîrâ hâricde vücudunun mevcud olduğu bedihi olmakdan fazla bir mahalden diğer bir mahale nakl dahi edilebilir.
Ortaya habbe kadar misk koyacak olsalar kokusu bir salonu doldurur.
Demek olur ki orada bir salon dolusu koku vardır. Lâkin miske nazar edilecek olursa, henüz onun mikdârından hiçbir şey eksilmemiş olduğu görülür. Beş on gün duracak olsa dahi eksilmez. Şu hal üzere teemmül eden bazı hükemâ kokunun cism olmadığını iddia etmişlerse de madem ki koku vardır madem ki te’sîri dahi derkârdır mutlakâ vücudu olmak lazım geleceği hem hikmeten hem mantıken müsellemdir.
Binaen‘alayehi zalik hükemâ kokuya “Bir cism üzerinden intişâr eden zerrât-ı mütetebi‘ade” derler ise de bunların bitip bitmeyeceğinde bir küçük ihtilaf kalmış ve cumhur her halde bitebileceği- bazı kokusu az ve kuvvetsiz ecsâmdan kokunun biraz vakt sonra bitmesiyle- isbat eylemişdir.
[163] Kokunun bazı ecsâmın zatıyla yekmâye olması isbat olunamaz. Bunun dahi ziya gibi bir başka cism ile kâ’il-i ‘arziyatdan olması bedâhet-i suretiye görülebilir. İmdi anlamalı cenâb-ı Hakkın emr-i hâlkıyyatda olan kuvvet-i kudretini ki koca bir salonu beş on defa ve hatta daha ziyâde doldurabilecek olan bir cismi küçülte küçüklte ve hulasa ede ede bir habbe kadar cism-i âhir içine derç edebilmektedir. Şu kuvvet-i nazar-ı dikkatte muhâkeme eden hükemâ cenâb-ı Hakkın bir habbeyi koca bir ‘âlem olacak mertebede bast ve koca bir ‘âlemi dahi bir habbe menzilesine indirecek kadar kısa edebileceğini hükm ile cebhe-sây-ı secde-gâh-ı hayret olmakdadır. Ne büyük temâşâ! Ne büyük zevk!
İmdi koku hevâ-yı nesimî içinde tayerân edecek kadar münbasit ve hafif bir şey olduğuna göre bunun bize yani cevari’ azamıza kadar gelmesi pek kolay tasavvur olunur ise de bunların içine girmesi biraz müşkilce olduğundan hazret-i nizam-ı ‘âlem bunun için dahi ayrıca bir kanun koymuşdur. O kanun ise ağzımızla nefes almak ihtimâli mevcut iken bir de burnumuzla nefes almak suretidir ki koku hava ile beraber tayeran itdiğine göre yine hava ile beraber burnumuzdan içeri girmek dahi pek muvafık hikmetdir.
Ahmed Midhat Efendi
[164]
Makale-i Edebiyye
Makâlât-ı edebiyenin bir çok enva‘ı vardır. Biz burada iki suretini göstereceğiz. Bunlardan biri oldukça ciddi bir bahsi şâirâne bir suretde ifâde, diğeri ihtisâsât-ı şâirâneyi olduğu gibi irâe eyler.
Misal:
Matbu‘at ve edebiyat Osmanlının mazhar olduğu tecdîdât-ı fevkalâde üzerine âsâr-ı garbiyeden pek çok istifâdeler eylediği ma‘lumdur.
Milli âsâr yazmağa iktidarları derkâr iken bu babda – bilmem niçün? – imsak eylemekde olan muharirlerimizin te’ennileri ne kadar şâyân-ı te’lif ise, âsâr-ı ecenbiyyeyi lisanımıza nakl ile iştigal eden gayur mütercimlerin himmet ü gayretleri de o kadar sezâvâr-ı tebrikdir.
Muharririn vazifesi, tasvir edeceği vakı‘ayı elinden geldiği kadar nazar-firib-i elvân ile irâe etmek, tahayyülâtını muvafık zevk-i selîm olmak üzere tahrir eylemek, her şeyden ziyâde yaşadığı halk içinde hükm-fermâ olan ahlak-ı beşeriyyeyi ifsâd edecek suretde idâre-i kelâmdan çekinmekdir.
[165]
Çünkü, bir eser yalnız manaya değil; elfâza da arz-ı iftikâr eder.
Bunula beraber garib elfaz ile tabi‘i olmayan hayâlat erbâb-ı mütala‘ayı memnun edemez. Kendi memleketinin ahlak u a‘dâtı, mesub olduğu halka daha tabi‘i, daha güzel görüneceği malum iken mesela bin sahifelik bir romanı, başka bir memleketin garâ’ib a‘dâtıyla dolandırmak- kari’in nazarında- muharrirce bir mevki‘-i mümtaz te’mîn etmiş add olunamaz. “Edebiyat” kelimesinde anlaşılacağı üzere, muharrir, her yazacağı eseri nezahet-i edebiye ve fezâ’il-i ahlakiye ile tezyin eylemek vazife-i mukaddesiyesiyle muzaf olacağından, tehzîb-i ahlakın hâdimi olan her muharrir terbiye haricinde yazı yazmamağa hele her şeyden ziyade mecburdur.
Mütercimin vazifesi daha başka türlüdür: kudret-i temyize,-başka bir tabir ile- hüsn-i intihâba mâlik ve kendi lisanıyla ecnebi lisanının gavamizine vakıf olan bir mütercim muvaffakiyetini temin edebilir. Zira efkar u ahlak tabâyi‘in her gün meşhud olan mübayenet ve televvününe nazaran mesela Fransızca tabî‘i, bizce garib görünen ahlak u etvarı bize iraede bir faide tasavvur etmek şöyle dursun, belki erbab-ı mutâla‘anın dûd-ı kesşf mechuliyet içinde it‘âb-ı efkar etmesine bâdi olacağından, kudret-i temyize ve hüsn
[166]-i intihâba vacibini lisanın gavamızına kesb-i vukuf etmek meziyetine vakıf olan bir mütercim, halkımızca garib görünecek bir vakı‘ayı intihabdan sarf-ı nazarla diğer bir eser tahririne başlar.
Misal:
Şafak taravet-engiz jalelerini güllerin üstüne saçıp, berrak, sakin, hazin güllere ‘aksini bırakırken bilir misin ne isterim, sevdiğim?
Sırma saçlı güneş, semanın mai gözlerini öperek, bir yangın levhası içinde şa‘şa‘a-feşan olan maşrıkı yaldızlara gark ederek, denizin dalgalarına kanatlarını çarpan martıların güzel tüğlerini yaldızlarken, bilir misin ne isterim, güzelim?
Edvar-ı sermediyetden haber getiren, sonra yaprakları dest-i nevazişiyle okşayan rüzgârın kuşların ahengiyle hem-ahenk olduğu vakit, bilir misin ne isterim, sırma saçlı cananım?
Zırban-ı kalbiyyem, dest-i pür-zur-ı mevtin tazyikiyle tevakkuf etdiği, tabaka-yı şebyegehimde menkuş olan hayal-i bî-misalinin bana tebessüm eylediği sırada, dudaklarımı dudaklarına rabt ederek, nefes ü epsinin bir ihtizaz haziniyle bilir misin ne isterim, mai gözlü şehlevendim!
Seni seviyorum, demek isterim!
[167]
Tarih
Tarih iki kısma ayrılır: Biri husususî, biri ‘umumîdir. Hususî tarihler, bir padişahın, yahud büyük bir cihangirin ef‘âlinde, ‘umumî tarihler bütün düvel-i milletin ahvalinden bahs eder. Tarih, vuku‘at-ı yevmiyenin bir mir’at-ı in‘itâfı olduğu münasebetle, bunlarda, her vak‘a olduğu gibi bir uslup-ı sade ile yazılmak lazım gelip, teşbihat ve ıstılahat ile ibraz hüner etmek münasebetsiz olur. Çünkü ibraz-ı hüner maksadıyla irae edilecek ıstılahat-ı perdazane sözler vakayi‘-i tarihiyeyi tamamıyla göstermeğe hâ’il olur.
Osmanlı tarihinden bir sahife:
Vakı‘â bizzât imparator cenapları mahzâ bir imparatorluk namını muhafaza edebilmek için her şeyi kabul edeceğinden bahisle amana düşümüş ise de kabul olunmamışdır. Ma‘haza İstanbulda pek kilitli Rum galabalığı olup eğer Mora taraflarında dahi İstanbul imdadına koşulacak olur ise emr-i teshîr bir kat daha güçleşeceğinden evvela Mora üzerine bir kolordu gönderildi. Zira İstanbul imparatorunun seri‘an Avrupa’ya elçiler çıkararak istimdad ve isti‘ane eylediği dahi haber alınmışdı. Ondan sonra
[168] iki yüz elli bin kadar asker ile İstanbul üzerine dahi yürünerek her tarafdan bil-muhasara tazyike ve Beyoğlu dağları üzerine tabya olunan toplar ile harbe başlandı. Tamam elli üç gün muhasara ve muhaceme devam ederek birkaç hücumda adeta boğaz boğaza gavgalar edilmişdi. Nihayet top ile açılan gediklerden bir hücum gösterilerek onu müte‘akip her tarafdan dahi yürüyüş edilmekle nefis İstanbul sokakları içinde dahi muharebenin imtidatıyla dereler gibi kanlar dökülmek mukabilinde pay-ıtahtımız feth olunmuşdu.
Ahmed Mithat Efendi
Büyük Hikayeler ve Aksamı
En evvel romanın ne demek olduğunu anlayalım:
Roman yazmakdan, roman okumakdan maksad nedir? Acaba roman yazmakdan meram, güzel bir kadın, sonra yine güzel bir delikanlı tasvir etmek, kadını delikanlıya, delikanlıyı kadına bir rişte-i aşk ile rabt etmek, sonra ortaya bir de rakib çıkararak, bir ike âdî entrika ile rakibi ‘âzim-i semt-i ‘adem edip, iki zavallının da heman ekser hikayelerimizde görüldüğü gibi kurban ederek işi bitirivermekden mi ibaretdir.
[169] Acaba, roman okumak, bir kitabın muttasıl yapraklarını saymak, satırlarını süzmek can sıkıntısından patlamamak için garib bir vak‘a iştimeğe heveskar olmak nihayet okunan kitabın ne fikir ile yazılmış olduğunu anlamamak maksadına mebni midir?
Zannedersek hakikat böyle olmamalı. Roman yazmakdemek bir ‘âlem tasvir etmek demektir. Roman yazmak, vuku‘u ihtimal dahilinde olan vaka‘iyi, muvafık akıl ve hikmet-i hayalat ve nazar-firib-i elvan ile irae eylemekden ‘ibâretdir. Bizim gibi âcizlerin değil, roman yazmağa muktedir olan e‘âzım erbab-ı edebin, bir vak‘ayı adab-ı ‘umumi tatbikan yazmakda uğradıkları müşkilat, çekdikleri zahmet nazar-ı dikkate alınacak olursa her gün gözümüzün önünde görüp durduğumuz şu ‘âlemin hakayıkına vakıf olmanın ve binaenaleyh o hakayıkı bi-tarafane tasvir etmenin ne kadar müşgil olduğu teslim edilir.
Hatta hakayık-ı ‘âlemi tedkik ile kârilerine yeni bir cihan keşf etmek isteyen bazı muharrirlerin, bir çok meşakkati ihtiyar ederek, hayvanların bile barınamayacağı meyhanelerde yatdıkları, günlerce aç kalmaları, haydutlarla, sefillerle hem-bezm olmaları fakirlerin yediklerini, içtiklerini, oturdukları yerleri keşfe kada vardıkları görülmüşdür ki iki yüz sahifelik bir kitabın neşri için bu kadar zahmet hakikaten şayan-ı hayretdir. Fakat siz bilir misiniz, ki mesela bir fakirin ayaklarındaki
[170] eski kunduralarının dikişlerinin nasıl sökülmüş olduğunu tarife muktedir olan bir muharrir, bizce küçük, kendisince pek büyük ‘addedilen bu muvaffakiyetden dolayı ne kadar sevinir! Belki sevincinden gecelerde uyuyamaz!
İşte bu tetkik ve tecessüs sayesindedir ki roman yazmak bazı muharrirler-hususiyle şu son asırda- ahlak ve ‘âdât-ı ‘umumiyyeyi tasvirde büyük bir iktidar gösteriyorlar. Mesela birçok rakı içdiği için ayakda durmağa iktidarı kalmayan bir adama, ağzı düzgün bir adamın söylediği lakırdıyı söyletmiyorlar. Mesela günlerce aç kalan bir adamın, evca‘-ı batniyyesini fennin kabul etemeyeceği bir suretde tasvir etmiyorlar. Mesala bir fakirin kulübesinde bir porselen tabak yahut bir demir kaşık aramıyorlar. Romancıların bu iktidarı yalnız taklid-i etvar u elfaz cihetine münhasır değildir. Hissiyat-ı beşeriyeyi, ahval-i ‘âlemi, ihtisasat-ı kalbiyyeyi ortaya koymakla beraber, bir takım küçük küçük vakı‘alardan büyük büyük ibretler çıkarmak, ve mesela berâ-yı ademin muhâssin etvarını bittasvir bir katillik tehzib-i ihtilakına çalışmak bütün o iktidar dâhindedir. Roman ‘âlemi cihan-ı edebin Amerikası addolunmağa şayandır. Amerikalılar, mesela, bir jalenin nasıl sukut ettiğini görmek için, canlarını feda etmek derecesine vardıkları gibiromancılar da faraza
[171] bir kadının kirpikleri arasında bir damla göz yaşının nasıl titrediğini keşf edebilmek için ellerinden gelse bütün mevcut servetlerini sarf ederler. Romanların ekseri tehzib-i ahlaka, tasvir-i hakayık mesele-i mühimmesi üzerine yazılır. Bu halde romancılar cemiyyet-i beşeriyeye karşı bir musavvir-i ahlak olmak üzere telakki edilmek lazım gelir. Bu halde romancılardan cemiyet-i beşeriyeye karşı tarahhum olunur mu? Bu bizim nemize lazım! Yalnız şunu söylemek kifayet eder ki roman yazmak mutlaka hüsn-i ahlakı talim etmeğe münhasır olmak iktiza eder. Buna muvaffakiyet insanın- istidad-ı fevkaladesiyle beraber- bir fikri tetkike malikiyetinden ibaretdir. Fransa muharrirlerinin biri “ mevtin ıstırabatını tamamıyla hissederek, o ıstırabatı kârîlerime karşı hakiki bir suretde tasvir edebilemkiçin, bir kere ölüp yine dirilmek isterim” demişdir ki bizim bu davamızı isbat eden delailin en vazıhlarındandır. Roman okumak niçindir? Bizim buna vereceğimiz en sade cevap şudur: esasen roman yazmak ne için ise roman okumak da onun içindir. Romanlar tehzib-i ahlak için yazılmıyor mu idi? O halde tehzib-i ahlak için okunurlar.
Roman hakkında- velev muhtasar olsun- buraya kadar verdiğimiz malumat niçin yazılacağı, niçin okunacağına dair
[172] elbette bir fikir-i mücmel vermişdir. Şimdi romanları da yine muhtasaran ber-vech-i âti bazı aksama taksim etmek istiyoruz:
– Hissî roman
– Hikemî roman
– Fennî roman
– Cinayet-i âdî roman
– Mudhik (gülünç) roman
– Hayalî roman
– Fusûle taksim olunmayan roman
– Ebvab-ı aksama taksim olunan roman
– Sergüzeşt nev’inden roman
– Jurnal tarzında roman
– Mektuplardan teşkil roman
Hissî Roman
Muharririn ‘azimet-i hayalden, servet-i elfazdan, şiddet-i tasvirden, şa’şa’a-yı ifadeden ziyade kendi ihtisasat-ı rakikasına tâbi‘ olarak yazdığı esere “hissî roman” denir ki, bu gibi eserlerde muvaffakiyet-i edebiyesini temin edenler bihakkın sezavâr-ı tebrikdirler. Bununla beraber,
[173] hissî roman yazmak o kitap içinde güzeran eden vakayi‘i bilfiil hissetmek mütevakkıf olup insanın hissedebildiğini yazabileceği sehv görünürse de biz bunu sehl-i mümteni‘ addedebiliriz. Erbab-ı mütala‘aya göz yaşı döküverecek muharrir pek çok ağlamış olmalıdır. “Ladam o Kamelya” “Antonin” “Sergüzeşt” “Hanriyet” hissî romanlardan addolunabilir.
Bir hissî romandan bir sahife:
İnanmıyordu. Fahriye vefat etsin! Bu mümkünsüzdür! Bu Cemal’in Fahriye’yi sevip sevmediğine da’ir bir tecrübedir!
Halim Bey oğluna dedi ki:
-Eve gidelim mi?
-Fahriye orada mı!
Orada bulunanların hepsi gözlerini yere indirdi. Âh! Fahriye orada yokdu.
Sonra peder oğluna karşı iltizam- şiddet eyledi:
-O halde seni tımarhaneye göndereyim.
-Me‘a’t-teşekkür.
Bu şiddet de ehemniyetsiz kaldı. Nihayet Halim Bey ile Hulusi, Cemal’e “Makarı köyüne gidiyoruz” dediler. Edip ile Halim Bey bir arabaya, Cemal ile Hulusi de diğer arabaya bindiler.
[174] Yarı yolda Halim Bey arabayı tevkif ettirdi. Arabacıya oğlunun bulunduğu arabaya yanaşmasını emr eyledi. İki araba yanaşdı, Halim Bey büyük oğluna dedi ki:
-Belki şimdi treni bulamayız. Daim beyin bahçesine gitsek nasıl olur?
-Pek münasib!
Halim Beyin evi Daim Beyin bahçesine pek yakın idi.
Araba kavuşuyor, Cemal – zihnine dokunan müthiş bir darbenin tesiriyle- düşünüyordu.
Daim Beyin bahçesi önünde idiler. Kapıdan içeri girdikleri vakit hazanın kahrına uğrayan çıplak ağaçlarla iki tarafı müzeyyen olan bir yol üstünde bulundular. Yürüyorlardı. Başka ev bahçelerinde gördüklerimize nispetle pek büyük addolunabilecek bir havuzun kenarına kadar gitdiler. İçinde kırmızı balıklar sakitane yüzüyorlardı.
Cemal mütefekkirane bir nazarla o berrak suya bakdı. Birdenbire atılıp oraya gömülmek kabil mi idi? Heyhât! Bu havuzdan ne olur? Nihayetsiz kederleri örtmek için derin denizler lazımdır.
[175] Avdet ediyorlardı. Halim Bey endişe-nak, Hulusi müteharriz, bahçeden çıkdılar. Biraz yürüdüler. Bir sokağa saptılar ki bu sokağın nihayetinde Halim Beyin evi vardı. O ev, ev içi, Fahriye’nin bahar kuşunun nağmesinden daha tarap-feza olan sadasıyla bir behişt-i safayı andıran ev! Şimdi hazin, sakin görünüyordu.
Cemal kapıdan içeri girerken, sallanıyordu. Şayan-ı hayret bir metanetle yukarıya, şimdi yatdığı yemek odasına çıkdı.
Mebrure Hanım geldi: Gözleri yaş içinde idi. Boğuk, mütessir bir sada ile “Ne yapalım oğlum! Cenab-ı Hak böyle emretti.” dedi.
Cemal, belki pederinin, validesinin yanında ağlamak bir hata addolunur, zannıyla gözyaşına ruhsat-ı cereyan vermek için dışarı çıkdı. Orada, birkaç kişi, kendisine beyan-ı ta‘ziyet etdiler. Yine ağlamağa başladılar.
Bir çeyrek sonra-gudad-ı dem‘iyenin ifraz etdiği- bu katarat-ı hüzün ve elem birden kesildi. Cemal pencerenin önüne geldi. Aşağıya bakdı.
Bir tekme ile camı kıracak, aşağıdaki kaldırım üstünde parçalanacakdı.
Bu fikr-i müdhişi hisseden bir mütehassıs doktor elini Cemal’in
[176] omzu üstüne koydu. “Tahammül etmek kadar büyüklük olamaz.” dedi:
Tahammül! Bu kelimenin hasayis-i insaniyeyi tezyid eden kelimetdan olduğuna kani‘im. Heyhat, ki tahammülü öğrenmek felaket öğrenmeğe mütevakkıfdır.
Bir hafta bir bahrân-ı müdhiş içinde geçdi. Bu bir haftadan sonra, Cemal’in açık yerlerde gezdirilmesi etıbbâ tarafından tavsiye olundu. Hiçbir şey hüznünü izale edemiyordu.
Cemal, muttasıl Fahriye’yi düşünüyor, içinde yatdıkları odanın önünden bir türlü geçemiyordu.
Bir gün balkona çıkmışdı. Oradan Fahriye’nin odasına bakdı. Perdeler indirilmişdi Fahriye’nin ekseriyetle önünde oturduğu pencereyi- bahar zamanı yeşil yapraklarından- bir perde-i hadra ile örten salkım ağacı nazarına ilişmişdi. Bu nazar imtidâd etdi, o salkım ağacına bir ip rabt etmek, sonra bu ipi boynuna geçirmek, yüzünü o pencereye çevirip, son nefesini o pencerye karşı vermek fikr-i müdhişesi gözlerini bulandırdı. Sonra anlaşılmaz bir ümüd ile “Hayır! Ölmemişdir!” dedi.
[177] Hikemî Roman
Hikemî romanlarda tehzib-i ahlak cehdi pek ziyade gözetilir. Bununla beraber, maneviyata hâdim olmak üzere pek çok satırlar yazılabilir ki bunların ahlak ile pek büyük münasebeti vardır.
Ez-cümle Rene namında bir delikanlı sergüzeştini nakl ederken, şöyle bir mülahazada bulunur:
Hayat denilen sahili meçhul bir bahr-i bî-payana atıldım. Evvela bugün bile isimleri yad olunmayan insanların memleketlerini görmeği arzu etdim: Vaktiyle zekâvet-i ‘âliyye ashabı yetişdiren Yunanistan ve Roma harabelerini gördüm. Beşerin acziyle tabiatın şiddeti pîş-i nazar-ı itibarımda tecelli ediyordu: Gubar-ı ruzgar ile setr olunmuş ‘âlî binaların sakinlerini düşündüm. Onların mezarları otlarla örtülmüşdü. Nesim-i nevazişlere karşı ihtizaz eden nazik berfileriz- mürur-ı zaman ile- mezarların bu sert taşlarını deler. Lakin heyhat! Onların altında yatan o muktedir insanlar filizi tahrik edemezler.
Bazen de sahrada infirad eden yüksek bir sütunu deryâ-yı felaket içinde na-bûd olan bir ruhun fikr-i ulvisine benzetirdim.
Bu harabelerin vakayi‘-i tarihiyesi beni saatlerce, günlerce düşündürürdü.
[178] İlk hutût şu‘â‘ıyesiyle türab içinde gunûde olan bu ‘âlî binaların ilk taşını yaldızlayan âfitab şimdi harabelerin üstünde meyyal-i igtirâb olur. Müteakiben saf, berrak semada nur-ı nev-zuhur kamer-i beşerin mazisini muhafaza eden kırılmış, gubar-âlûd sütunların arasından bana sakit, sönük bir kabristanın manzara-yı mahvfesini irae ederdi.
Hayâlât-ı şairâneyi âgûş-ı münevverinde perverşiyab eden bu kamer, hatıra-yı devr a devr maziyi bir peri-yi mütefekkir kıyafetinde yanmada gösterirdi.
Nihayet harabe-i gubar-âlûdun mazisini okumakdan usandım. O tozların içinde cinayetler de vardı.
Ber-hayat olanlarla, vefat edenleri düşündüm. Bu iki kısımdan hangi kısım daha faziletli idi. Bu sırrı keşf etmek isterdim.
Bir gün vâsi‘ bir harabede gezerken büyük bir binanın arkasından geçdim. Bir meydana girdim. Orada, parmağıyla meşhur bir felaket mahallini irae eden bir heykel gördüm. Oradaki tenhayı, sükûnet beni mütessir etdi. Bu dehşetli taşın etrafında yalnız ruzgar inliyordu. Amelenin bir kısmı heykelin kenarına oturmuşdu. Bir kısmı da ıslık çalarak taş yontuyordu. Bu heykelin neye
[179] delalet etdiğini sordum. Kimi mübhem cevaplar verdi. Kiminin de bu heykelin muhtar olduğu felaketden hiç haberi yokdu.
Meğer beşer pek küçük, pek âciz bir mahluk imiş! Dünyaya velvele veren bu kadar adamlar ne oldu. Zaman bir adım atar. Arzın kuvveti teceddüt eder.
Esna-yı seyahatimde, bir avdetin terane-i semavisiyle sanayi‘-i nefise erbabına, fazilet-i maneviye ashabına, mekabire karşı büyük bir hürmetle serfürû eden insanlara şiir okuyan erbab-ı vecdi aradım.
Ah! Bu adamlar pek mukaddesdir. Bunlar cenab-ı Hak tarafından bu bedbaht kürre-i arza ihdâ edilmiş zannolunur.
Hayatlarında ulviyyet ve masumiyyet vardır. Cenab-ı Hakkı ber-lisan-ı müzehheb ile tebcil eylerler. Saf-dilâna harekat bunların mahsusatındandır. Sermediyete mahsus zeban bunlara ber-lisan-ı tıflane bahş eder. Kavanin-i kainatı tarif etdikleri halde, hayatın en tabii, en sade bir hallderine vukufları yok gibi görünür. Serâ’ir-i hayat-ı beşeri hepimizden ziyade bilirler. Sonra hiçbir şeyden haberdar olmadıklarını göstererek âlem-i faniye veda ederler…
[180]
Fennî Roman
Fennî romanlar hayal-i perverane tasavvurlardan ‘ârî olduğu cihetle bunlarda ihtisasat-ı kalbiyyeye ta‘alluk eder hemen hiçbir sahifeye tesadüf olunmaz. Bu gibi eserler hakayık-ı fenniyyeyi hikâye suretinde tasvir etdiklerinden tatlı tatlı okunur. Değil şebab için, büyüklere karşı bir ma‘lumat-ı kafiye ihzar etmek meziyetini her zaman muhafaza eder.
Bir fennî romandan birkaç satır:
Kanun-ı saninin yirmi dokuzuncu günü Seylan adası ufuk üzerinde gayip oldu. Notiliyus dahi saatde yirmi mil sür‘atle (Maldavi) cezairini (Lakedavi) cezairinden tefrik eden karışık boğaz arasında ilerlemeğe başladı. Hatta (Lakedavi) cezairini teşkil eden başlıca on dokuz adanın bir olup bin dört yüz doksan dokuz senesinde Vaskadogama tarafından keşf olunan on derece otuz dakika arz-ı şimalî ile altmış dokuz ve elli derece tul-i şarkî meyanında vaki‘ ve (madrepevrik) cinsinden olan (Kitinan) adasının ta yanından geçdi.
Şu hesapça Japonya Denizinde vaki‘ hareketinden beri
[181] on altı bin iki yüz yirmi mil yani yedi bin beş yüz sah mesafe kat‘ etmiş olduk.
-Jülvern-
Cinayete Aid Romanlar
Cinayete aid olan romanlara misal iradından sarf-ı nazar etdik çünkü ekser âsar mütercime bu yoldaki hikayelerden ibaret olduğu cihetle zaten her gün okunup deveran ve hemen her gazetede ilanları görülen âsar erbab-ı müte‘allikanın ma‘lumudur.
Mudhik Roman
Mudhik romanlar bir takım hoş-âyende elfaz ile tuhaf tuhaf vuku‘âtı ihtiva eden hikayelerdir. Bunlardaki tafsilat-ı dûrâ-dûr, ara sıra letâif ile mecz olunduğundan o letaifi burada da irae etmek için, o tafsilat ile erbab-ı mutala‘ayı tasdik etmek lazım gelir. Bu cihetle, mudhik romanların ehemmiyetini irae maksadıyla
[182] buraya büyük bir misali nakl etmekden ise, Midhat Efendi’nin (Çengi) unvanlı eseriyle, Pol dö Kuk’un hemen bütün âsârının mütala‘asını kârîye tavsiye ederiz.
Hayalî Roman
Hayalî romanlar, tasvirat-ı şairaniyeden ziyade hayalat-ı mübalağa pervaneye meyyaldir. Bu gibi eserlerde muharrir, her şeyden ziyade hayalatına tâbi‘ olur. Bununla beraber, bazı hayalî romanlar vardır ki hayalat-ı dûrâ-dûr ile kârîyi hem tasaddi‘, hem i‘câb eyler. Hayalî romanlar, ne o kadar mübalağa-kârâne, ne de o kadar hakikat-cuyâne yazılmalıdır. Mübalağa-kârâne yazılırsa, hudud-ı akl ü fikri çâk eden bir takım gavl-i yabanî tahayyülatı insana usanç verir. Hakikat-cûyâne yazılırsa, hayalî roman olmazlar.
Misal:
Vâlidem bîhuş yatıyor, pederim mütefekkir oturuyordu. Müthiş bir sükutun sekâleti hükm-fermâ idi.
Bir aralık pederimin yavaşça çıngırağın ipini çekdiğini gördüm, dadım girdi. Babam beni gösterdi, bu işaret o kadar
[183] hâkimâne idi ki ayağa kalkdım. Bilmem ne için yaş ile memlu olan gözlerimi valideme çevirdim gözlerini açık, girye-nâk bir nazarla mukabele ediyor gibi zannetdi; dadımın elinden kurtulmak, yatağa atılmak istedim; heyhat! Kapı açıldı, beni dışarıya çıkardılar.
Bahçede idim, kelebek kovalamak üzere ağımı da beraber almış idim. Dadımı bir köşede bırakmış deli gibi dolaşıyor idim. Gül fidanlarının yanından geçerken kelebekler ürkerek kaçıyorlardı. Bu tayyar çiçekleri toplamakdaki maharatim bugün beni terk etmiş gibi idi. Gözlerim bunların pervaz-ı latifini değil validemin pencerelerini seyr ediyordu.
Ne kadar zaman dolaşdığımı bilmiyorum, fakat gözlerim o pencereleri bir saniye terk etmedi.
Esas-ı intizarımın, sebeb-i tecessüsümün cahili olarak perişan bir şey ile yürür iken ayağıma bir taflan dalı dolaşdı, yere düşdüm, henüz kalkmamış idim ki bir gürültü oldu, validemin penceresinin camı kırıldı, tiz bir feryad işitdim.
Kalkdım, koşmağa başladım, arakmdan dadım yetişdi, önüme lalam çıkdı.
[184]
Bağırdım:
– Anne! Anne!
Heyhat! Her vakt feryadımın aks-i sadası olan cevap-ı latif meskût kaldı.
Uşşakî-zâde Halid Ziya
Fusûla Taksîm Olunmayan Romanlar
Romanların bir kısmı ebvâb u aksama taksîm olunmaz. Bu gibi romanlar şimdi nadirdir. Üdebâ-yı kudemânın ekser âsârı ebvâb u aksama taksim olunmamışdır. Ez-cümle Fransa üdebasından Şatobiriyanın eşher âsârından olup, muharir-i âciz tarafından lisanımıza naklolunan “Rone” unvanlı eser ebvâb u aksam olunmayan âsârdandır. Mamafih bu gibi taksimata üdebâ-yı ‘adîde pek ziyade ri‘ayet etmekdedirler ki, işte bu dikkat sayesinde, okunan her eserin kulub-ı kârî’inde daha ziyade tesiri görülüyor. Çünkü, birkaç maddeyi bir yere sığışdırıp, erbab-ı mütala‘anın zihni işgal etmekden ise, her madde için ayrı ayrı bablar irae etmek, okunan şeyi tamamıyla anlamağa yardım etdiği münasebetle pek münasib
[185] görünür. Ebvab u aksama taksim olunmayan romanlardan burada misal iradına lüzum görülmez sanırım.
Ebvâb u Aksâma Taksim Olunan Romanlar
Şu son asırda yazılan romanların, hemen ekseri ebvâb u aksama taksim olunmuşdur. Büyük romanlar hem ebvâbı, hem aksamı hâvîdir. Küçük bir fıkra bir babı, daha birçok babları teşkil eder.
Bu fıkra bitdikden sonra, yine o fıkraya münasebeti olan bir vakı‘a başlar ki, bu vakı‘a ikinci, ve bundan sonra gelen vakı‘a üçüncü kısmı teşkil eyler. Ebvâbı hâvî romanlardan biri mesela – tavsi‘e lüzum görülmediği için- Fransuva Koppe’nin (Hanriyet)i, aksamı hâvî bulunan romanlardan biri de faraza- tavsi‘e ihtiyaç-ı mess etdiği cihetle, Ahmed Midhat Efendi’nin (Hasan Mellah)ı olabilir.
[186]
Sergüzeşt Nev‘inden Romanlar
Sergüzeşt nevinden yazılan romanlarda, muharririn kendine ‘âid hiçbir fikri, hiçbir mütala‘ası bulunmaz gibi görünür. Bu gibi eserlerde, yalnız bir adam-kendisi de eşhâs-ı vak‘adan olmak üzere-ya bir sergüzeşt nakleder, yahud, diğer bir adamdan naklen rivayet eyler. Bunların her ikisi de bir roman teşkil eyler. Ez-cümle (Rone) unvanlı eserde, (Rone) namında bir delikanlı, kendisinin taharri-i sergüzetiyle meşgul olan birkaç kişiye, şu vech ile sergüzeştini söyler:
Ey muhterem ihtiyarlar! Etrafınızdaki sükun, tabiatın sükunet-ı mutlakasıyla karışdıkça, teheyyücat-ı hayatiyemin intizamsızlığından mahcup oluyorum. Sergüzeşt-i bed-bahtaneme başladığım vakit, bu mahcubiyeti saklayamayacağım.
Kim bilir bana ne kadar acıyacaksınız! Benim ıztırabım size ne kadar sefilane görünecek! Meşâkk-ı hayatı görüp geçirmiş olduğunuz halde bîtâb olan faziletsiz bir gencin kendi davet etdiği eleminden şikâyet etmesine acaba ne dersiniz âh! Pek mu‘azzebim lakin beni mahkum etmeyiniz. Tasavvur edeceğinizden daha ziyade mücazata duçar oldum. Benim ilk tebessümüm, validemin son tebessümünü, benim hayatım, validemin
[187] mematını davet etdi. Ben de rahm-ı mâderden-bir mengeneye merbut olduğum halde- çıkdım. Âşiyane-i pederden dûr olduğum halde, zaman-ı sabâvetimde bî-karar idim. Bazen pek şedid bulunurdum. Bir gün şad olursam ertesi gün endişe-nâk görünürdüm. Arkadaşlarımı etrafıma topladıktan sonra onları birdenbire terk eylediğim dakikalar olurdu. Tenha yerlerde ihtifa edere, semada süratle koşan bulutlara bakardım. Yaprakların üstüne serpilen yağmur damlalarının muttarid aheng-i hafifini dinlemek ne kadar hoşuma giderdi. Vakta ki nefha-yı bahar, sahranın latif çiçeklerini açardı, uzak bir vilayetde, berrak, sakit, bir gölün kenarında, ormanların içinde pederimin ikamet etdiği âşiyaneye gelirdim. Pederimin huzurunda sıkıldıkça hemşirem Ameli’nin yanına koşar, onunla beraber ferah-nâk olurdum. Tatlı bir meyelân-ı tabi‘i beni bilmem nasıl bir hiss-i hâfi ile hemşireme takrîb ederdi. Ameli benden biraz büyükdü. Onunla beraber tepelere çıkar, gölde sandal ile gezer, sonra yapraklarını döken çıplak ormanlarda koşardık. Bu geşt ü güzar-ı masumanenin hayal-i latifi hala ruhumda menkûşdur.
Gün olurdu ki garip bir sükunetle yürürdük. Sonbaharın serin rüzgarından tanin-endâz olan ormanları hazanın
[188] yapraklarından lerzan görünen ve ayaklarımızın altında müphem bir zemzeme-i tahassür ile hışırdayan yaprakları dinlerdik baziçe-i masumanemiz var idi. Çayırlar içinden, şayan-ı hayret bir sür’atle süzülüp uçan kırlangıçları, yağmurlu tepelerde- sisler arasında gördüğümüz- kavs-ı kuzahı takip ederdik.
Şayan-ı tefekkür olan bu kadar bedâyi‘-i tabi‘iyye arasında dudaklarımızdan bilâ-ihtiyar bir takım şiirler dökülürdü.
Sâni‘-i nefisenin âşıkı oldum: Genç idim. Hayatının on altıncı baharını gören bir kalbin ihtisâsâtı kadar şairane bir şey var mıdır? Şebabet hayatın sabahıdır. Bu sabah, bir bahar gecesinin subh-ı dil-firîbi kadar hayalatın aheng-i latifiyle mâlidir.
Yortu ve pazar günleri muzlim ormanların zılâl-i hazini arasında dolaşırken, sahrada bulunanları ibadet-haneye davet eden bir çân sadası işitirdim. O vakit bir ağaç kütüğü benim kürsü-yi istiğrakım olurdu. Orada otururdum.
Jurnal Tarzında Yazılan Romanlar
Muharririn, bir ademin kendi sergüzeştini- muhal vakı‘ ayı da tasrih ederek- sene, ay, gün tarihiyle, o adem lisanından
[189] tasvir ve tahrir etmesinden husule gelen jurnal tarzında roman derler.
Oktav Föye’nin “Müteveffiye” unvanlı eseri şöyle başlar:
Savanyer. Eylül. 187
Amcamın sayfiyesindeyim. Amcamla musahabat, şevk-âver ü lezzet-bahşdır. Bazen musabahatımız fasıla-pezir olur ve benim için boş vakitler kalır. Bu vakitlerimi de meşagil-i edebiyyeye hasr etmek fikrinde bulundum.
Şimdiye kadar birkaç telgrafnameden başka bir şey yazmamış olduğum halde ben de herkes gibi hâme-rân olmakdan ümid-vârım. Civarda kâ’in bir şatoda ve amcamın dostlarından birinin nezdinde benim için daim küşade bir kitaphane mevcutdur. Bu kitaphane on yedinci asra dair evrak-ı müte‘addideyi hâvî olduğundan ibtida Volter tarafından mesâmihe edilmiş olan on dördüncü Lui tarihini yazmak için bunlardan istifade emelinde bulundum. Fakat ba‘del-mütâla‘a kendiminkini yazmağı tercih etdim. Ebetde terceme-i hâlimin bana her şeyden ziyade ta‘alluku vardır.
Kâri’im- eğer bir dane olsun bulunursa- teemmül buyuracaktır ki bir aynada ahirin hayalini temaşadan ziyade insan kendi vechini ru’yetden mütelezziz olur. İşte benim halim!
[190]
Otuz yaşındayım. Uzun boylu halim ü nazikim. Levnim kumraldır. İyi dans oynrım. Güzel hayvana binerim. Vücutça ahlafımız benim kadar kutlu olamayacak sanırım. Kuvva-yı akliyeme gelince epeyce eser mütalaa etdim. Ahlak cihetiyle bakılsa bed-hû değilim. Doğrusu ben kendimde ancak bir kusur görüyorum. Bu da âlemde hiçbir şeyin ciddiyetine kaîl olmamaklığımdır. Birkaç sene evvel itikadatımın tezelzüle uğradığını hissetdim. Bu vakit ağladığımı der-hâtır ediyorum. Bundan sonra daimi bir zevk-i meserret zaten şen olan tab‘ımda esas-gîr oldu. Şübhesiz merasim u ‘âdâta karşı lazım gelen fedâkarlıkları ihtiyar ediyorum, fakat hakikatde serbest fikirli bir maddiyat tarafdarı veya fikrinde masır bir farmason bu satırları yazan asilzadeye nisbeten hurafat ile ülfete bir koca karı münzelesinde kalır.
Mamafih amcam mansup olduğu aile erkanı kafiyeten zühd ü takva ile mutassıf ve kendisi gayet dindar bir kızı benim ile izdivaç itdirmek niyetinde bulundu. İşte tedkik ü tefhise ve muktedir bir râsad tarafından günü gününe terassıda layık gördüğüm hayatın bu âvânıdır.
[191]
Mektuplardan Teşkil Eden Romanlar
Mektuplardan teşkil eden romanlar, birkaç mektubun ta‘dad itmesinden husûle gelen hikâyeleri teşkil eder. Bunların hemân cümlesi hissîdir.
Mektuplardan teşkil eden romana numune olmak üzere bir mektup:
Ey Neşve-i Cân!
Şeref-yâb-ı cemâliniz olduğum anda nâtıkıyyet-i vicdâniyeme kadar icrâ-yı hükm eden sükût bende bir mestî-i tâm husûle getirdi. Fikrimde garip bir hayâlât ‘âlemi ibdâ‘ etdiniz ki her levha-yı bî-misâli hemân ebedî denecek neşvelerle müzeyyendir. Bilseniz neler düşünüyorum?
Fakat bu düşüncelerim o derece garîbâne ki hayat-ı müstakbelemi tehdîd ediyor. Gâh o işve-fürûz gözleriniz gönülde îkâ‘ etdiği şûrüş-i sevdâ-perverîyi dinliyorum. Bir hayat-ı taze tekmil a‘sâbımı istilâ ediyor. Gâh nâkil-i hayat olan o güzel dudaklarınızın tâ-meşâm-ı cânıma kadar te’sîr eden lezzet-i vicdân-firibini tahayyül ediyorum. Bir ra‘şe-i hayat-fersâ ile müte’ezzi oluyorum. Bu iki hiss-i tenâkuzun cismimde husûla getirdiği inkılâbat-ı şedide benim için pek müdhiş bir gâye-i âmâl hazırlıyor.
Gonca kadar latif o dehen-i pâkden huzurunuzda dudaklarıma kadar
[192] gelen canıma dökdüğünüz katrât-ı mey ile o derece neşve-yâb oldum ki bu hâtıratı asla unutamayacağım. Bir seyyale-i âteşîn o anda ârâmımı yakdı.
Bilmem ki ne denir? Sizi sevmek için gönlümde intibah üzere bulunan hiss-i bedi‘-i meyyelân beni bir ıstırabât-ı elîme içine atıyor. Beynimde bir gırîv-i ârâmsuz dâ’imâ o latîf sözlerinizi tekrâr ediyor. Meğer hayat-ı fânîde bir de hayat-ı sânîye varmış. Meğer mes‘udiyyet-i hakikiye ıstırâbât-ı sevdâ içinde nihân imiş.
İlk ra‘şe-i te’sîri sizin yanınızda hissettim. Eliniz elime temâs etdiği anda idi ki tahvilât-i fikriyye içinde kaldım.
Kalbimin âsâyiş oluşuna târî olan şu herc ü mercden o derece memnunum ki istirahat-ı kalbiye taharri edenlere şimdi ben acıyorum. Tahayyülatımda bir şiddet-i hârika peydâ oldu. Gönlüm inkişâfât-ı meçhule karşısında duruyor. Fakat tavrındaki tereddi görseniz acırsınız. İhtilât-ı hayâliyenin cümlesi pişgâh-ı fikretimde dönüyor. Sizi hayâlî derâguşlarla üzüyorum. Kalbî buselerle rencide ediyorum. Rahatsız, uykusuz bırakıyorum. Uyuyamıyorsunuz. Müjganınızdan çıkan eşi‘a-yı hayat beni öldürüyor.
Pek endişe-nâkim. Eğer encizâbât-ı ruhiyeye kâ’il iseniz ruhumun
[193] sizinle beraber olduğuna inanınız. Zâten bende bir hüzn-i fıtrî var idi. Feyz-i latîf-i muhabetiniz onu tabi‘at-ı evliyesinden çıkardı.
Henüz o âlem-i neşve-fezânın te’sîrât-ı evliyyesi altında zebunum. Size şu satırları yazarken hayalinizi taharri ediyordum. Dudaklarımda bir hareket-i hayatiye hâsıl oldu. Sabahlara kadar uyuya uyuya doyamadığım o mecmu‘-ı lezâyizi hatırlıyorum. Bilseniz ne kadar müte’essir oluyorum?
Ben o der-âguşun tesiri zâlimânesinden korkuyorum. Hayat-ı serseriyâneme ‘ârız olan bu inkılâbı nazar-ı hayretle görüyorum. Bir âvaz-ı latif ile müteheyyiç, bir lutf-ı mahsus ile harâbım.
Âh! Ne kadar sabırsızım, ne kadar tahammülsüzüm. Ne kadar mâ’il-i iştiyâkım. Ne derece mugberim. Yine sizi rahatsız ediyorum değil mi? Evet.
Artık bir şey söyleyemeyeceğim. Yalnız cevab-ı latifinize intizâr edeceğim. Benim ruhum, canım, efendim.
Ahmed Râsim Bey
Küçük Hikâyeler
Küçük hikayeler maddeten büyük hikayeler kadar hemen her şeyi ihtivâ edemezse de, ma‘naen pek büyük mesâ’ili câmi‘ olur ki bunların hemen
[194] her satırı Monte Kristo, yahut Hasan Mellah- büyük ve hayalî- bir hikaye teşkiline medâr olur. Bunu isbat için diyebiliriz ki, meselâ Kısaviye de Montepenin (Simon ile Mari)si yüzlerce sahifeyi işgal etmekte olduğu halde, hiçbir te’sir hâsıl etememesine göre, Jurij Une’nin bir eseri vardır ki iki formayı tecâvüz etmez. Hissiyat nokta-yı nazarından pek büyük ehemmiyeti hâ’izdir.
Küçük hikayeler, ekseriya, pek şairâne bir ibâre ile başlar.
Mesela:
Köşede duran lambanın etrafa aks ettirdiği ziya, odayı kısmen tenvir etmişti. Ziya, menba‘ındaki parlaklığı kayıp ede ede intişâr etdiğinden her tarafını iyiden iyiye tenvir edememişdi. Kıyılarına doğru serpilen zıll-i hafif ile, pencerelerden nüfuz eden zalâm-ı kesif-i ‘acîb bir tezad hâsıl etmiş, eskilerin, duvara asılmış eşyanın gölgeleri bir suret-i garibede uzanmış idi.
Kapıdan girince sağ tarafda ceviz bir karyola orayı istilâ edercesine kaplamış olduğundan ilk nazar-ı dikkat ona mün‘atıf olur.
Duvarlar meşhur-ı esliha gibi olan mütenevvi‘a ile müzeyyen olup,
[195]birkaç da yağlı boya tabloları vardır. Bu levhalardan biri bir mütefekkireyi, diğeri bir kır âlemini, diğeri de nur-ı hakikate delalet eden, bir meşale tutan bikr-i fazileti musavvirdir.
Ahmed Rasim Bey
Muâhize-nâme
Muâhize-nâme, her türlü asârı tenkide-kalemü’n-nâs kâfe-i muharrirata ıtlak olunur. Ancak, şerâitine muvafık olan muâhize-nâmeler, tenkid olunan âsârdan bahis olunarak, hâric-i ez-saded-i i‘tirâzâta, hususiyle şahsiyâta ‘âid tecâvüzâta-bu gibi eserlerde-mesâg-ı edebî yokdur.
Muâhizâtın şerâyiti “Takdir-i Elhan”da muharrer olunduğundan, biz burada mezkur eserin mütâlâsını tavsiye ederiz.
Misal:
“Yazar eş‘âr-ı kâfiye aramaz
Zihnini sarf u nahvle yoramaz
Doğru söylerse şi‘rini a‘lâ
Bakamaz olsa da sözünde hatâ”
[196]
Sözlerinin hükmi kabul olunur tahakkümlerden değildir zannederim.
Vâkı‘â edebiyatda ve hususiyle şiirde itinâ edeceğimiz şey nefâset-i fikr ü letâfet müeddâ ise de üslubun sıhhat ü intizamıyla mukayyed olmayacak yani yalnız belagata bakarak fesahata ehemmiyet vermeyecek değiliz. Bir musavvirin levha-i hünerinden en evvel aranacak şey ‘arz etdiği suverin eşkâl ü elvanca tenâsüb olan bir levha-i tasviri ince işlenmiş görmek ister. Onun gibi mealen latif olan bir şiirin de elfazından intizam aranmak pek tabi‘idir. Her kelimeyi yerinde kullanmak… her sözü ka‘ideye muvafık düşürmek… hiçbir vakitde hiçbir yanlışlıkla kâil olmamak taassub-ı tahvir-sitânesinden ibâret olan ve geçen sene edebiyat imtihanında vuku‘ bulan sual üzerine müste‘dân-ı şakirdandân birisinin: “Bir nevi‘ hastalıkdır” tabiri müzeyyif-anesiyle yad etdiği müşkil-pesendlik vadilerinde dolaşmak ekseriya edeben ve belâgaten bir çok fevâidin intifasını mûcib ve bazen asıl maksad olan fesâhati de sâlib olacağından hiç de iyi bir şey değildir.
Amma mesâmihe-i edebiye ve zaruret-i şi‘riyye ile de kabil-i te’vil olamayacak suretde-müfredatça mutabakatsız… terkibatça pür-kusur…
[197]kafiyesi sakat… vezni bozuk… imâlât ü zihâfât ile dolu-akvâl-i mağşuşaya- velev fikren ne derece güzel farz olunursa olunsun- hiçbir vakitde şiir ıtlak olunamaz.
Eğer o türlü bozuk düzen ifadât-fikrindeki liyakat için-şiir sayılabilseydi çünkü ekser şairlerin düşündüğü… hiss ü tahlil etdiği şeylerden pek çoğu lisan-ı edebe âşinâ… kavaid-i nazmiyeye vâkıf sâ’ir insanlarca da me’nûs olunduğundan bunlarında o şeylere dair pür galat ü sakat bir alay güftâr-ı perişanları ‘indel-‘âmâ şiir diye mergub ve mu‘teber olmak lazım gelirdi.
Recâizade Mahmud Ekrem
Letâ’ife Müte‘allik Muharriât
Letâ’ife aid muharrirat iki kısımdır: Bunlardan biri hoş-âyende mektuplardan ‘ibâret olur ki kânînin Yeğen Mehmed Paşaya yazıp Nümune-i Edebiyata derç olunan mektubu bu kâbildendir. Bunun için, refikamızdan edîp Haluk Reşad Beyefendinin cem ü te’lif eylediği (Letâ’if-i İnşâ)ya müracaatı tavsiye ederiz.
Misal:
Hasisin bir oğluna bir hoca tutmak isteyip hocaya kaç kuruş talep edeceğini sorar.
[198]
Hoca – Efendim birinci ayda seksen kuruş ve ikinci aydan itibaren altmış kuruş vereceksiniz-demesiyle hasis öyle ise derse ikinci aydan başlasak olmaz mı, demiş.
Almancadan mütercemdir.
Diğer misal:
Küçük bir çocuğa ta‘dâd-ı erkan ta‘limiyle meşgul olan bir hoca maksadı daha ziyade izah için çocuğa şu vech ile sual irad eder:
Hoca – Benim başımda olarak ne var?
Çocuk – Burun.
Hoca – Pekala iki olarak ne var?
Çocuk – Gözler.
Hoca – Tamam (saçları göstererek) Pek çok olarak ne var?
Çocuk – Bit.
Almancadan mütercemdir
Takrizler
Takriz, heyet-i ictima‘iyye her vech ile müfid ü müesserini ila-yevmü’l-kıyam yad etdirecek bir eser-i zekâvet-i ‘âliyye ashabı tarikinden berây-ı tahsil yazılan takdir-nâmelere ıtlak olunur idi.
[199]
Buradaki “idi” gelmesi elbette nazar-ı dikkati celb eder. Çünki şimdi o gibi eserlerin nedretiyle berâber, hakikaten şâyân-ı ehemmiyet olmayan ve iki buçuk satırdan ibâret eserlerde-müceddid muharrirlerinin ilticâ-yı meded-cûyânesiyle- “e‘âzım-ı üdebâmız” diye yâd edilen zevât-ı kiramın takriz yazmalarındaki hikmet erbâ-ı fazileti müte’essif etse becâdır.
Bi-hakkın yazılmış bir takriz varsa, o da Ta‘lim-i Edebiyyenin takriz-i meşhurudur.
İstitrâd; kabilinden şunu da söylemek isteriz ki: Her eserinde takriz bulunmasını isteyen erbab-ı tahrir kendi meziyet-i mahsusalarına bir iki edibin şehadet etmesini isterler. Halbuki meziyet-i edebiyeyi efkar-ı umumiye-başka bir ta‘biri ile- zaman tayin eder.
Misal:
Âferin-tâb-ı sâf-ı sâfiyeye
Ruh-ı Sa‘dîyi şâdmân etmiş
Tarh-ı nevresm-i gülsitan etmiş.
Gûyiyâ sa‘yi ile feyafiyeye
Dolmuş ezhâr ile bahâr bahâr
Fakr-i kâni‘ misâli sâde güzel
Servet-i eshiyâ gibi makbul
Kısası, hususi sazâ-yı kabul
Fikri nâzik ifâdesi mücmel
[200]
Tarzi rengîn güziide bir güftâr
Şübhe yokdur karîn rağbet olur
Hiss-i tertibi lutf-ı inşâdı
Rif‘at kaderine olur bâdi
Nâzımı vâyedâr şöhret olur
Kudret tab‘ını ider izhâr
Mütâla‘a-nâme
Mütâla‘a-name ne mu’ahazeye, ne tenkide benzer. Vâkı‘a burada intikâdâtdan bahs etmedik ise de tenkidin de bir nev‘-i mu’aheze, fakat edîbâne bir mu’aheze olduğunu erbâb-ı edeb-i teslîm eder. Mutâla‘a-nâme bir nev‘-i mülâhaza kabilinden olup, meselâ “Şu söz bu yolda olsa daha muvafık olurdu.” gibi, bir sözün kâ’ilinin fikrini de zîr ü zeber etmeyerek edîbâne bir istifsardan ibaret kalır.
Misal:
Lisânımızda kullanılan (lutf) gibi masdarlar böyle mevsûfiyet hâlinde de ‘alâmet te’nîsi hâiz bulunan isimler yolunda müe’ennes olarak kullanılır.
(Lutf-ı celîl) (‘inâyet-i celîle) denilir. (Lutf-ı celîle)
[201] (‘inâyet-i celîl) denilmez. Denilecek olsa lisânı bilenler yanılmış ‘add ederler. (lutf-ı mesbûka)da bu yanlışlar cümlesindedir.
“Kâ‘ide-i lisân” dediğiniz nedir? Lisân-ı ‘Osmânî kâ‘desi değil mi? İşte o lisanın kâ‘idesi budur. Yoksa lisanımızda bir masdarı hem müzekker hem mü’ennes i‘tibar etmek hiç de kâ‘ide değildir.
Kâ’ideler keşfeden bilgiçlerden olduğunuz bizce müsellem olmak lazım gelse bile şu masdar kâidesini doğru keşf edememiş olduğunuzu söylemekden çekinmeyiz. Biz de size bir şey ihtar edelim mi? İddiâsında bulunduğunuz bilgiçlikle beraber kalmanızdan çıkmış olan şu (gazete-i mu‘tebere) tabirine dikkat ediniz. Doğru mudur? Ne münasebet! (Lutf-ı mesbûka)dan beter! Yoksa siz (gazete) lafzını da o te’ennüs ve tezkîri hâvî olan Arabî masdarlardan olmak üzere mi tanırsınız? Bu nasıl bilgiçlik? (Bu mektubumu gazete-i mu‘teberelerine dercden ictinâb etmezseniz) diyorsunuz. Kimlerin (gazete-i mu‘tebere)lerine? … Böyle söz mü olur?
Siz evvelâ biraz söz söylemeyi öğrenseniz de ondan sonra bilgiçliğe kalkışsanız fena olmaz. Öyle dört buçuk satır yazıyı
[202] doğru yazmaya muktedir olmayanlar bilgiçlik davasında bulunurlar ise gülünç olurlar.
Merhum Muallim Nâci
Nutuk
Ekseriya, evvelce yazılıp sonra ezberlenerek irad olunur. Bunlardan, bir mektebde irad olunup “inşâ-yı mu‘allem”inde münderiç bulunanı buraya nalk ile iktifâ ederiz:
Bir haneyi aydınlatmak için pencereler açmak nasıl mukteza ise memleketi dahi afitab-ı marifetin iş‘a-ı feyz-âverinden müstenîr etmek için mektepler güşâdına ihtiyaç aşikardır.
Bir hanenin aydınlığı pencerelerinin miktarı derecesinde olduğu gibi bir memleketin envâr-ı ma‘arifden istifadesi dahi mekteplerinin adediyle mebsûten mütenâsibdir.
Pencerenin çokluğu rutubeti mânidir hıfz-ı sıhhat-i bendeni mûcib olur. Mektebin kesreti cehaleti dâfi‘dir. Kemâl-i âfiyeti câlib olur.
Vâkıf-ı hakâyık olan sevgili padişahımız “ Sultan Abdulhamid Han” sânî efendimiz hazretleri bu hakikati dahi dâ’imâ nazar-ı
[203]hekimânelerinden dûr tutmadıkları cihetle mekâtibin, teksirine mevcutlarının ıslahına ibzâl-i mesâ‘i buyuruyorlar.
Müdür Efendi!
Siz dahi bir mekteb güşâdıyla memlekete mühim bir hizmet etmiş ve bu hizmetini günden güne tevsi‘ etmekde bulunmuş erbab-ı hamiyyetden olduğunuz cihetle ma‘ârif-i ‘umûmiye nezâret celîlesinin mahzûziyetini zât-ı ‘âlînize tebliğe memurum.
Mensur Şiirler
Mensur şiirler demek, efkâr ü tasfirât-i şâirâneyi hâvî olmak üzere- manzum olmamak şartıyla- yazılan makâlâta ıtlak olunur.
Misâl:
Üstü çakıl taşıyla, iki tarafı söğüd ağaçlarıyla tezyîn olunmuş bir yolun üstünde yürüyorlardı. Söğüd dalları arasından deniz, denizde uçan yelkenleri, ufukda toplanan beyaz bulutları seyrediyorlardı. Yolun sağ cihetine tesâdüf
[204] edilen mezaristanda, bir beyaz mezar taşı üzerinde birisi ağlıyordu!
Göremediler! Gözleri mehâsin-i tabi‘ate, ruhları bir birine bakıyordu.
Kaysı dalları üzerinde bir kırlangıç şarkı söylüyor, bir kır çiçeğine çalgısını çalan arı konmak istiyordu. Bu esnâda bir genç kız, bir delikanlı yaprakların arasına sığınmış, yekdiğerlerine ifşâ-yı râz ediyorlardı.
Göremediler! Gözleri mehâsin-i tabi‘ate, ruhları bir birlerine bakıyordu!
Büyük bir çınar ağacının yanından, geçerlerken rüzgarın yaprakların arasından çıkardığı iniltiyi duyamadılar. Hatta bu çınarın altında fakir bir a‘ma, başını üzerine dayadığı kemanının yanını tahriki etdikçe, o tellerinden çıkan boğuk bir sada, ıztırab içinde ezilen bir ruh-ı mükedderin nâkil-i vâveylâsı olduğu halde, bu sada-zedede bir şey hissedemediler! Fakir a‘mâ orada idi.
Göremediler! Gözleri mehâsin-i tabi‘ate, ruhları bir birlerine bakıyordu!
Köşklerin birinden bir piyano sadâsı geliyordu. Bazen iki
[205] güzel elin taht-ı inkıyadında olduğu halde, o eller sahibinin gönlündeki serâ’ir-i muhabbeti vâzıh bir sûretde ifşâya hizmet eyleyen bu piyanonun ruhu ihtizaza, kalbi vecde getiren, o hazîn nagamâtı, iki sevdâ-zede, köşkün önünden geçerken, tevakkuf etdi. Sonra yine içeri çekildi.
Göremediler! Gözleri mehâsin-i tabi‘ate, ruhları bir birlerine bakıyordu!
Tiyatro
Tiyatro yazmak da ayrıca bir sanat-ı edebiyedir. Sahne-i temâşâda, ahvâl-i beşeri tabi‘i olarak, tasvir eden tiyatro kitapları- İhtisâsât-ı beşeriyyeyi tedkîk edenlerce teslîm olunur ki- nevâdirden ma‘dûddur, çünkü bu gibi eserlerde, ihtisâsât pek tabi‘i olmakla beraber, ifadede hayâlât-ı dûrâdûr-ı şâ‘irâneden âzâde ve binaen-aleyh- pek sade olmak lâzım gelir.
[206]
Misal:
Suleha – Basîret göz bebeği gibi iltihâf eder. Fakat uyumaz, hâb-ı gaflet denilen şey çeşm-i irfâna girmez desem doğru olacak. Sen de pederin gibi âdemin vicdânını görüyorsun. Vâkıfü’l-gayîbe bir nisbetin mi var?
Zehra – Gözünde leme‘ân eden hayal ile çeşm-i âşinâlığım var, Sulehâ, sen de benim bir ‘aynımsın! – İbn-i Ziyâdın yalnız aşkı değil âşıkı da kendine mahsusdur, âşıkı hiç sâhib-i aşka benzemez. Nitekim kendi de hiçbir ma‘şuka müşâbih değildir.
Suleha – Âh! Vücudu bir, fakat yüz binlerce hayali var, hayal-i cennet gibi herkesin gözünde o! Nazar-i İlâhî gibi herkesin gönlünde o! Ona ma‘şuk insaniyet denilse revadır! – Ma‘şuk-ı insaniyet olan da mahbûb-ı Hüdâ ‘addolunabilir.
Zehra – Gel seninle birleşelim de islamiyetle insaniyeti tasvir edelim.
(Kemâl-i mekânetle musafaha-sâz-ı musafât olurlar.)
Zeynep – (Bunlara iştidirmeyerek)
Bunlara ne oluyor?
Ayşe – Ya bint-i Eyüb’ün derdi ne oluyor?
[207]
Emine – Ne olursa olsun! Size ne oluyor?
Zeynep – Dua ile icâbet gibi ikisi de bir birine mâ’il, fakat yine ikisi de istiğna gösteriyorlar!
Zehra – Hiç rüyada görüyor musun?
Suleha – Âh! Her gece!.. Hatta rüyada da muharebede!.. O mahşer-i emvât içinde, tesirinden, bir kalb-i müşfik gibi çarpdığını her gece rüyada görüyorum!.. Rüyada gibi gözlerim kapalı olduğu halde görüyorum!..
Zehra – Ya sabahleyin, uyandıktan sonra, birden bire hatıra gelmesi? Âh! İnsana aynıyla yanına bir fütuhat-ı müjdecisi gelmiş kadar güşâyiş verir, öyle değil mi?
Suleha – Evet, evet. Hele uykuda hiçbir şey görmez iken, âdetâ ‘ademden imiş gibi… O halde uyanık gözüňüň öňüne getirdiğiň vakit? – Adam kendini hâb-ı ebedîden uyanmış zanneder, öyle değil mi?
Zehra – Ya hele uykuya dalacağıň vakit? Âh! O hayâl, bir cism-i latif gibi baş ucuňa gelir, gözüňü kaparsın gitmez…
Sulehâ – Açarsın, gitmez. Eliňle tutacak olursun, ruh gibi tutulmaz.
Zehra – Peri gibi dokunulmaz. Odaya birisi girdi mi? Kaçar.
[208]
Sulehâ – Zihniňe bir şey geldi mi? Kaçar. Sonra yine gelir…
Zehra – Zihniňdekini de unutdurur…
Sulehâ – Odadakini de unutdurur. – Gülersin. Ağlarsın…
Zehra – Gide gide tâb u tuvânıň kesilir. Uyursun. – Bir de bakarsın ki o kıyafetle…
Sulehâ – O letâfet ile uykuda da karşıňda duruyor.
Zehra – Uyanırsın, yine karşında duruyor.
Sulehâ – Ne yapsaň sâbit, yalnız ismi işidilse biraz hareket eder.
Zehra – Nereye gitsen beraber, ancak sahibi gelirse gider.
Sulehâ – İşte o zaman, kendi mi hayaldir, yoksa hayal mi vucuddur, bilmezsin.
Zehra – İşte o vakit, ‘âlem-i hülyada mısın, ‘âlem-i rüyada mısın, haberin olmaz.
Sulehâ – Ah ‘aşkına doğru söyle!.. dediğim gibi değil mi?
Zehra – Dediğim gibi değil mi?
[209]
Zeynep – İşte emir!.. Geliyor.
Zehra – Seninle bir ma‘şuklıyız, Sulehâ, cenâb-ı Hakdan bir talihli olmayı da niyaz edelim! Bil ki ben elimden gelen şeyler de seniň şerîkeň olacağım.”
***
Aksâm-ı Eş‘âr
[210]
Dördüncü Kısım
Aksâm-ı Eş‘âr [211]
Bu kitabı gözden geçirmeye tenzil eden erbâb-ı mütâla‘a aksâm-ı edebiň en mihmeni teşkil eden şi‘riň ne demek olduğunu elbette anlamışdır. Anlamamış ise – ta‘bir ma‘zur biliyorsun- isti‘dâdı yok demekdir. Bunun çin burada şi‘rin envâ‘ını ayırdığımız gibi eş‘ârınde envâ‘ınıň başlıcalarını- bir dereceye kadar – ta‘rif etmeye çalışacağız.
[212]
Aksâm-ı eş‘âr ber-vech-i âtîdir:
– Tevhîd
– Münâcât
– Na‘t-ı Şerîf
– Medhiye
– Girizgâh
– Mersiye
– Kaside
– Tarih
– Terci‘-bend
– Terkib-i bend
– Sâki-nâme
– Müseddes
– Tesdis
– Muhammes
– Tahmîs
– Murabba’
– Terbi’
– Tazmin
– Hicviye, hezel ü mizah, şathiyât.
– [213]
– Fahriye
– Müfred
– Mısra‘
– Matla‘
– Makta‘
– Kıt‘a
– Nazm
– Rüba‘i
– ‘Azl
– Şarkı
– Müsterâd
– Mesnevî
– Mu‘aşşer
– Eş‘âr-ı cedîdeniň akşamı
Tevhid
Tevdîd, cenâb-ı hâlikın kudret vukutunu tavsif sadedinde inşâd olunan ve niheyeti – elbette- Beyan ‘aczden ‘ibâret bulunan manzumelere ıtlak olunur.
[214]
Misal:
Allah ki mûcid-i cihândır
Her dürlü nikâbdan ‘ayândı
Kesretde hezâr renge girmiş
Her mazhara başka renk girmiş
Bulmaz o tecelliyât gâyet
A‘dâd nasıl bulur nihâyet
Tevhîdi sever o Hâlık-ı rûh
Birdir bir o bî-niyâz-ı subûh
Allah nedir deyince gâfil
Allah diyor hamûş olur dil
‘Âkil biliyor ki var bir Allah
Mâhiyyeti anlaşılmıyor âh
Olmaz mı haride-güdaz ümmet
Peygamberi lâl iden hakîkat
Ey tâ’ir -i gayb-ı sânekallah
Pervâzına bin tebarekallah
Şevkin kime durmayup gidersin
Allahı mı cüstücû idersin
[215]
‘Âlem kalır ortasında erzan
Cevlangehi böyle isterim ben
…
Merhum Muallim Naci
Münâcât
Cenâb-ı Hakdan istid‘a-yı merhameti mütezammın manzumelere “münâcât” denilir.
Misal:
Neş’e-i şevk ile âyâtına tapmak dilerim
Anla var hâlıkıma gayrı ne yapmak dilerim
Ey Şinâsî içimi havf-ı İlâhî dağlar
Sûretim gerçi güler kalb güzüm kan ağlar
İder isyânıma gönlümde nedâmet galebe
Neyleyem yüz bulamam ye’s ile afvım talebe
Ne didim tövbeler olsun bu da fi‘l-i şerdir
Benim özrüm günahımdan iki kat bedterdir
Nûr-ı rahmet neye güldürmeye rûy-ı siyehim
Tanrının mağfiretinden de büyük mü günehim?
[216]
Bî-nihâye keremi ‘âleme şâmil mi değil
Yohsa ‘âlemde kulı ‘âleme dâhil mi değil
Kulunun za‘fına nisbet çogısa noksânı
Yâ anın kahrına gâlib mi değil ihsânı
Sehvine oldı sebep ‘acz-i tabî’isi kulunun
Hem odur ‘âlem-i ma‘nâda şefî‘i kulunun
Beni ‘afv eylemeğe fazl-ı İlâhîsi yeter
Sanma hâşâ kerem-i nâ-mütenâhîsi biter
Şinâsî
Na‘t-ı Şerîf
Peygamber-i zî-şân (S.A.V) efendimiz hakkındaki tanzim olunan manzûmâta ıtlak olunur.
Misâl:
Resûl-i kibriyâ hayru’l-verâ yâ Ahmed-i mürsel
Şefî‘-i müşfik-i rûz-ı cezâ yâ Ahmed-i mürsel
Serîr-i kâb-ı kavseyn-i ev-ednâ taht-gâhındır
Şehenşâh-ı akâlim-i rızâ yâ Ahmed-i mürsel
Süvâr-ı Refref oldun gâşiye-ber-dûş idi Cebrayil
İdince seyr-i mi‘râc-ı ‘alâ yâ Ahmed-i mürsel
[217]
Velî-yi âferîniş sırr-ı levlâke idüp mazhar
Vücudun menşe-i arz u semâ yâ Ahmed-i mürsel
Gül-i huy-kerde-i ruhsâre-i pür âb u tâbınla
Bulur bâğ-ı cihân neşv ü nemâ yâ Ahmed-i mürsel
Müeyyed oldı tebliğin zuhur-ı mu‘cizâtınla
Değildir mantık-ı vahyin hevâ yâ Ahmed-i mürsel
Seni Hak rahmete’l-lil‘âlemîn itdi nebîler hem
İderler senden ümîd-i ‘atâ yâ Ahmed-i mürsel
Harîm-i Ka‘be-i kûyunda sa‘y-i pür-tekâpûlar
Be-hakk-ı Merve ‘uşşâka safâ yâ Ahmed-i mürsel
Ne hikmetdir ki bür’ü’üs-sâ‘a-yı te’sîr-i ihsânın
Olur rencûr-ı âsâma devâ yâ Ahmed-i mürsel
Hemân ol hokka-i lutf-ı firâvânındadır ancak
Dil-i bî-çâra ümmîd-i şifâ yâ Ahmed-i mürsel
Salât ile selâmın şerm-sârâna ider Vehbî
Mutahhar rûhuna her dem hedâyâ Ahmed-i mürsel
Vehbî
[218]
Medhiye
Medhiye, çehâr-ı yâr-i güzîn efendilerimizden, yahud evliyaullah-ı ‘izâmdan biri hakkında tanzim edilen şiire ıtlak olunur. Bir kısım şu‘arâ, bu gibi medâyihi “kasâid” sırasında zikretmek isterlerse de; “kaside” fıkrasında görüleceği veçhile, “kaside” pâdişâhân-ı ‘izâma ve vüzerâ-yı ve küberâya karşı söylendiğine nazaran “ medhiye” evliyaullah mertebesinde olan zevât-ı kirâma tahsis olunabilir. Ez-cümle Kâzım Paşa merhumun İmam Ca‘fer-i Sâdık Hazretlerine dâ’ir yazmış oldukları manzumeden şuraya nalketdiğimiz ebyât o gibi methiyeden ‘addolunabilir:
O şehen-şâh-ı felek-câh u melek-çâker kim
Yaraşır olsa ana ‘arş-ı İlâhî evreng
O hüdâvend-i Hüdâ halk-ı nebî-haslet kim
‘Akl-ı küll pîş-i rikâbında urur raks u şeleng
Şem‘-i mihrâb-ı Hüdâ câmi‘-i esrâr-ı hüdâ
Secde-gâh-ı ‘urefâ Ka‘be-i ehl-i ferheng
Seyyid-i nev-i beşer kudve-i âl-i Haydar
Mihr-i rûşen nazar-ı küngüre-i heft evreng
[219]
Arş-ı temkîn kader-i makderet ü dehr-i sebât
Levh-i tarsîn-i fezâ temşît ü berk-ı pereng
Hazret-i Ca‘fer-i Sâdık ki sezadır el-hakk
Nakş-ı pâyın ser-i hurşîde Hudâ kılsa çelenk
Tab‘-ı ‘âlî-himemi bedr-i ka-i’ ehl-i yakîn
Dest-i lutf u keremi mahfaza-yı şîşe-i neng
Nahl-i efkâr-ı celîlinde hıred-i nevbâve
Tâk-ı eyvân-ı celâlinde semevât âveng
Afak-ı rif‘ate hurşîd-i sa‘âdet pertev
Tutuk-ı haşmete Cemşîd Sikender serheng
‘Akl-ı evvel nazar-ı mihr eser ü meh-peyker
‘Arsa-yı mahşer olur hayme-i haddâmına teng
Kasr-ı kadrin o kadar eylemiş Allah ‘azîm
Olamaz rûzenine vüs‘at-ı efkâr kepenk
Olsa feyz-i nazarı şâmil-i erbâb-ı zilâl
Beyt-i ma‘mûra döner kader-i sahn-hâne-i teng
[220]
Girizgâh
Bir zâtı medhe başlamadan evvel, o medh için yazılan bir mukaddimeye girizgâh tabir edilir ki bunlar ekseriya kasidelerde mer’idir. Nedim’in Damad İbrahim Paşa vasfında olan kasidesinin şu mukaddime-i şâirânesi emsaline tesâdüf olunmayan bedâ‘idendir:
Sepîde dem ki olup dîde hâbdan bîdâr
Hurûşa başladı nâgâh serde derd-i humâr
Hezâr za‘f ile hammâma doğrı ‘azm itdim
Kemer güsiste perâkende gûşe-i destâr
Varup o hâl ile hammâma üft ü hîz iderek
İdince gûşe-i halvetde cây-gâh-ı karâr
Ne gördüm âh amân el-amân bir âfet-i cân
Gelüp yanımda güneş gibi oldı lem‘a nisâr
Saçı fütâdesinin hâbı gibi pejmürde
Nigâhı ‘âşıkının hâtırı gibi bîmâr
Vücûdı hâm gümüşden beyâz gülden nermin
Boyu henûz yetişmiş nihâlden hem-vâr
Kamer hamîresi yâhud güneş murabbâsı
Bilûr şâh mı yâ nahl-i lü’lü’-i şehvâr
[221]
O kadd ü hadd o tenâsüb o gabgab o pistân
O yâl ü bâl o temâyül o şîve-i güftâr
Tamâm reng ü bahâ mû-be-mû kirişme vü nâz
Tamâm hüsn-i ser-â-pây şû‘le-i dîdâr
Velîk hissolunur kim o nâz-perverdin
Derûnı içre bir endîşe vü bir âteş var
Ben ise derd ile dirdim hemân ki âh ‘aceb
Nedir iden dilin ol nâz-perverin bîzâr
Didi o dem dil-i dîvâne her çi bâd-âbâd
Bu hâletin iderim aslın andan istifsâr
Cevâb-ı lutf virirse eger zihî devlet
Zihî sa‘âdet eger kim iderse de âzâr
Hemân hitâb idüp ey âftâb-ı nâz didim
Ki ey fedâ o siyeh zülfe nâfe-i Tâtâr
Gümüşden âyineler gibi sâf iken sîneň
Sezâ mıdır ki ola böyle pây-mâl-ı gubâr
Cihânı itmiş iken hayretin zebûn yâ seni
Kim itdi böyle ser-endâz-ı hayret ü efkâr
Nedir acep sebeb-i hayretin nedir derdin
Kemâl-i lütfun ile kıl kemîneňe ihbâr
[222]
İşitdi çün sözüm ol gül-i hadîka-i nâz
Derûn-ı sineden âh eyleyüp çü bülbül-i zâr
Didi ki âh su’âl itme derd-i pinhânım
Dil-i figârıma zahm urma sen de diğer bâr
Dilimle uğradığım kayda ben bu ‘âlemde
Ne bülbül uğrardı ne tûti-i şeker güftâr
Bu şeb bir âfetin ibrâmı ile meclisde
Çekilmiş idi bir iki piyâle-i ser-şâr
Tamâm neşeler itdikde mihr gibi tulû‘
Miyân-ı meclise nakl oldı sohbet-i eş‘âr
Nedîm nâmına bir şâ‘ir-i cihân var imiş
Kemend-i zülfüme düşsün ilâhî ol ‘ayyâr
Bir iki beytin anın keyfe ma’t-tafk nâgâh
Bir ehl-i dil okuyup itdi bir dahı tekrâr
Şu rütbe itdi eser bana ol edâ-yı selis
Ki ‘azm idüp olam îfâ-yı nezre hâhiş-kâr
[223]
Tutalım arayarak bulmuşum anı ammâ
Kabul kılmayup eylerse nezrim istihkâr
Hicâb mâni‘ olursa ya nâz iderse yahud
İderse zühd satup sûret-i riyâ izhâr
Nice çıkam acaba uhdesinden ol nezrin
Kalur mı âh benim gerdenimde böyle bu bâr
Kaçan ki bu sözi gûş itdi dil kalup bî-hûş
Kemâl-i hayret ile hem çü suret-i dîvâr
Didim ki ey gül-i nev-hîz-i nâz ü ‘işve sana
Fedâ Nedîm gibi bendeler hezâr hezâr
Ne güne sihr idi âyâ o beyt-i pür-te’sîr
Ki bir senin gibi ser-keş periyi kıldı şikâr
Didi ki bir iki beytü’l-kasîde kim olmış
Anınla hazret-i sadr-ı güzîne midhat-kâr
Mersiye
Mersiye, şâyân-ı muhabbet olan zevât içün yazılan manzumelere
[224] ta‘bir olunur. Ekseriya, Hz. Hüseyin (ra) efendimiz içün keşide-i silk-i nazm olan figan-nâmelere bu isim verilir.
Fuzûlî’nin:
Tecdîd-i mâtem-i şühedâ nef‘siz değil
Mâtem bu gün şeri‘ate bir ihtiramdır
Nevres’in:
Nîze üzre ser-i pür-hûn-ı Hüseyni görücek
Hayretinden baş açık dağlara çıkdı hurşîd
Kazım Paşa’nın:
Düşdi Hüseyn atından sahrâ-yı Kerbelâya
Cibrîl var haber vir sultân-ı enbiyâya
Beyitleri cenâb-ı Hüseyin (ra) içün birer âh-ı hazîn oldukları gibi, Muallim Naci Efendi merhumun, Parni’den tercüme etdiği:
Tenhâ idi hâb-gehi dilberin işte
Gizlendiği me’vâ o güzelliklerin işte
Mümkün mi denilmek meh-i tâbân gibi geçdin
Ey nûr-ı nazar berk-ı şitâbân gibi geçdin
Dünyâ görünür çeşmime zulmet-gede-i teng
Yumdurdı güzel gözlerini merg-i siyeh reng
[225]
Ey şi‘r-i terim! Eşkim ile hem-cereyân ol
Sinemdeki nîrân-ı gama reşha-feşân ol
*
Sevdâsına binlerce esîr itdiği diller
Taltif ile, ihsân ile seyr itdiği diller
Seyr eylediler karşıdan âsûde fenâsın
Hiç almadılar yâda ne hüsnün ne ‘atâsın
Bir âh bile çekmediler mevti içün âh
Tâ tesliyet içün ola ol rûh ile hem-râh
Ey şi‘r-i terim! Eşkim ile hem-cereyân ol
Sinemdeki nîrân-ı gama reşha-feşân ol
*
‘Âşıkları hürrem yine yâ Rab bu ne ‘âlem
Bir gün de devâm itmedi mi sâhte-i mâtem
Kabrin cihetinden oluyor munsarif ebsâr
Kendin gibi ‘âşıklarını sanma vefâdâr
Hicrânın ile ben gibi feryâd iden olmaz
Feryâd nedir? Nâmını da yâd iden olmaz
[226]
Ey şi‘r-i terim! Eşkim ile hem-cereyân ol
Sinemdeki nîrân-ı gama reşha-feşân ol
*
Ammâ benim olmakdadır âhım mütesâ‘id
Ölsem olamam hâb-gehinden mütebâ‘id
Âlâmımı tezyîd idiyor nur-ı nehârın
Ahzânını ta‘rîf ne mümkün şeb-i târın
Müstakbeliyem eşk-i hurûşân ile fecrin
Döndürdi iki çeşmeye çeşmânımı hecrin
Tahfîf-i elem itmedin ey şi‘-i revânım Sen dur yürüsün dem‘-i demâdem cereyânım
Ey şi‘r-i terim! Eşkim ile hem-cereyân ol
Sinemdeki nîrân-ı gama reşha-feşân ol
mersiyesi de bir nâdire-i hüsne âiddir.
Kasîde
Kaside, pâdişâhân-ı ‘izâma, vüzeraya, vesair meşâhire takdim olunan ve ekseriya altmış beyti tecâvüz etmeyen neşîdelere ıtlak olunub bunlara mukaddimen bir gazel ile bir de fahriye ilâve olunurdı. Şimdi o yolda yazılan kasidelere gazel ve fahriye -bazen- ilâve olunuyor.
[227]
Misal:
Rûz-ı fîrûz-ı cülûs-ı şeh-i hurşîd-haşem
Eyledi çehre-i âfâkı serâser hürrem
Subh-ı rahşân-ı münîr ile semâ tâbende
Eser-i mihr-i latifiyle münevver ‘âlem
Gündüzi şevk ile subh u seher lâhûtî
Gicesi pertev ile leyle-i gülzâr-ı irem
Bu kadar şevk-i behiştiye be-kavl-i bâkî
Nice sabr eylesün İlahi süreseň âdem
Tâkatim kalmadı hâmuşlığa aldım ele
Medh-i sultân-ı kerem-güster içün levh ü kalem
O şehehşâh-ı felek-mertebe kim lâyıkdır
Ser-fürû eylese iclâline mihr-i a‘zam
O cihân-bân-ı semâ-kevkebe kim ahrâdır
Neyyir-i tâli‘i hurşîd ile olsa hem-dem
Bârekallah zihi sâhib-i feyz-i haydır
Bende-i satveti İskender ü Zâl ü Rüstem
Sânekallah zihi mertebe-i sultânî
Çekilir nâm-ı hümâyûnına her yerde ‘alem
[228]
Kalb-i tâbendesi feyz-âver-i mihr-i ilhâm
Tab‘-ı şâhânesi gencîne-i esrâr-ı hakem
Bâb-ı ihsânının efkendesi ashâb-ı sehâ
Lütfunun bende-i şermendesi erbâb-ı kerem
Hâtem-i Tâyy ki sehâvetde misâl-i yokdı
Görmedi böyle sehâ böyle kerem böyle himem
Hâme-i mucize-gû levha-i tebcil üzre
Vasf-ı garrâ-yı hümâyûnını itdikce rakam
Dolar âfâka bütün gulgul-i gülbang-ı zafer
Açılır hayret ile dîde-i pervîz-i ‘acem
Öyle bir ‘âdil-i devrân ki olur her lahza
Keremi zahm-ı kulûb-ı fukarâya merhem
Server-i mülk-i cihân hazret-i Sultân Hamîd
Matla‘-ı ‘adl ü ‘atâ dâver-i fârûk-şiyem
Taht-ı şâhânisine eyledi vaktâ ki cülûs
Şevke geldi ‘adem-âbâda firâr eyledi gam
Buldı gülzâr-ı safâ neşv ü nemâ-yı câvid
‘Andelîbân-ı suhen eyledi tecdîd-i nagam
Gelüp ikbâlini iclâlini takdîs eyler
Yüz sürer pâyına bilcümle sanâdid-i ümem
[229]
O kadar eyledi ta‘mîm-i ‘adâlet dehre
Bir girîbânda görülmez eser-i dest-i sitem
Kalb-i pür-nûrına ilhâm-i İlahî makrûn
Fikr-i derrâkine esrâr-ı peyamber mahrem
Lutf u ihsânına afâkı idüp müstagrak
Eyledi merhameti ‘âlemi dilsîr-i ni‘am
Hüsrevâ pâdişehâ server-i ‘âlîgüherâ
Ey iden ‘âlemi müstagrak-ı eltâf u kerem
Devrine devr-i ma‘ârif dinilirse şâyân
Oldı bünyân-ı fünûn lütfun ile müstahkem
Rûz-ı fîrûz-ı cülûsunda zekâvet güneşi
Saltanatla ufuk-ı ma‘rifete basdı kadem
İşte ez-cümle bu bendeň de temâyüz itdi
Kıldı akrânına nisbetle biraz kesb-i kadem
Fahr idersem yaraşır sâye-i şâhâneňde
Çok mıdır Bâki-yi şâ‘ir ile olsam tev’em
Ben ki târih-i selâtin-i a‘zâmı yazdım
Yazmamış kimse anı şi‘r ile benden akdem
İftihârım şu ki sâyeňde yetişdimben de
Kendi perverdeň olan şâ‘iri görsün ‘âlem
Pertev-i şi‘rim ile maşrıkı tenvir itdim
Belki de magribi Allah te‘âlâ a‘lem
Her sözüm cevher-i ilhâm-ı Hüdâdır iderim
[230]
Nâm-ı Bâkîye yemîn rûh-ı Fuzûlîye kasem
Yetişir tab‘ını tavsifi ne hâcet biliriz
Ey Celâl ile du‘â şimdi du‘âdır elzem
Tâ ki hurşîd-i ziyâbâr-i sipihr-i gerdân
Eyleye şevk ile tenvîr bahâr u şebnem
Rûz u şeb hazret-i Sultân Hamîdiň Allah
Kalb-i pertev ü hümâyûnını kılsun hürrem
Târih- Cevher, Mühmel, Ta‘miye
Târih, her türlü vakâyi‘in zaman vuku‘unu ebced hesabıyla nazmen bildirir bir nev‘i sanat-ı edebiyedir. Ebced hesabını ise ber-vehc-i âtî irâe ederiz:
[231] Târih-i tâm olur. Eğer ta‘miye denilen sanat-ı edebiyeye ‘arz-ı ihtiyâc etmeyüp de cümle hurufı hisâb olundukda mısrâ‘ın hâsıl etdiği rakam târihinin yazılmasını îcâb itdiren vak‘a târihine münâsib gelirse.
Misâl:
Âh ey zâlim ecel eyvah ey dehşetli derd
Kıydınız mı ‘âkıbet bir âfitâb-ı ‘ismete
Vaz‘-ı haml eyler iken geldi havâle kıydı âh
Sırma saçlı mâ’i gözlü bir ferişte tal‘ata
Hicret itdi âsumâna bir muhâcir dilberi
Açdılar âgûş-ı kudsîler bu ‘âlî hicrete
İ‘timâd it sevdiğim zevcen de pek çok beklemez
Hasretiňle cân atar bir gün bu dâr-ı rahmete
Zevci tâli‘siz Celâliň böyle bir târîhi var
Gitdi Fehmîyem kızıyla bezm-gâh-ı cennete (1309)
Serfirâzân-ı üdebâ-yı Osmâniyeden devletlü Minîf Paşa hazretlerinin mahdum-ı dirâyet-i mevsûmı olup, Ma‘ârif Nezâret-i Celilesi Encümen-i Teftiş ü Mu‘âyene Başkatibi şair nezahat-perver Vehbî Bey Efenidinin âtideki neşîde-i şâirâneleri de tam târihdir:
[232]
Aglasun ehl-i dil ehl-i insâf
Diyerek söndi o rûh-ı vâmık
Daglasun dillerini şâ‘irler
Çün nihân oldı muhibb-i sâdık
Mâtemin tutsa revâ bülbüller
Mûsikî pîri idi ol ‘âşık
Yandı bu hâle ser-‘asker kapısı
Gölge ber-seyf idi amma şârık
Vehbiyâ hüzn ile düşdi târîh
Genç iken gitdi Şeref Bey yazık (1308)
Tarih-i cevher olur. Eğer noktalı harfler hesab olunursa.
Misâl:
Mihr-âlud sadrı makâm eyledi Gâlib Paşa
İde tevfîke mahal zât-ı şerifin Mevlâ
Cevher-i harf ile târîhini kıldım tezyîn
Gâlib-i mutlakı Hak eyledi sadrü’l-vüzerâ (1239)
İzzet Molla
[233] Tarih-i mühmel olur. Bu halde noktasız harfler hesâb edilmelidir.
Târihde tâmiye vardır. Tâmiye demek, eksik veyâ ziyâde gelen bir târihi bir nükte-i edebiye ile tamam eylemek demek olur. Bu nüktede pek dakik, pek şâirâne olmak lazım gelir.
Mesela Râgıp Paşa, Belgrad Kalesinin fethine:
Belgrad Kal‘asını aldı Muhammed Paşa
Mısraını söylediği halde, bu tarihde sekiz yüz elli biri ziyâde görünce tâmiyeyi şu mısra ile îrâd etmiş:
Çıkarup leşker-i küffârı didüm târîhini
(leşker-i küffâr) kelimeleri çıkınca, sekiz yüz elli birde tenzil edilmiş olacağından târihi de hem pek şâirâne hem pek latîf düşmüş olur. (geldi üçler söyler tarihini) gibi lüzumsuz tâmiyeler – ‘alelhusus- şu zamanda hiç çekilmez.
Hâsılı tarih bahsinde iken müverrih-i meşhur Sururî’nin tevârihinden birkaçını buraya nakl etmek münâsib olsa gerek:
[234]
Oldı ‘âlü’l-‘âl kim kıldı binâ Tophânenin
Semt-i bâlâsında bir vâlâ eser şâh-ı kerîm
Atılup meydân-ı nazma söyledi târîhini
Topcıyân içün mu‘alla kışla yapdı şeh Selîm (1208)
*
Sürdi yelken kürek a‘dâyı kapudan paşa
*
Oldı Ahmed Efendi defterdâr
*
Yıkıldı mektebin sakfı yapıldı gönli sübyânın
Terci‘-bend
Gazel tarzında yazılan bir şiire ‘ilâve edilen bir matla‘ın tekririyle husule gelen nazma “terci‘-bend” dirler.
Misâl:
Ben kimim bir bî-kes ü bî-çâre vü bî-hânümân
Tâli‘im âşufte, ikbâlim nigûn, bahtım yaman
Nemli eşkimden zemîn, memlû ünümden âsumân
Âh nâlem nâveki peyveste ham, kaddim kemân
[235]
Tîr-i âhım bî-hatâ, te’sîr-i nâmem bî-gümân
Muttasıl gam-hâne-i sînemde yüz gam mihmân
Kanda bir gam yetse benden istsünler ben zıman
Yok bana dâm-ı belâ vü kayda mihnetden amân
Çıkdı gönlümden endûh u gam u mihnet hemân
Ey benim cânım sen ü gönlüm seninle şâdmân
Sensiz olmam ayrı mihnetden belâdan bir zaman
El-amân hicrân belâ vü mihnetinden el-amân
*
Fârig idim cümle âlemden bilir âlem beni
‘Ayb iderdi bî-haber sanup benî Âdem beni
Koymadı devrân-ı çerh öz hâlime hürrem beni
Şâd iken âlemde çarh itdi esîr-i gam beni
‘Aşk nâ-gâh oldı peydâ tutdı müstahkem beni
Saldı yüz sevdâya ol gîsû-yı ham-der-ham beni
Şimdi Mecnundan gam-ı ‘aşk içre sanman kem beni
Yâr hod kılmaz harîm-i vaslına mahrem beni
Sen ki mahremsin sabâ sabâ billah alup her dem beni
Söyle ey gül kim sana baht eylemez hem-dem beni
Sensiz olmam ayrı mihnetden belâdan bir zaman
El-amân hicrân belâ vü mihnetinden el-amân
*
Bülbül-i zârım gül-i ruhsâr-ı âliňden cüdâ
[236]
Tûti-i lâlim şeker nisbet makâliňden cüdâ
Dir idim sabr eyleyem olsam cemâliňden cüdâ
Bilmedim düşvâr imiş olmak visaliňden cüdâ
Tîre oldı rûzgârım zülf ü hâliňden cüdâ
Oldı sahra menzilim vahşî gazeliňden cüdâ
Çıkdı cân-ı nâ-tüvân şîrin zülâliňden cüdâ
Oldım el-kıssa ruh-ı ferhunde-fâliňden cüdâ
Mû tek inceldi tenim nâzik nihâliňden cüdâ
Ham getürdi kâmetim teskîn hilâliňden cüdâ
Sensiz olmam ayrı mihnetden belâdan bir zaman
El-amân hicrân belâ vü mihnetinden el-amân
Fuzûlî
Terkîb-i bend
Terkib-i bend, yine gazel tarzında yazılan şiirlerin nihayetinde ayrı ayrı olunan matla‘lardan husûla gelen manzumelere ıtlak olunur.
[237]
Misâl:
Ey nigâh-ı gazz-ı mest-i mey-i nahvet-i nâz
Gamzesi sâkî-i câm-ı ecel-i ehl-i niyâz
Ey fürûg-ı ruh-ı huy-kerdesi hurşîd-güdâz
Ey lebi nâdire gülberk-i gül-i gülşen-i râz
Korkarım râzımı fâş ide o çeşm-i gammâz
Âşinâ olmadı dile gamze bîgâne nevâz
Şeb-i hicr ü gam-ı zülf ü dil-i sevdâ perdâz
İhtiyârî değil âh eyler isem dûr ü dırâz
Âh idersem n’ola sevdaň ile dolmış gönül
Haberim yok ki seniň ‘âşıkıň olmuş gönül
*
Hüsnüň evvel bakışımda beni itdi meftûn
Eyledi sâhir-i çeşmiň bana çok mekr ü füsûn
Zülfüň itdi dilimi silsile-cünbân-ı cünûn
Âhirü’l-emr bu sevdâ ile oldum Mecnûn
Gördüm oldum elem-i ‘aşkıň ile zâr u zebûn
Şerbet-i lutf ile derd-i dilim itdiň efzûn
[238]
Doldı tâ derd-i muhabbetle derûn u bîrûn
Başladıň zehr ü sitemle dilimi itmege hûn
Rûy-ı dil gösterüp itdiň beni çün dîvâne
Olduň ey âhu-yı vahşî giderek bîgâne
*
Bî-mürüvvet ne idi ‘arz-ı muhabbet evvel
Ne idi eyledigiň lutf u mürüvvet evvel
Neye virdiň idi nezzâreye ruhsat evvel
İtdiň idi garazıň çünki ferâgat evvel
Niçün itdiň dil-i bî-çâreye şefkat evvel
Ne idi tâ bu kadar kerem ü ülfet evvel
Üns idi elde iken şâneňe ‘âdet evvel
Şâhbâzam yok idi senden bu vahşet evvel
‘Afv kıl hüsnüňe küstâh nigâh itdimse
İhtiyâr elde degil girye vü âh itdimse
*
Gerçi ben serhoşa ‘aşkıňla şarâb itmez idiň
Ateş-i cevr ile bagrımda kebâb itmez idiň
[239]
Evvel âşüfteňe tâ böyle hitâb itmez idiň
Biň su’âl itse de bir tünd-i cevâb itmez idiň
Lutf iderdiň gazab-âlûd hitâb itmez idiň
Beni gördükce ser-i rehde şitâb itmez idiň
Cismimi ateş-i hasretde kebâb itmez idiň
Dil-i vîrânemi tekrâr harâb itmez idiň
Şimdi kurbânıň olam söyle nedir n’oldı sebep
Âşinâ-yı ezelîye bu tegaffül bu gazab
Fehîm
Sâkî-nâme
Sâkî-nâme, ‘âlem-i mey tasvir ü tavsif eden manzumelere ıtlak olunur. Hâfız Şirâzî’nin hemân her gazeli bir sâkî-nâme olabilir.
Misâl:
Sâkî vir ol piyâle-i elmâsa fer ü tâb
Elmâs içinde mevc ura ammâ ki la‘l-i nâb
Virsün fürûg-ı bezme o hal-gerde âfitâb
Olsun harîm-i meygede subh u şafak şarâb
[240]
Şîr-i ‘arak benât-ı müli ide feyz-yâb
Bir bahr içinde bark ura hurşîd ü mâhtâb
Deryâ-dilân-ı ‘aşkıňa îsâr-ı gevher it
Sahbâ-ı surh çeşmime yâkût-ı ahmer it
*
Sâkî getür ol âbı ki âteş-fürûş ola
Her bir habâbı kulzüm-i dûzâh-be-dûş ola
Mevc-i safâsı şu‘le-i kevser hurûş ola
Nakş-ı gül ü piyâlesi mahv-ı nükûş ola
Ser-mest-i ‘andelîbi gürûh-ı sürûş ola
Bu bahr-ı hûn ki dildir ana cür‘a-nûş ola
Keşf itdim ol ferahla gam-ı dilsitânımı
Destûr olursa söyleyeyim dâsitânımı
*
Sâkî getür ol câmı ki mahmûrı mest olur
Hûr-ı behiştiň irse gözü mey-perest olur
Sâgar-keş-i nuhustı harâb-ı elest olur
Yanında kadr-i zühd ü kerâmet pest olur
[241]
Peymâne-i hayât ki tevbe şikest olur
Mestâne reng-i rûy-ı recâ zîb-i dest olur
Ammâ hıred te’eddüb idüp ihtisâsına
Nâz u niyâz hizmet ider bezm-i hâsına
Gâlib Dede
Müseddes
Altı mısra‘dan ‘ibâret olan manzumelere ıtlak olunur.
Misâl:
Dün sâye saldı başıma bir serv-i ser-bülend
Kim kaddi dil-rübâ idi reftârı dil-pesend
Güftâre geldi tâ ki açup la‘l-i nûş-hând
Bir piste gördüm anda döker rîze rîze kand
Sordum meger bu dürc-i dehendür didim didi
Yok yok devâ-yı derd-i nihânıň durur seniň
*
Eğmiş hilâli üstüne tarf-ı külâhını
Çok dil-şikesteniň göge yetürmiş âhını
[242]
Zülfün dagıtdı gizledi ebr içre mâhını
Gördüm yüzünde halka-i zülf-i siyâhını
Ol pîç ü tâbı çok ne resendir didim didi
Devr-i ruhumda rişte-i cânıň durur seniň
*
Virmiş fürûg-ı şem‘-i ruhı çerâgına
Salmış şikest-i serv-i kadi gül budagına
Dün serv tek basanda kadem göz bulagına
Bir nice hârdan elem irmiş ayagına
Gül bergine batan ne dikendir didüm didi
Müjgân-ı çeşm-i eşk-feşânıňdurur seniň
*
Serv ile saldı baga güzer ol semen-‘izâr
Envâ‘-ı zîb ü zînet ile fasl-ı nev-bahâr
Dökmüş gül üzre sünbül-i gîsû-yı müşg-bâr
Yakmış ayagına yine gülberg tek nigâr
Nesrîne reng-i lâle nedendir didüm didi
Gamzem hadengi dökdügi kanıň durur seniň
Fuzûlî
[243]
Tesdîs
Bir matla‘a dört mısra‘ ilavesiyle hâsıl olur. O matla‘da dâimâ tekrar ider.
Misâl:
Hicre düşdüm yine çeşmânıma târ oldı cihân
Yakmadı ateş-i seyyâl gibi cismimi cân
Ne yaman derd imiş âh bu derd-i hicrân
Ola şâyed ki halâsa bu belâdan imkân
“Dâr-ı dünyâ deli gönlüm gibi vîrân olsa
Ne cihân olsa ne cân olsa ne hicrân olsa”
Gitse gönlümce felek olsa meded-kâr-ı kazâ
Çekmesem tâ bu kadar derd ü belâ kahr u cefâ
Mihribân olsa bu bî-çâreye cânân hatta
Firkatiň kalmasa bir vech ile imkânı veyâ
“Dâr-ı dünyâ deli gönlüm gibi vîrân olsa
Ne cihân olsa ne cân olsa ne hicrân olsa”
Bî-devâ-yı ‘illet-i sevdâ mütegâfil dilber
Derd ü hicrân ile dil muztarib ü cân muztar
[244]
Gelmiyor ki âh elden ne tahammül ne sefer
Yarsız eylemedense ‘adem-âbâda güzar
“Dâr-ı dünyâ deli gönlüm gibi vîrân olsa
Ne cihân olsa ne cân olsa ne hicrân olsa”
Âhına sûzişine bakmadıň ey mâh-ı cemâl
Eylediň (Ekrem’i)hicriňle perîşân ahvâl
İderek ye’s ile kurtulmaga bin çâre hayâl
Geliyor hâtıra bî-çâreligimden bu me’âl
“Dâr-ı dünyâ deli gönlüm gibi vîrân olsa
Ne cihân olsa ne cân olsa ne hicrân olsa”
Recâ’i-zâde Mahmud Ekrem
Muhammes
Her bendi beş mısra‘dan ibâret olan manzumeye “Muhammes” denilir.
Misâl:
Tâ be key ‘arşa çıka âh dil-i nâ-şâdım
Gökleri aglada hasretle giden feryâdım
[245]
Nice bir cânı yaka nâle-i ateş-zâdım
Müsta‘id kıl yok ise lutfuňa isti‘dâdım
Sana güçlük mi var ey şâh-ı kerem-i mu‘tâd
Şeyh Gâlib
Tahmîs
Bir şairin gazelinin her beytine üç mısra‘ ilâvesine tahmîs denilir. Fakat ilâve edilen mısra‘lar asıl gazel ile yek-tavr ve yek-nesak olmalıdır ki tahmîs şerâitine muvâfık olsun. Bu cihetle bir gazeli be-hak tahmîs etmek de muvaffakiyât-i edebiyeden ‘addolunur.
Misâl:
Cism-i elfâza revân bahş-ı edâdır hâmem
Mehd-i hülyâya su rızâ-yı safâdır hâmem
Derd-i eşkâl ma’ânîye devâdır hâmem
Hasta-i nâtıkaya ruh-fezâdır hâmem
Zât-ı İsâ gibi i’câz-nümâdır hâmem
[246]
Nakşına şişe hayâlât-ı zarâfet teşne
Nokta vü hattına her sâhib-i hikmet teşne
Katre-i reşhasına ehl-i belâgat teşne
Reşha-i feyzine erbâb-ı fesâhat teşne
Gûyiyâ çeşmime ilhâm-ı Hüdâdır teşne
Sa’yi meşkûr ola kim itdi yüce âdab
Merve-i kalbi safâ-yı rakmile sîrâb
Reşhânı hürrem-i câna verip âb u tâb
Oldu icrâ-yı sühan etme ki zerrîn mîzâb
Ka’be-i ma’nâya asılsa sezâdır hâmem
Cevdet Paşa
Şairin her beytinin ilk mısra‘ını evvele alarak ol vech ile tahmîse “tahmîs-i mutarraf” dirler.
Murabba‘
Murabba‘ her mısra‘ı dört mısra‘dan terkib iden manzumeye ıtlak olunur.
[247]
Misâl:
Ne anlarsın bu hâlimden benim ey çehre-i rûşen
Meserredden mi mâtemden mi bilmem itdigim şîven
Firâkıyla o hûr-ı nâzeniniň ‘azm iderken ben
Bu hîçistân-ı nisyânı behişt-âbâd ider bir kuş
Bekâ-bahş-ı fenâ bir savtdır bu âsumânîdir
Ki her bir nagmesi bir şi‘r-i sâf-ı bî-müdânîdir
Bu ebyâtın ki şâirlerce ser-tâ-ser me‘ânîdir
Ne mümkin bilmeden mefhûmını inşâd ider bir kuş
Alır lezzet o bizlerden ziyâde âb-ı câriden
Nesîm-i kûh-peymâdan sehâ’ibden sahâriden
Letâ’ifden ne gördüyse bilip eltâf-ı Bârîden
Dıraht üstünde bir diger kuşa ta‘dâd ider bir kuş
….
Terbî‘
Terbî‘ bir şairin iki mısra‘ına iki mısra‘ daha ilâvesine ıtlak olunur.
[248]
Tazmîn
Tazmîn, bir şairin bir beyt, yahud bir mısra‘ını beyt, yahud mısra‘-ı digere rabt ederek îrâd etmekdir.
Misâl:
Bu kadar şevk-i behiştiye be-kavl-i bâkî
“Nice sabr eylesün Allahı severseň âdem”
İşte buradaki mısra‘-ı sânî Bâkî’nindir.
***
Hicviye, Hezl ü Mizâh, Şathiyât
Hicviye, hezl ü mizâh, şathiyât-Manzum oldukdan sonra- aksâm-ı eş‘ardan ma‘dûd olsalar bile, bunlar ile iştigâl- edebiyat nâmına- her şâir için bâ‘is-i şan olmasa gerekdir. Çünki ötekiyle, berikiyle eğlenmek, yahud liân-ı nezâhet olan şi‘irde kaba kaba tabirler isti‘mâl etmek muvâfık olamaz. İtikâdımca şi‘iri, hekîmâne, şâ‘irâne, ‘âşıkâne tasvirât-ı ‘âliyeye hasr etmek daha münâsib olur. Onun içün burada misâl îrâdından te’eddüb etdik.
[249]
Fahriye
Fahriye kudemâ-yı şu‘arânın bir ‘âdetidir. Vâkı‘a, insan kendisini medh etmek kadar çirkin bir şey tasavvur olunmaz. Fakat kudemâ-yı şu‘arâ içinde meselâ Nef‘i gibi temâyüz eden dehânın fahriyeleri- ahenkli olduğu münâsebetle- hoş âyende olmak üzere kabul edilir. Binan-aleyh bir misâl îrâd edebiliriz:
Minnet Allaha ki virmiş o kadar isti‘dâd
Nazm içün eylemezem tab‘ıma zûr u ibrâm
Eylesem her ne zaman fikre ‘azimet irişür
Gûşıma zemzeme-i zenk-i berîd-i ilhâm
Nâvek-i fikrim ider tîr-i kazâ gibi güzer
Olsa pûlâd-ı Dımışkîden eger heft-ecrâm
Zûr u endîşe vü âsâr-ı hayâlimdir iden
Neyledügin nükte-şinâsân-ı zamâne i‘lâm
Kuvve-i kâhire-i fikr-i Kemâl ü Hüsrev
San‘at-ı nâdire-i nazm-ı Nizâmî vi Nizâm
Nef‘i-i tıg-zebânım ki zamanında benim
Saf-şikâf-ı şu‘arâ-yı suhan-ârâ-yı benâm
Nef‘î
[250]
Müfred
Yek-diğeriyle hem-kâfiye olmayan şiire ıtlâk olunur.
Misâl:
Evsâfını neşr itmege indi yere Kur’ân
Mi‘râcını keşf itmege çıkdı göge ‘Îsâ
Kâzım Paşa
Diğer Misâl:
O rütbe mürtefi‘dür kasr-ı bünyâd-ı tevâzu‘ kim
Riyâz-ı cenneti nazâra kâbildür zemininden
Râgıp Paşa
Mısra‘
Beytiň kısm-ı evvel, veya sânisine mısra‘ denilir. Bu gibi mısra‘-ı berceste ta‘bîrine şâyân olmak için durûb-ı emsâl sırasına geçmiş olmalı.
Bagbân bir gül içün biň hâre hizmetkâr olur
Lâ-edrî
Hasnıň sitemiň anlamamak hasma sitemdir.
[251]
Kezâ
Şükr-i ni‘met dahi bir ni‘metdir
Lâ-edrî
Sipihre çıkma kolaydır Mesîh olmak güç
Kezâ
Tâli‘i yâr olanıň yâr sarar yarasını
Matla‘
Gazeliň ilk beytine ıtlak olunur
Misâl:
Âzâdegân kayd-ı emel ser-firâz olur
Naz eylesün cihâna o kim bî-niyâz olur
Râgıb Paşa
Kârger düşmez hadeng-i ta‘ne-i düşmen baňa
Kesret-i peykânıň itmişdir demirden ten baňa
Fuzûlî
[252]
Diğer:
Hevâ-yı ‘aşka uyup kûy-ı yâre dek gideriz
Nesîm-i subha refîkiz bahâra dek gideriz
Nâ’ilî
Diğer:
İtdi dal rûyuňa rûyuň dal-ı sûzâne hased
İtdiler birbirine şu‘le vü pervâne hased
Vecdî
Diğer:
Olmak âteş-zen ne mümkündür göňül düşmen saňa
Cennet ü dûz hânümâ-yı ‘aşkdır me’nem saňa
Merhum Muallim Nâci
Diğer:
Aldı Mevlâ göňlümüň eň sevgili Leylâsını
Nâgehân dîvâne göňlüm aldı yâ Mevlâsını
Diğer:
Kaşların bâlâda seyr it ruhların gör zîrde
Kıl temâşâ huldı zîr-i sâye-i şemşîrde
Nedîm
Makta‘
Gazeliň soň beytine makta‘ dinir. Burada şair ismini zikreder.
[253]
Misâl:
Her derdsizden umma Fuzûlî devâ-yı derd
Sabr eyle ol ki derd virüpdür devâ virir
Fuzulî
Diğer:
Olsam n’ola Nef‘î gibi hallâk-ı me‘ânî
İhyâ iden endîşemi feyz-i nefesümdür
Kıt‘a
Kıt‘a- Yek-diğerine ma‘nâen merbût- iki beyitden ibâretdir. Matla‘sız beş, altı beyte dahi kıt‘a ıtlâk olunduğu vardır. Fakat meşhuru iki beytden ibâret olur.
Misâl:
‘Ayn-ı hizmetle te’eddüble serîr-i ser-keş
Öyle münkâd idi kim hazret-i Fahr-i beşere
Düşürirdi müje-i hatt-ı şu‘â ile müdâm
Sâyesin mihr-i cihân-tâb düşürmezdi yere
Gâlib Dede
[254]
Diğer:
Zenden remîde öyle Rafî‘â efendi kim
Hatm itse mushafı okumaz sûre-i nisâ
Neyzen demez ki zâhir olur âhirinde zen
Evrâka ney demîde yazar itse iktizâ
Hâmî
Diğer:
Bir resm arkasına yazılan:
Ey hüzn-i mücessem yakışan çehrene ‘unvân
Git meclis-i dilberde biraz eyle tecelli
Bir gün bu sebepsiz kederimden ben ölürsem
Baksın sana bir lahzacık olsun müteselli
Nazm
Nazm da kıt‘a gibidir. Fakat gazelgibi matla‘la başlar.
Misâl:
Ben serbülend-i ‘âlem idim ‘âlem olmadan
Hâk-i derin makâmım idi Âdem olmadan
Devlet beni bırakmış idi âsitânına
Âdem behişt-i halvetine mahrem olmadan
Fuzûlî
[255]
Rubâ‘î
Rubâ‘i, dört mısra‘dan ibarettir, her mısra‘ın kafiyesi mütehaddid- fakat vezni kendine mahsus- bir nev-i şiirdir.
Misâl:
Nebî Âl-i resûle cân-sipârım billah
Dâmân-ı muhabbetde gubârım billah
Bu-Bekr ü ‘Ömer ‘Osmân u ‘Alidir şâhım
Hâk-i kadem-i çehâr-yârım billah
Gâlib Dede
Diğer:
Sözdür olan ârâyiş-i mecmû‘a-i cûd
Sözden düzülür dü-mısra‘-ı bûd-ı ne-bûd
Söz olmazsa kâf ü nûn ile cilve-nümâ
Gelmez idi bu kâinâta âsâr-ı vücûd
Sâmî
Diğer:
Âdemde ne pîrâye ne zîver ister
Mahlûk idigi sûrete mazhar ister
Bî-fâidedir zînet ü ârâyişler
Bak âyîneye safvet-i cevher ister
Râgıb Paşa
[256] Gazel
Matla‘lı, makta‘lı, redifli, kafiyeli, yahud yalnız kafiyeli nazma gazel ıtlak olunur.Gazel kaideten -nihayet- dokuz beyti tecâvüz etmez.
Misâl: Ol perînin sanki ‘aks itmiş hayâli dağlara
Agladım âh eyledim bakdım şu hâlî dağlara
Söyle ey ebr-i keder-perver dokundı hissime
Sen mi bahş itdin bu hüzn-âver zülâli dağlara
Eylemiş muzlem bulutlarla temevvüc zirvesi
Bak nasıl heybet-fürûş olmuş şu ‘âlî dağlara
Geldi leylin igbirârı âfitâb itdi gurûb
Gönlümün ‘aks eyledi gûyâ melâli dağlara
Külbe-i ahzân gibi mahzûn sükûn-bahşâ garîb
Pek yakışdırdım bu me’yusâne hâli dağlara
Mâh doğdı ben de sandım ey esâtir âşinâ
Âsumandan düşdi leylâ-yı leyâli dağlara
Bir taşın üstünde istigrâka dalmak istedi
Zevk-i vahdet âşinâ itdi Celâli dağlara
[257]
Diğer misâl:
Göz gördi gönül sevdi seni ey yüzü mâhım
Kurbânın olam var mı benim bunda günâhım
‘Âşıklığıma şâhid-i ‘âdil mi değildir
Evzâ‘-ı hazînimle garîbâne nigâhım
Memnûn-ı visâl eyle beni gel kereminle
Yansun hased âteşlerine baht-ı siyâhım
Ey seng-dil itmez mi senin kalbine te’sîr
Hârâları hâkister iden âteş-i âhım
Bir bağrı yanık ‘âşık-ı mihnet-zededir dil
Ağlatma Nahîfî kulunı cevr ile şâhım
Nahîfî
Şarkı
Şarkı, esasen dört mısra‘ ile onu takip eden- yine dört mısra‘ı- bendlerden ibârettir. Muhammes, müseddes, tahmis, tesdis suretinde de şarkılar vardır. En meşhurları ve ekseriya nazm edilen şarkılar evvela iki, saniyen, salisen, ilâ-âhir… bendlerde üç mısra‘da tekrar eden nakarat ile hitâm bulur.
[258]
Misâl:
Yer tutdı hayâlimde o pertevli cemâlin
Gitmez göz önünden gözümün nûrı hayâlin
Karşımda dolaşmakda hayâl-i ruh-ı âlin
Nakarat
Gitmez göz önünden gözümün nûrı hayâlin
Yok uyku gözümde gece kaldım tek ü tenhâ
İtdim gam-ı ‘aşkınla dil-i zârımı ibkâ
Şeb bitdi, şafak sökdü, güneş doğdı da hâlâ
Nakarat
Gitmez göz önünden gözümün nûrı hayâlin
Diğer:
Gülzâre salın mevsimidir geşt ü güzârın
Vir hükmünü ey serv-i revân köhne bahârın
Dök zülfünü semmûr gibi ‘ârızın üzre
Vir hükmünü ey serv-i revân köhne bahârın
[259]
Bülbüllerin ister seni ey gonce dehen gel
Gül gitdigini anmayalım gülşene sen gel
Pâ-mâl-i şitâ olmadan iklîm-i çemen gel
Vir hükümü ey serv-i revân köhne bahârın
Sal hadd-i siyeh-kârın o ruhsâre-i âle
Semmûrunı kaplat bu sene kırmızı şâle
Al deste eger lâle bulunmazsa piyâle
Vir hükmünü ey serv-i revân köhne bahârın
Nedîm
Müstezâd
Müstezad şu suretle olur:
Ey şûh-ı kerem-pîşe dil-izâr senindir
Yok minnetin aslâ
Erkân-ı kerem anda ne kim var senindir
Pinhân u hüveydâ
Sen kim gelesin meclise bir yer mi bulunmaz
Baş üzre yerin var
Gül goncasısın gûşe-i destâr senindir
Gel ey gül-i ra‘nâ
[260]
Neylersin idüp bir iki gün bâr-ı cefâya
Sabr eyle de sonra
Peymâne senin hâne senin yâr senindir
Ey dil tek ü tenhâ
Çeşmânı siyeh mest siyeh kâküli pür-ham
Ebrûları pür-çîn
Benzer ki bu dildâr-ı cefâkâr senindir
Bî-çâre Nedîmâ
Bir bûse-i cân-bahşına vir nakd-ı hayâtı
Ger kâbil olursa
Senden yanadır söz yine bâzâr senindir
Ey ‘âşık-ı şeydâ
Mesnevi
Mesnevi, her iki mısra‘ı hem-kafiye olan her türlü manzumeye ıtlak olunur.
Misâl:
Efsürde oldı mı ten-i gülbün tarâvetin
Eyvâh soldı mı ruh-ı gülberg-i safvetin
[261]
Gözler güşûde, turra perîşân, ‘ızâr zerd
Bakdım didüm: dirîg? Beni öldürür bu derd
Tâbûtdan bana bakıyordun hazîn hazîn
Ey nûr-ı çeşm ü cân! Neden oldun sefer-güzîn?
Yanımda ağlıyor idi bî-çâre mâderin
Temdîd iderken âhımı dil-sûz-ı peykerim
Gark eyledikçe hüzne nigâhın nigâhımı
Ta‘kîb iderdi girye ü feryâd âhımı
Ten bî-mecâl, derdin ile cân cerîha-dâr
İtdim tebâ‘ad eyleyerek girye zâr zâr
Hayli zamân o hâli çalışdım unutmaga
Bir başka ‘aşk ile dil-izârı avutmaga
İmkân müsâ‘id olmadı ta‘dîl-i hasrete
Hep gözlerin görünmededir çeşm-i hayrete
Birdir henûz manzarası bence her yerin
Her yerde eyliyor beni ta‘kîb gözlerin
Bakmam iki gözüm! Diger ashâb-ı hüsne ben
Tâbûtdan bana bakıyorsun henûz sen
Mu‘allim Nâcî (Fransızcadan mütercem)
[262]
Mu‘aşşer
Mu‘aşşer, şu suretle tanzîm olunur:
Firkatinle ey perî hâlim perîşân oldı gel
Başıma teng oldı ‘âlem çâh-ı zindân oldı gel
Hânümânım sensiz ey meh beytü’l-ahzân oldı gel
Nev-civânım milket-i dil yandı vîrân oldı gel
Seyl-i eşkimle dü-çeşmim ‘ayn-ı tûfân oldı gel
Hûn-ı dil çıkdı gözümden eşkim al kan oldı gel
‘Âlemi gark eyledi deryâ-ı ‘ummân oldı gel
Hâtırım mahzûn u kârım âh u efgân oldı gel
Bu esîr-i derd ü hasret rahme şâyân oldı gel
Merhamet-kârım efendim vakt-i ihsân oldı gel
Ey meh-i nâ-mihribânım hayli müddet gelmedin
Terk idüp ben bendeni ey bî-murâdım gelmedin
Kimler ile eyledin nev-tarh-ı ‘işret gelmedin
Eyledin bî-gânelerle germ-i ülfet gelmedin
Jâj-hâya eyleyüp lutf u mürüvvet gelmedin
Hây zâlim eyledim bin kerre da‘vet gelmedin
[263]
Ben kuluna eyleyüp hiç rahm ü şefkat gelmedin
Eyledin peymân-şiken yok mı mürüvvet gelmedin
Mümkün iken şevk u şâdî ile sohbet gelmedin
Şimdi ahvâlim efendim pek perîşân oldı gel
Neş’et
Eş‘âr-ı Cedîdenin Aksâmı
Eş‘âr-ı cedîdede bazı kavâfi görülür ki eş‘âr-ı ‘atîka kavâfisine tamamıyla muhâlifdir. Bu usul, garb usulüdür.
Bazı manzûmeler vardır ki yedi mısra‘dan sonra nakarat alır.
Misâl:
Bu darbe-i felâkete beşer olunca âşinâ
Nigâh-ı intibâhını açar düşünse dâimâ
Olur cinânı bir zamân karîn-i lutf-ı Kibriyâ
Bugün figân ider iken yarın olur safâ-fezâ
Hayât işte böyledir bugün keder yarın safâ
Keder gider safâ gelir güler yine bu dil-rubâ
Geçen geçer bu şübhesiz fakat derim ki bir daha:
Şu aglayan yetîmenin hayâtını tefekkür it
[264]
Beş mısra‘lı manzumeler vardır ki birincisi, üçüncüsüne, ikincisi dördüncüsüne merbut oldukdan sonra, beşinci mısra‘ hiç birine merbut olunmaz, yalnız başdan aşağı sona gelen mısra‘lara merbut olur.
Yedi mısra‘lı manzumeler olur ki birinci mısra‘ı üçüncüsüne, ikinci mısra‘ı dördüncüsüne mutâbık ve beşinci, altıncı mısra‘lar mıra‘-ı râbi‘i takip etdikden sonra, yedinci mısra‘ mübâyin gelir.
Misâl:
Muhtazar nev-resîde bir şâ‘ir
Bin güzel söz bulup hayâlinde
Yazamaz nutka da degil kâdir
Ne hazîndir anın bu hâlinde
O bakış çeşm-i zî-müellinde
O gülüş rûy-ı infi‘âlinde
Bu da bir şi‘r-i ‘ulvî-yi diger
‘Arz ider her dakîka levn-i şafak
Sarı, mor, penbe, mâi bî-‘add renk
[265]
Hande-ver mu‘cizât-ı Rabb-i hulk
Mürg-zârı kılar bülend âhenk
Her bulut bir numûne-i ertenk
Bu temâşâ da başka bir ferhenk
Bu da bir şi‘r-i ‘ulvî-yi diger
Reci-zâde Mahmud Ekrem
Manzumelerin bir kısmı, dört mısra‘ı bir kafiyede olduğu halde, beşinci mısra‘ı bir nakarat ile hitâm bulur.
Misâl:
Bahâr ilâhesi ol seyre başla gülzârı
Çiçeklerin arasında soyun biraz bâri
Bu hâli görsün utansın bahârın ezhârı
Beyaz omuzlarına saç da zülf-i zer târı
Uzat dudaklarını ey perî dudaklarıma
Semâda sa‘ikalar gürledikce hiddetden
Kaçar ufuklara şemsin sehâb-ı zulmetden
Düşer sirişk-i keder dîde-i tabiatden
Kaçub kucagıma âsâr-ı havf u dehşetden
Uzat dudaklarını ey perî dudaklarıma
[262]
Dem-i ahyer-i hayâtımda mahv olunca emel
Bırak yanaklarını âteşîn dehânıma gel
Seni öpe öpe ölmük ne tatlıdır… ne güzel
Eger müsâ‘ade eylerse bir dakîka ecel
Uzat dudaklarını ey perî dudaklarıma
Bazı manzumelerin birinci, üçüncü, beşinci mısra‘larıyla, ikinci, dördüncü, altıncı mısra‘ları hem-kafiye oldukdan sonra bir matla‘ ile hitâm bulduğu vardır.
Misâl:
Seyr eyle şu levh-i nâzenîni
Gûyâ bürünür behişte sahrâ
Fikr it şu terâne-i hazîni
Üstâdına san‘at itmiş icrâ
Nisbet bunı digere hatâdır
Mensûb-ı ileyh ana Hüdâdır
[267]
Her nakş-ı bedî-‘-i hayret-endûd
Bir cilvesidir cenâb-ı Hakkın
Her şi‘r-i belîg-i hikmet-âlûd
Bir nüktesidir kitâb-ı Hakkın
Her lahn-ı latîf-i rikkat-efzûn
Bir nagmesidir rebâb-ı Hakkın
Hem tab‘a safâ viren bedâyi‘
Yâ Rabbi! Sana degil mi râci‘
Recai-zâde: Mahmud Ekrem
Bu yolda manzumeler gitdikçe tenvi‘ ider. Şöylesi de olur:
Bir zamânlar karârgâhım idi
Bedevîler gibi beyâbânlar
Buna mûcib de iştibâhım idi
Nasıl imrâr-ı vakt ider anlar
Belde halkında görmedim hayfâ
Gördügüm ünsi ehl-i vahşetde
Bedevîler sükûn u râhatda
Sevdigi dâimâ ganemle safâ
Bildi muttasıl esîr-i cefâ
İnti‘âş ‘âleminde zulmetde
[268]
Biri endîşeden amân bulmaz
Biri endîşeye zamân bulmaz
Bazen birinci üçüncü mısra‘larla ikinci dördüncü mısra‘lar hem-kâfiye olarak, her biri bir mısra‘la hitâm bulur.
Misâl:
Yaprak seni pek sever ki cânım
Yârin bana bergüzârısın sen
Bakdıkca safâ bulur revânım
Kim mihr ü vefâ bahârısın sen
Geldin bana mevsim-i hazânda
Hicrânı düşündügüm zamânda
Cinsinde sayılmasan da nâdir
Nefsince büyük fazîletin var
Zîrâ ki yüzünde müntabi‘dir
Hâlâ nigeh-i rahîm-i dildâr
Ol mertebesin bana mu‘azzez
Gönlüm seni cennete degişmez
Recâi-zâde: Mahmud Ekrem
[269]
Şu yolda manzumeler de vardır:
Vaktâ ki durup şu kalb-i gam-nâk
Toprakda nihân olur vücûdum
Vaktâ ki dolup dehânıma hâk
Şevkınla tamâm olur sürûdum
Tenhâ gicelerde bir hayâlet
Manzûrun olunca bit-tehayyir
Yum çeşmini bâ-kemâl-i rikkat
Bed-bahti-i ‘aşkım it tasavvur
Yâd it beni gamlı gamlı yâd it
Recai-zâde Mahmud Ekrem
Bazen birinci mısra‘ dördüncü mısra‘ı, ikinci mısra‘ üçüncüyü ve beşinciyi tuttukdan sonra bir makta‘ ile nihayet bulur ki bu makta‘ın kafiyesiyle her bir şiirin nihayetinde bir makta‘ bulunur.
Misâl:
Baş ucunda döner sehâb-ı kesîf
Yasdıgım taş yatak yerim toprak
[270]
Şiltem ot, anda yorganım yaprak
Hem-serim bir hayâl o cism-i latîf
Gerek eyyâm ol gerekse leyâl
Düşde dünyâda gördügüm o hayâl
Bazen yek-diğeriyle hem-kafiye olan dört mısra‘ bir manzume teşkil eder.
Misâl:
Ey cism-i latîf hâba râm ol
Âsûde-i zulmet-i garâm ol
Rûhun gibi mâil-i hırâm ol
Zîb-âver-i menzil-i merâm ol
Bazen en evvel üç mısra‘ aynı kafiyede olur. Sonra dördüncü mısra‘ yedinci mısra‘a beşinci mısra‘ altıncı mısra‘a merbut oldukdan sonra sekizinci mısra‘ yalnız kalarak dokuzuncusu manzumenin her bndinin nihayetindeki mısra‘lar ile hem-kafiye olur.
Misâl:
Hüsnünde bu i‘tilâ nedendir
Mehtâb yanında yâsemendir
[271]
Parlaklıgı mihre hande-zendir
Hiddetle kızarsa da o zâlim
Benzer mi cemâl-i sâfı aya
Mihr olsa eger peyinde sâye
Giysûsı gibi kalırdı muzlem
Bir şûh kıyâfetinde bak bak
Envâr-ı Hüdâ terâkim itmiş
Şu türlüsü de olur:
Ruhsârı siyeh nikâbe girse
Mehtâb da bir sehâba girse
Deryâyı kamer ider de muzlim
Pür-nûr ider eşkimi hayâli
Gösterse cemâlini o zâlim
Aslâ olamaz güneş misâli
Ruhsârını halka açmasun hiç
Tâ mu‘zib-i nâze kaçmasun hiç
‘Aks eylese ‘âleme zülâli
Her nûrı donuk görür e‘âli
[272]
Şu usul de hoşdur:
Bir âb kenârında idim yâr ile tenhâ
Mehtâb görünmekde şafak olmada peydâ
Karşımda idi sevdigimin ol gice gûyâ
Hem kendisi hem sûreti hem fikr ü hayâli
Ben olmadım ammâ yine dil seyr-i visâli
Bir mertebe hâlî ki hep etrâf u havâli
Sandım o perîden bile ol mevki‘-i hâli
Hem sûreti hem kendisi hem fikr ü hayâli
Zâil gibi geldi bana bir sâniye hatta
Dil seyr-i visâli yine ben olmadım ammâ
Bazen hem-kafiye olan üç mısra‘dan sonra bir mısra‘ gelir ki bu diğer hem-kafiye olan üç mısra‘dan sonra diğer bir mısra‘a irtibat peydâ eder. Bu gibi manzumelerin her beyti aynı makta‘la hitâm bulur.
Misâl:
Gölde hayrânım hele envârına
Gözlerim de yansa lâyık nârına
[273]
Eylemiş Hak ‘arz içün dîdârına
Anı mir’ât-ı semâdan intihâb
‘Aksine bak fecri seyr it âbdan
Handeler kıl subhı gör mehtâbda
Bak neler var vuslat-ı bî-hâbda
Ben ne mehtâb isterim ne âfitâb
Böyle veyl dâverde kalsak her gice
Bir agaç altında yatsak gizlice
Sanki veyl dâverde etrâf ü civâr
Saçların feyziyle olmış nev-bahâr
Nefhanı neşr eyledikce rûzgâr
Hâsıl olmakda hevâ-yı sünbülî
Anda gülbünler perîler müstetir
Anların enfâs-ı ‘aşkı münteşir
İnliyor bî-çâre hayvân muhtazır
Sen fakat ihyâ idersin bülbülü
Böyle veyl dâverde kalsak her gice
Bir agaç altında yatsak gizlice
[274]
Şu yolda manzumeler de vardır:
Kavuşur herkes anda sevdigine
Gündüzün gölgelik, gice pür-nûr
Gündüzün dâ’imâ şebîh-i seher
Gice burcı andırır ol yer
Var o burcın içinde bir de kamer
Ki rekâbet ider semâda güne
Kim bakarsa olur hemân mesrûr
Şu yoldaki manzumeler de pek hoşdur:
Ne hoş bir köylü kız gördüm geçende
Tek ü tenhâ oturmış bir çemende
Ki baksan korkulurdı ‘uzletinden
Ma’âli kılmış etrâfa sirâyet
Virirdi mevki‘e hüsn ü letâfet
Perîler şâd olurdı vahşetinden
Kenâr-ı âb idi zıll-i sanavber
Öperdi pâyını hurşîd-i enver
Anı mutlak görürlerdi semâdan
Öperdi tıfl-i sevdâ makdeminde
[275]
Bazen birinci mısra‘ dördüncüye ikinci üçüncüye merbut olur:
Misâl:
Duymazsa da gûşımız sadânı
Hâlin senin efsahü’l-beyândır
Hissim o lisâna tercemândır
Tefsîr ediyor bana nevânı
Sen şâ‘ire mülim-i edâsın
Bir şi‘r-i latîfsin musaffâ
Elfâz u kuyâddan mu‘arrâ
Hissimle şenîde ber-nevâsın
Menemenli-zâde: Tâhir
Bazen birinci mısra‘ üçüncü mısra‘, ikinci mısra‘ dördüncü, beşinci mısra‘ ile hem-kâfiye olur:
Misâl:
Bu sükût-ı belîg vü hüzn-i fasîh
Hıtâbe bî-makâl-i rûhâni
[276]
San‘at kudreti ider tevzîh
Bu ne ‘ulvî cihân-ı nûrânî
Ne neşât u safâ-yı vicdânî
Bu ne vahşet içinde ünsiyyet
Bu ne zulmet içinde nûr-ı bekâ
Bu fezâ-yı semâda bin hayret
Nice bin âfitâb-ı fikr-ârâ
Yagdırır nûr-ı heyetinde safâ
İlâahir… Nâbi-zâde Nâzım
Bazen mesnevi şeklinde yazılan beş beyte bir mısra‘ nakarat olur.
Misâl:
Kuşcagızlar, sevimli fettânlar
Size meyl itmesün mi vicdânlar
Bu ne cem‘iyyet-i sürûd-âgîn
Yeridir olsa münşerih dil-tenk
Çalılık savtınızla pür-âhenk
[277]
Hâliniz sâde, şekliniz de zarîf
Sesiniz hoş, makâmınız da latîf
Bozacakdır bu intizâmı hemân
Lâkin endîşe eyleyin ki zamân
Susunuz kuşcagızlarım susunuz
Bir gün itmiş idim şu yerde karâr
İki kırlangıc eyliyordı güzâr
Ötüşürlerdi bahtiyârâne
Virmesinler mi neşve insâna
Ben de ‘avdetlerin idüp tebrîk
Oldum anlarla zevk ü şevke şerîk
Nâgehân âteş itdi bir sayyâd
Oldı bî-çâre yolcular berbâd
Uzak olmak içün belâyâdan
İttikâ eyleyin berâyâdan
Susunuz kuşcagızlarım susunuz
Beranje- Mütercimi: Mu‘allim Nâcî
[278]Eş‘âr-ı cedîde kavâfiyesinin daha bazı enva‘ı var ise de, bunların hemen ekseri eş‘âra dâim neşr oluna mecmu‘alarda pek çok defa görülmüş olacagı içün, burada numûne dercinden sarf-ı nazar olundı.
[279]
Beşinci Kısım
Osmanlı Aruzu
Burada müsta‘mel olan bazı evzânın tahrinine lüzum vardır. Reşad Bey’in (Numûne-i Şi‘r ü İnşâ) ‘unvanlı yazdığı eserde taksîm-i evzân içün ihtiyâr itdiği uslûbı biz de tensîb itdik.
[280]
Bahr-i Remel ve Müte‘allikâtı Vezinleri
1- Vezn
(Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilün )
Mısra‘
‘Âkıbet gönlüm esîr itdin o giysûlarla sen
Nedîm
Taktî‘i
‘Âkıbet gön – lüm esîr it – din o giysû – larla sen
Fâ‘ilâtün – Fâ‘ilâtün – Fâ‘ilâtün – Fâ‘ilün
Âtideki eş‘âr (bundan sonraki şiirler) bahr-i remele mensûbdur:
Riştedür cismim ki devr-i çarh virmiş tâb ana
Merdüm-i çeşmim düzer her dem dür-i sîrâb ana
Fuzûlî
Ol ki her sâ‘at gülerdi çeşm-i giryânım görüp
Aglar oldı hâlime bî-rahm cânânım görüp
Fuzûlî
[281]
Münharifdür sâkiyâ endûh u dünyâdan mizâc
Bâde tut kim ‘illet-i endûha gafletdür ‘ilâç
Fuzûlî
Sünbüli başdan çıkarmış yâr gîsû koymış ad
Hande-i virdi tecessüm itdürüp rû koymış ad
Sürûrî
2-Vezin
(Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilün)
Mısra‘
‘Âşıka ‘ayn-ı vefâdur cevr-i yâr
Fehîm
Taktî‘i
‘Âşıka ‘ayn – ı vefâdur – cevr-i yâr
Fâ‘ilâtün – Fâ‘ilâtün – Fâ‘ilün
Âtîdeki eş‘ar kezâ bahr-i remele mensubdur:
Habbezâ kasr-ı latîf ü zer nigâr
Kim nazîrin görmemişdür şeyh ü şâb
Ol kadar matbû‘ u şûh-ı dil-firîb
[282]
Kim gören cennet sanır bî-irtiyâb
Ol kadar rûşen ki fark olmazdı hiç
Ana câm-ı revzen olsa âfitâb
Sanki bir beyt-i musanna‘dur felek
Ravza-i rıdvândan itmiş intihâb
Yâ dilârâ bir ‘arûs-ı hûbdur
Âyine olmış ana havz-ı pür-âb
Nef‘î
3-Vezin
Fe‘ilâtün Fe‘ilâtün Fe‘ilâtün Fe‘ilün
Mısra‘
Kim ne dirse disün ol gonce dehen dilberdür
Taktî‘i
Kim ne dir – se disün ol gon – ce dehen dil – berdür
Fe‘ilâtün – Fe‘ilâtün – Fe‘ilâtün – Fe‘ilün
Âtîdeki eş‘âr kezâ bahr-i remele mensubdur:
[283]
Nâvek-endâz-ı fezâya nigehi tîr virir
Sa‘id-i fitneye ebrûlara şemşîr virir
Râgıb Paşa
Gûş kıl pendimi bir söyleyüp ol iki hamûş
Bunı söyler işidir bir dehen ile iki gûş
‘İzzet Molla
Kıymet-i kadr ü hayât-ı pederi bilmeyene
Bildirir sonra zamâne ne imiş kıymet-i eb
Es‘ad Muhlis Paşa
4-Vezin
(Fâ‘ilâtün Fe‘ilâtün Fa‘lün)
Mısra‘
Sâdıkü’l-va‘d olur ehl-i himmet
Taktî‘i
Sâdıkü’l-va‘d – olur ehl-i – himmet
Fâ‘ilâtün – Fe‘ilâtün – Fa‘lün
Âtîdeki eş‘âr kezâ bahr-i remele mensubdur.
[284]
Zîr-i şemsiyyede gösterdi cemâl
‘Aklımı aldı o yelpâzesi al
Kendini görmege yokdur hâcet
Bilmege ‘ârif ile nâdânı
Zâde-i tab‘ı ile zâhir olur
Herkesin mertebe-i ‘irfânı
Bizi yâd eyledin ihyâ itdin
Oldılar gitdiler ammâ hussâd
Bâkî
Bahr-i efkâra dalup çekme emek
Nükte-i çün ü çerâdan el çek
Kesmiş atmışdır anı itme cedel
Tıg-ı lâ-yüs’el-i ‘ammâ yef‘al
Hâkânî
[285]
Bahr-ı Hezec ve Müte‘allikâtı Vezinleri
1- Vezin
Mefâ‘îlün Mefâ‘îlün Mefâ‘îlün Mefâ‘îlün
Mısra‘
Perîşanlıkda zülfün tâ dil-i nâ-kâma uydurmış
Taktî‘i
Perîşanlık – da zülfün tâ – dil-i nâ-kâ – ma uydurmış
Mefâ‘îlün – Mefâ‘îlün – Mefâ‘îlün – Mefâ‘îlün
Âtîdeki eş‘âr bahr-i hezece mensubdur.
İşâret eyleyüp eşcâr-ı semt-i lâ-tenâhiyi
Öper emvâc kalkup perde-i kudret penâhiyi
Belîg
[286]
Kalır ‘âlemde ehl-i ‘aşkdan bir yâdigâr elbet
Ser-i jülîde mûyından nişândır bîd-i mecnûnun
Nedîm
Görünce dilleri baglandı hem ‘uşşâk-ı nâlânın
Meger dil bagladır başında ol zülf-i perîşânın
‘Atâyî
Muzaffer vakt-i fırsatda ‘adûdan intikâm almaz
Mürüvvet-mend olan nâ-kâmî-i düşmenle kâm olmaz
Râgıb Paşa
Şeref virmez dür ü gevher kemâl olmaz zer ü zîver
Hüner kesb it hüner! Bahr-i fazîlet kân-ı ‘irfân ol
Bâkî
Küşâde sînesi nâfî berehne hâb-gâhında
Kader göstermedi ol dil-rübâyı ez kazâ olsun
2- Vezin
Mefâ‘îlün Mefâ‘îlün Fe‘ûlün
Mısra‘
Beni mest eyledi baygın nigâhın
[287]
Taktî‘i
Beni mest ey – ledi baygın – nigâhın
Mefâ‘îlün – Mefâ‘îlün – Fe‘ûlün
Âtîdeki eş‘âr kezâ bahr-i hezece mensubdur.
Meger bir subh-dem bu zâl-i gerdûn
Sipihrin dâmenin kılmışdı pür-hûn
Meger kim vaz‘-ı haml itmişdi nâhid
Anın çün kan içinde doğdı hurşîd
Doğurdı subh-dem bânû-yı devrân
Bir altun başlı sırma saçlı oglan
Âhî
Kasîdem ‘aczimi ‘arz eylemişdi
Dirîgâ sormadın bir kerre hâlim
Şu son mısra‘ım olsun son hitâbım
Harâm olsun sana sihr-i helâlim
Mu‘allim Nâci
Hased-perverlerin hâli yamandır
Ki yokdur bir belâ bed-ter hasedden
[288]
Sarılmış nefse bir müz‘ic yılandır
Ki çıkmaz çıkmadıkca cân cesedden
Recâi-zâde: Mahmud Ekrem
İlâhi sensin ol kâdı-yı hâcât
Ki lâzımdır sana ‘arz-ı münâcât
Sünbül-zâde Vehbî
3 – Vezin
Mef‘ûlü Mefâ‘îlü Mefâ‘îlü Fe‘ûlün
Mısra‘
Tâc-ı ser-i ‘âlemdir o kim hâk-i kademdür
Taktî‘i
Tâc-ı ser-i ‘â – lemdir o kim – hâk-i kademdür
Mef‘ûlü Mefâ‘ – îlü Mefâ‘ – îlü Fe‘ûlün
Âtîdeki eş‘âr kezâ bahr-i hezece mensubdur.
Sâkî bize mey vir ki harâb olmaga geldik
Mest-i reşahât-ı mey-i nâb olmaga geldik
[289]
Mir’âtı ele al da bak Allahı seversen
Sînen ne kadar olmış o benlerle müzeyyen
Her bâde ki sensiz içerim bezm-i belâda
Hûn-âb olur elbette çıkar dîdelerimden
Fuzûlî
Nâyın ki çıkar zemzeme sûrâhlarından
Bülbüller öter sanki gülün şâhlarından
Nâ’ili Kadîm
Külhan görürüm gülşen-i pür-behçeti sensiz
Ey gonca cehennem sanırım cenneti sensiz
Erbâb-ı kemâlin yeri hâkiste-i gamdır
Hâk üzre düşer mîve kemâliyle olunca
Belîg
Âteş gibi tutsaydı eger nûr-ı tecelli
Ey zülf-i siyeh dûd-ı siyâhî sen olurdun
[290]
Dünyâya eger vakt-i cehâletde geleydin
Tâ‘at-kede-i hüsn-i İlâhî sen olurdun
‘Avnî Bey
4 – Vezin
Mef‘ûlü Mefâ‘ilün Fe‘ûlün
Mısra‘
Feyz-i sühene nihâyet olmaz
Taktî‘i
Feyz-i sü – hene nihâ – yet olmaz
Mef‘ûlü – Mefâ‘ilün – Fe‘ûlün
Âtîdeki eş‘âr keza bahr-i hezece mensubdur:
Geçmiş güzelim bahâr-ı hüsnün
Ey gönlüm olan şikâr-ı hüsnün
Yoksa bunı sen kolay mı sandın
Gam leşkerini alay mı sandın
Galib Dede
[291]
Düşdi yola oldı Kaysa hem-râh
Bir hâl ile kim ne‘uzübilllah
Fuzûlî
‘Afvın keremin makâle sıgmaz
Tasvîre degil hayâle sıgmaz
Nâbî-zâde Nâzım
Deryâ-yı latîf sâhilinde
Bir mevki‘-i şâ‘irâne tutmış
Setr-i beden itmegi unutmış
Sevdâ ider ihtifâ dilinde
Deryâda olınca ‘aksi manzûr
Mehtâb-veş oldı bahr pür-nûr
‘Ali ‘Ulvî
Allah nedir deyince gâfil
Allah diyüp hamûş olur dil
Mu‘allim Nâcî
[292]
5 – Vezin
Mef‘ûlü Mefâ‘îlün Mef‘ûlü Mefâ‘îlün
Mısra‘
‘Âşıkda keder neyler gam halk-ı cihânındır
Şeyh Gâlib
Taktî‘i
‘Âşıkda – keder neyler – gam halk-ı – cihânındır
Mef‘ûlü – Mefâ‘îlün – Mef‘ûlü – Mefâ‘îlün
Şu muhammes kezâ bahr-i hezecdir:
İ‘mâr-ı beşer her dem her lahza bulur noksân
Âsârı da fânîdir anlarda da var pâyân
Bir yandan olur peydâ bir yandan olur pinhân
Kendi gibi devrânı bitmekde sanır insân
‘Âlem yine ol âlem devrân yine ol devrân
Lâkin neye mahv itdi ol genci felek bilmem
Ol genci ki itmişdi her yolda Hüdâ mükrem
Ahbâbı tutar sandım birkaç gicecik mâtem
[293]
Bakdım ki giden gitmiş dünyâdakiler hürrem
‘Âlem yine ol ‘âlem devrân yine ol devrân
Recâ’i-zâde: Mahmud Ekrem
Bahr-i Muzâri‘ ve Muta‘allikâtı Vezinler
1 – Vezin
Mef‘ûlü Fâ‘ilâtü Mefâ‘îlü Fâ‘ilün
Mısra‘
Taklîd-i zâg kebg-i hırâmânı güldürür
Taktî‘i
Taklîd-i – zâg kebg-i – hırâmânı – güldürür
Mef‘ûlü – Fâ‘ilâtü – Mefâ‘îlü – Fâ‘ilün
Âtîdeki eş‘âr bahr-i muzâri’ye mensubdur:
Gamzen ne dem ki tıg çeküp hûn-feşân olur
‘Uşşâk-ı dil-fikâra ecel mihribân olur
Nef‘î
[294]
Ey gönlümün sa‘âdeti bir ibtisâmınız
Bilsem sizin melek mi ya hûrim mi nâmınız
Cism-i latîfinizle gelüp türbe-gâhıma
Nolsun bana hayât virişden merâmınız
Şehbâl-i nâzınız mı bu nûr-ı siyeh zuhûr
Pervâz-ı rûhdan daha ‘ulvî hırâmınız
La‘lin ne dem ki ‘uşşâka hâtır-güzâr olur
Mânend-i bâde-i eşk-i teri âbdâd olur
Bir kerrecik daha görün ey nûr çeşm ü cân
Öldürdi hasretin beni öldürdi hasretin
Recâ’i-zâde: Mahmud Ekrem
Öldürmeyince mihr ü vefâ eylemem dimiş
Eylerse yâr mihr ü vefâ öldürün beni
Nevres-i Kadîm
[295]
İtfâle kıble-gâh analar kucagıdır
Zîrâ o bir vefâ vü mürüvvet ocagıdır
Korkar çocuk dahîl olur âgûş-ı mâdere
Ninni terânesiyle uyur gussa dagıdır
Recâî-zâde: Mahmud Ekrem
2 – Vezin
Mef‘ûlü Fâ‘ilâtün Mef‘ûlü Fâ‘ilâtün
Mısra‘
Meşhûr bir meseldir mızrak çuvala sığmaz
Taktî‘i
Meşhûr – bir meseldir – mızrak çu – vala sığmaz
Mef‘ûlü – Fâ‘ilâtün – Mef‘ûlü – Fâ‘ilâtün
Âtîdeki eş‘âr kezâ bahr-i muzâriye mensubdur:
Olsaydı bendeki gam Mecnûn-ı mübtelâda
Kuş mı karar iderdi başındaki yuvada
Fuzûlî
[296]
Kâfir rakîb oturmış ol gül-‘izâra karşı
Berdü’l-‘acûze benzer evvel bahâra karşı
Lâ-edrî
Hükm-i kader ne ise infâz ider merâmın
Olmaz rehîn-i tagyîr bulmaz fenâ bu kânûn
Siz bir perîsiniz ki ey âfitâb-ı behcet
En ‘işveli perîler eyler size müdârâ
Ey ‘âlem-i hayâlin seyyâh-ı hûşyârı
Hiç kasr-ı sûretinde gördün mi nev-bahârı
Nedîm
3 – Vezin
Mefâ‘ilün Mefâ‘ilün Mefâ‘ilün Mefâ‘ilün
Mısra‘
Cihânda hîç görmedim benim gibi cefâ çeken
[397]
Taktî‘i
Cihânda hî -ç görmedim – benim gibi – cefâ çeken
Âtîdeki eş‘âr kezâ bahr-i muzâriye mensubdur:
Sebâtı yok bu ‘âlemin ana kim i‘timâd ider
Ferah gelir tarah gider tarah gelir ferah gider
Merhum Mu‘allim Nâcî
Mukîm-i râg ol ey gönül füyûz-ı nev-bahârı gör
Şükûfelerde mevc uran safâ-yı hüsn-i yârı gör
Ne san‘at eyler eşkâr-ı hezâr nagme-kârı gör
Kenâr-ı havz-ı pâkde dıraht-ı sâye-dârı gör
Virir hayâta ihtizâz hurûş-ı cûy-bârı gör
Döner benevşe gül semen mücevherâta jâleden
Dolar derûn-ı mürg-zâr tarabla cûş-ı nâleden
Seherde seyr-i bâga çık sabâh feyz-bârı gör
Dilinde ‘aşk-ı neşve-rîz lebinde şevk-i hande ver
Yolunda her çemen ni‘am gözünde her çiçek güher
Şarâbı âb-ı hoş-güvâr gıdâsı şîr-i şehd ü ter
[298]
Degil melâle âşinâ kelâlden de bî-haber
Çoban kıyâfetindeki garîb kâm-kârı gör
Recâî-zâde: Mahmud Ekrem
Bahr-i Müctes
Mefâ‘ilün Fe‘ilâtün Mefâ‘ilün Fe‘ilün
Mısra‘
Zihî tasavvur-ı bâtıl zihî hayâl-i muhâl
Taktî‘i
Zihî tasav – vur-ı bâtıl – zihî hayâl – i muhâl
Âtîdeki eş‘âr behr-i müctese mensubdur:
Sa‘âdet-i ezelî kâbil-i zevâl olmaz
Güneş yer üstüne düşmekle pây-mâl olmaz
Fuzûlî
[299]
Emelden oldugumuz böyle dûr bizdendir
Degil felekde rehâvet kusûr bizdendir
Bahr-i Hafîf
Fâ‘ilâtün Mefâ‘ilün Fe‘ilün
Yahud
Fe‘ilâtün Mefâ‘ilün Fe‘ilün
Mısra‘
‘Âkıl itmez ‘abes yire hande
Taktî‘i ‘Âkıl itmez – ‘abes yire – hande
Âtîdeki eş‘âr bahr-i hafîfe mensubdur:
Bezm-i meyde kusûra bakma sakın
‘Âlem-i âb başka ‘âlemdir
Mey-i ikbâli hazm iden ammâ
Meşrebimce hakîkat âdemdir
Cevdet Paşa
[300]
Muhtazar nevreside bir şâ‘ir
Bin güzel söz bulub hayâlinde
Yazamaz nutka da degil kâdir
Ne hazindir anın bu hâlinde
O bakış çeşm-i zî-mâ’linde
O gülüş rûy-ı infi‘âlinde
Bu da bir şi‘r-i fâni-i diger
Recâî-zâde: Mahmud Ekrem
Gerçi ‘âlem bütün fenâya karîn
İki şeydir fakat zevâli hazîn
Biri solmış şükûfedir bâriz
Ya nedir digeri? Verem bir kız!
Recâî-zâde: Mahmud Ekrem
Bahr-i Mütekârib
Fe‘ûlün Fe‘ûlün Fe‘ûlün Fe‘ûl
[301]
Mısra‘
O mâh agladı âsumân agladı
Taktî‘i
O mâh ag – ladı â – sumân ag – ladı
Fe‘ûlün – Fe‘ûlün – Fe‘ûlün – Fe‘ûl
Âtîdeki eş‘âr bahr-ı mütekâribe mensubdur:
Meded el-meded ey cihân âferîn
Dile nûr-ı ilhâmın ile karîn
Recâî-zâde: Mahmud Ekrem
Bahr-i Seri‘
Müfte‘ilün Müfte‘ilün Fâ‘ilün
Mısra‘
‘Âşıkım ‘âşık sana ey nev-civân
Taktî‘-i
‘Âşıkım ‘â – şık sana ey – nev-civân
Müfte‘ilün – Müfte‘ilün – Fâ‘ilün
[302]
Âtîdeki eş‘âr bahr-i serî‘e mensubdur:
Aglama lâyık mıdır âh eylemek
Aglama şâyan-ı perestiş melek
Ben ne Mesîhî ne Mesîha demim
Zevki hakîkatde arar âdemim
Merhum Mu‘allim Nâcî
Nice tabûr dagıdır ol yosmanın
Saçdagıdup egmesi kalpagını
Gâlib Dede
Hayli zaman mirvaha cünbân idim
Uykuya varmış idi ol şîvekâr
Mülk-i dile ben de Süleymân idim
Kabza-i destimde idi rûzigâr
Lâ-edrî
[303]
Bahr-i Recez
1 – Vezin
Müstef‘ilün Müstef‘ilün Müstef‘ilün Müstef‘ilün
Mısra‘
Allah içün ey meh likâ lutf it mürüvvet eyle gel
Taktî‘i
Allah içün – ey meh likâ – lutf it mürüv – vet eyle gel
Müstef‘ilün – Müstef‘ilün – Müstef‘ilün – Müstef‘ilün
Âtîdeki eş‘âr bahr-i recezdendir:
Esdi nesîm-i nev-bahâr açıldı güller subh-dem
Açsun bizim de gönlümüz sâkî meded sun câm-ı Cem
İrdi yine ürd-i behişt oldı hevâ anber sirişt
‘Âlem behişt ender behişt her gûşe bir bag-ı irem
Nef‘î
2 – Vezin
Müstef‘ilâtün Müstef‘ilâtün
[304]
Mısra‘
Meclis bezendi sun bâde sâkî
Taktî‘i
Meclis bezendi – sun bâde sâkî
Müstef‘ilâtün – Müstef‘ilâtün
Âtîdeki eş‘âr kezâ bahr-i receze mensubdur:
Ey mülk-i hüsnün ‘âlî emîri
Olsun makâmın sînem serîri
Bilsen ne oldı âzâde gönlüm
Sevdâ esîri sevdâ esîri
Te’sîrim olmak kâbil mi yâre
Olsam şehîdin âh âh ahîri
Mu‘âllim Nâcî
Gencînen olsam vîrân idersin
Âyînen olsam hayrân idersin
Sâkî kerâmet sende ya bende
Bahr-i habâba mihmân idersin
[305]
Zâhid o meh-veş bir nûrdur kim
Bütdür dimezsin îmân idersin
Etvâr-ı çarha uy mevlevî ol
Seyrân idersin devrân idersin
Gâlib Dede
Evzânımıza dâir bundan ziyâde yazı yazmaga lüzum görmedim.
[306]
Altıncı Kısım
AKVÂL-İ HEKÎMÂNE
[307]
AKVÂL-İ HEKîMÂNE
VE
CÜMEL-İ EDEBİYE
Her belîg sözün edebiyatdan ma‘dûd olacağı tabî‘idir. Bu cihetle edîbâne yazılmış olmak üzere mütercümeli olarak bir aralık toplayabildiğim cümeli akvâl-i hekîmâne ‘unvânıyla buraya derc itdim:
1 – Dünyâda lisandan a‘lâ ne tasavvur olunabilir? Lisan râbıta-i ma‘îşet-i medeniyet, miftâh-ı ‘ulûm u ma‘rifet, tercümân-ı hikmet
[308] ü hakîkatdir. Anın vâsıtasıyla şehirler binâ ve kavimler idâre olunur. Ta‘lîm ü tedrîs vü iknâ‘ ü iskât anınla icrâ edilir. Mehâkim ü mecâlisde anın vâsıtasıyla hükm ü rey i‘tâ olunur. Vü vezâ’ifin en mukaddesi olan ‘ibâdet anınla îfâ edilir.
Ezop
2 – Zarfın zerâfet veya ‘adem-i zerâfetinden ne çıkar? Siz derûnundaki cevhere ‘atf-ı nazar edin.
Kezâ
3 – Hiçbir vakit kimsenin fazîlet ü sa‘âdetine hased etme, zîrâ vicdânını muztarib itmekden başka bir semere hâsıl etmez.
Kezâ
4 – Erişdiğiniz şeylerin ahsenini tahrîr ü tahrîr itdiğiniz şeylerin ahsenini hıfz itidiğiniz şeylerin dahi ahsenini îrâd edin!
Yahya bin Hâlid bin Bermek
5 – Ziyâ-yı şems mezbeleye dahi dâhil oldugu halde aslâ pis olmaz.
Diyojen
[309]
6 – Dünyâda semâ, arz, vâdiler ve ormanlar bakmakla doyulur ve gezip yürümekle bitip tükenir şeyler olmadıgı gibi insânî de hiçbir vakt usandırmadıklarından, nev‘-i beşerin ni‘am-ı hakîkiyeleridir.
Buffon
7 – Dirâyet ve zekâvet sabr u ictihaddan ibâretdir.
Kezâ
8 – Mevt, hayât misillü tabî‘i bir şey olarak bizim tasvîrât u evhâmımız gibi müdhiş değildir. O bir hayâldir ki devrinden nigâh edildiği zaman insana îrâs-ı dehşet ü fütûr ider, lakin ana takrib olundukça o havf u hirâs dahi bin-nesebe kesb-i ehveniyet ü zevâl eyler.
Kezâ
9 – Bir milletin kuvve-i nâtıkası edebiyat ise timsâl-i edebin nâtıka-i zi-hayâtı da tiyatrodur.
10 – Tiyatro ‘aşka benzer, insanı hazîn hazîn agladır. Fakat verdiği şiddetli tesirlerde de bir lezzet bulunur.
11 – Tiyatro eglencedir. Fakat eglencelerin en faydalısıdır.
12 – Hâk ol ki Hüdâ mertebeni eyleye ‘âlî
Tâc-ı ser-i ‘âlemdir o kim hâk-i kademdir!
Rûhî-i Bagdâdî
[310]
13 – El virse safâ fırsatı fevt eyleme bir dem!
Dünyâ ana degmez ki cefâsın çeke âdem
Kezâ
14 – ‘Ârif isen ey tâlib-i Hak sen seni anla
Gencîne-i mahfîye muhaldir dil-i vîrân
Sâmî
15 – Bin ders-i mu‘ârif okunur her varakında
Yâ Rab ne güzel mekteb olur mekteb-i ‘âlem
16 – Her kim ki arar bûy-ı vefâ tab‘-ı beşerde
Benzer ana kim devlet umar zann-ı hümâdan
17 – Bed-baht olanın bâgına bir katresi düşmez
Bârân yerine dürr ü güher yagsa semâdan
18 – Erbâb-ı kemâli çekemez nâkıs olanlar
Rencîde olur dîde-i huffâş ziyâdan
19 – İdrâk-i me‘âlî bu küçük ‘akla gerekmez
Zîbâ bu terâzû o kadar sıkleti çekmez
20 – Bed- mâye olan anlaşılır meclis-i meyde
‘İşret-i güher âdemi temyîze mihenkdir
21 – Her dürlü heves tab‘iyyet-i gencin zamanına yakışır.
22 – Senedi bâtıl olur bâtıl olan da‘vânın!
[311]
23 – Fenn-i edeb bir ma‘rifetdir ki insana haslet-âmûz-ı edeb oldugı içün edeb ü ehl-i edîb tesmiye olunmuşdur.
24 – Bir eserin ki sâni‘i insan ola, mümkün müdür ki anda noksan olmaya?
25 – En zeki ve en gabî bir âdem eger mâlik-i hissiyât ise çekdiği âlâm ü ıstırâbın farkına varır.
26 – En a‘lâ zevk tahsîl-i ‘ilm ü ma‘rifetdir. Bu zevkin mertebe-i ifrâtı olmadıgı gibi nedâmeti dahi yokdur.
27 – Bu dünyâda sa‘âdet hâli teşkil iden; hâlât sıhhat-ı vücûd, refâhiyet-i hâl ve biraz ‘aşk u muhabbetdir.
28 – ‘Aşk zehirli nebâtâta benzer ki bazen mühlik ve dâimâ muhâtaralı bulunur. Lakin etibbâ-yı hâzıka anları tahlît ile insanların idâme-i hayâtında isti‘mâl iderler. Bunun gibi ‘alâka dahi mu‘tedil olur ise sa‘âdetimize hizmet idebilir.
29 – Tiyatro şol âyîneye benzer ki erbâb-ı temâşâ içinde kendisini görür.
30 – İ‘tiraz kolaydır. Lakin ibdâ‘ güçdür.
31 – Haset bir sehâb-ı keşifdir, ki hasûda, karşısında bulunan hasmın liyâkatini görmege hâ’il olur.
32 – Erbâb-ı zekâvet nev‘-i beşerin en hâs kısmıdır.
[312]
33 – Ekserîyâ mahallinde istihdâm olunmayan erbâb-ı zekâ çukurda kalıp da bir şey husûle getirmeyen tohumlara benzer.
34 – Bedbaht o sahib-i kalbdir, ki hiçbir şeyden rikkat gelmez, hiçbir şeyden müteessir olmaz.
35 – Kalbi rikkate getirdikten sonra fikri ikna etmek kolaydır.
36 – Bir şâir ne iktidarda olursa olsun hüsn-i mu‘ameleye şâyân bir mahlukdur.
37 – Bir şey hıfz olunmaya şâyân olmadıkça yazılmaya şâyân olamaz.
38 – Yazı yazan her bir muharrir efkâr-ı ‘âmmeye hürmet etmelidir.
39 – Rahatça ve münâza‘asız yaşamak içün te’lîf yerine tercüme ile iştigâl etmek evlâdır.
40 – Şu‘arâ tenhâ vü sükûn-âver mahalleri arar ve şûriş ü şemâtat ile mâlî olan mahallerden kaçar.
41 – Latîf olan şey hâtırda hıfz olunur.
42 – Edebiyatın tekrar tevellüd ü zuhûrundan beri heves-i takrîr bir şehvet-i nefsâniye hükmüne girmiştir.
43 – Edebiyatı hürmete şâyân etmek içün yazılan şeylerde
[313] yalnız eser-i zekâvet değil âsâr-ı hüsn-i ahlak dahi göstermelidir.
44 – Temennâ-yı hayât itme sen ey cân
Hayât anla hakîkatde memâtı
Sinan Paşa
45 – ‘Âşıkları dilleri altında sözler vardır, ki leb ana mahrem olmaz.
Kezâ
46 – Hüsn ü hayâle müstenid vü zevke râci‘ olan kazâyâ-yı şi‘riyyye hakîkat-i fikriyece o kadar şiddetli muhâkemâta mütehammil değildir.
Recâi-zâde: Mahmud Ekrem
47 – Tebessümün cilve-gâhı olan dudaklar hissiyatın mir’ât-ı in‘ikâsıdır.
48 – Sevdiğinin kusurlarını sevmeyen hakîkî ‘âşık değildir.
49 – Muhabbet her şeye galebe ider.
Virjil
50 – Güzellik devamı az olan güzel kokulara benzer, ki insanın burnu alışınca hissedilmez.
Madam Dö Lamber
[314]
51 – Bir kadının en kıymetli serveti zevcinin muhabbetidir.
İstube
52 – Sevdâya dûçâr olanların rûhı gözlerinin içinde raks ider.
Ofapiyus 53 – Muhabbet bize her şeyi öğretir.
Plutark
54 – Muhabbet peşin para dimektir. Elinde muhabbet bulunan bir fakir bir bankerden daha zengindir.
55 – Sevmek, ma‘şûkının fikr ü zihnini almak, onun gibi düşünmek, onun gözüyle görmek, kalbi ile hissetmek, el-hâsıl tebdîl-i tabi‘at iderek onun gibi olmak demektir.
Barney
56 – Bazı böcekler güllerin en güzel goncalarına ‘ârız olmakları gibi muhabbetde en saf ü ‘âlî olan ruhlarda bî-tevettüt ider.
Şekspir
57 – Sevdiginizin hayâli bizim gölgemiz gibidir. Nereye gitsek bizi ta‘kîb ider.
Sen Prosper
[315]
58 – Bir kadın yalnız bir erkeği mes‘ud itmege borçludur.
Bernard Dö Sen Piyer
59 – Muhabbet bir düşmandır ve canlı olan mahlukatın kâfesi de onun kurbanıdır.
Şopenhaur
60 – Kadın kürre-i ‘arz üzerinde bulunan en güzel bir kuşdur.
Alfered Dö Musse
61 – Kadınlar dünyanın en güzel nısfıdır.
Jan Jak Russo
62 – Muahbbet kadınların kalbinde teganni iden bir kuşdur.
Alfons Karr
63 – Muhabbet bir anda zihni, vücudı istilâ eylediginden infi‘âlât-ı kalbiyenin en şiddetlisidir.
Volter
64 – Bir kadın her şeyi ‘avf ider, yalnız kendisini istemeyeni ‘afv itmez.
Jan Jak Russo
65 – Beraber aglamak kadar iki kalbi yek-diğerine rabt iden bir vesîle tasavvur olunamaz.
Jan Jak Russo
[316]
66 – Hissiyât bir çiçekdir. Muhabbet de onun balıdır.
Viktor Hugo
67 – Bir erkek nazarıyla taleb ider, bir kadın da nazarıyla teslîm olur.
Korney
68 – Muhabbet kimseye merhamet itmeyen bir zâlimdir.
Şinâsi
69 – Varlığım Hâlıkın varlığına şahiddir.
Kezâ
70 – ‘Akl u hikmet sıfat-ı bâhire-i Mevlâdır. Kezâ
71 – Şem‘i itfâ kolay amma ki ne güçdür iş‘âl.
Kezâ
72 – Bed-baht ana dirler ki elinde cühelânın
Kahr olmak içün kesb-i kemâl ü hüner eyler
Kezâ
73 – Mâhîyeti isbât iden âsâr-ı ‘ameldir
Mikdârına nisbetle kişi hayr ü şer eyler
Kezâ
74 – Mukteza-yı devr-i zaman ile memât-ı ‘âlem
Kezâ
[317]
75 – Bir buluddur bu sevâd-ı imkân
Kim geçer gölgesidir sanki zamân
Kezâ
76 – Her şey ibtilâ-yı muhabbetle vücûda gelir.
Soli Prodom
77 – Zahm-ı cefâyı hep zu‘afâdır iden kabul.
Ankara Vâlisi Memdûh Bey
78 – Muzaffet vakt-i fırsatda ‘adûdan intikâm almaz.
Koca Râgıb Paşa
79 – Olur ‘adl ile hâsıl iktidâr-ı servet-i millet.
Ankara Vâlisi Memdûh Bey
80 – İstikâmet büyük fazîletdir!
Tepedelenli-zâde Kâmil Bey
81 – Âdemin hayvâniyeti yemekle, insâniyeti okumakla kâ’imdir.
82 – Bir cemiyyetin refah ü sa‘âdetini temin içün, her ne lazım ise hepsi ma‘ârifden tevellüd ider.
Şemseddin Sâmî Bey
83 – Mütâla‘a tab‘a gelen kelâl ü melâlin en müesser devâsıdır.
Monteskiyo
84 – Dünyâda şeref-i insâniyet feyz-i ma‘rifetden ‘ibâretdir.
[318]
85 – Sezâdır âdem içün (mânevî) bir istikbâl
Ki hîç görmedigi bir cemâle ‘âşıkdır
86 – Az çok hayâlden gelir insâna tesliyet
Hep igbirârdır yüzi gülmez hakîkatin
87 – Gayretle tırmanup çıkar âdem sükût içün
Hayret çıkar öbür yanı dîvâr-ı hayretin!
88 – Şâ‘ir odur ki çeşmini bir hüsn-i muhtecib
Kılmaz berî tecellî-i vicdân-nevâzdan!
89 – Şâ‘ir odur ki sem‘ine sesler gelir müdâm
Bir perde-dâr-ı mutribe-i cilve-sâzdan
90 – Hengâm-ı sabâvetin safâsı
Bir fasl-ı bahâr şevke benzer!
Kim fasl-ı şebâb-ı retk-âver
Ta‘kîb iderek gelir cefâsı!
‘Abdülkerim Sâbit
91 – Vatana ‘aşk u muhabbet eser-i îmândır.
‘Ali ‘Ulvî
92 – Çocuğı sevmeyen çocukluk ider.
[319]
Kezâ
93 – Ne kabâhat ne de bir cünha cinâyet işler
Hükm-i vicdâne muvâfık hareket itse kişi
Kezâ
94 – Zerrede çeşm-i hakîka cihânlar seyr ider
Kibriyâ-yı sâni‘ye zerrât burhândır bütün
Hüseyin Hâşim
95 – ‘Ulviyet-i hakîkiyeden bî-nasîb olduğu halde yalnız lafzen ‘ulviyeti ma‘şer sözler balon gibidir: Hevâ-yı iştihâra bir aralık i‘tilâ-nümâ olsa bile bir aralık ber-zemîn-i mechûliyet düşer kalır!
Recai-zâde: Mahmud Ekrem
96 – Hakîkat-i hissiyeden mahrûm iken ateşden, kıvılcımdan bahs iden manzumeler şebtâbe benzer: Zülâm-ı evham içinde fürûzân görünse bile bir kalb üzerinde bir eser-i ihtirâk zuhûra getirmeksizin kendi kendilerine söner mahv olur!
Kezâ
97 – Bir şâ‘ir, şi‘rini ahlâk dersi virmek içün söylemez.
Kezâ
98 – Erbâb-ı hased mu‘ammer olmaz,
Zîrâ ki o zehirden eşeddir!
‘Ali Ferruh
[320]
99 – Kelâm-ı müdâvele-i tasavvur hizmetine kudretden mü’kil bir cism-i latîfdir, ki beylerce seneler geçse tarâvet-i ne-civânîsine zevâl irişmez.
100 – Beşerde dâ’im olan kelamdır. Cemâl-i mütehavvil olur.
101 – Eserde kâ’im olan makâldir. Me’al müntakil olur.
102 – Şi‘rin zamân ile mekân ile bir büyük münâsebeti vardır.
Sâmi Paşa-zâde Sezâyî
103 – Bir mü’ellif iktidârının fevkine çıkmak ve kendisini daha ‘âlî bir mâhiyetde göstermek isteyüp de tabi‘atını zorladıkça yazdığı şey dâ’imâ tabi‘îlik meziyetinden mahrûm kalır.
Recâi-zâde: Mahmud Ekrem
104 – Herkes bir ümîde hizmet eyler
Ümmîd iledir cihânda her hâl
Merhûm Mu‘allim Nâcî
105 – Hep gördüğümüz gibi yazmakda ne terakkî olabilir, biraz da düşündüğümüz gibi yazmalıyız.
106 – En sahîh ikbâl-i rûhun göründüğü iki güzel göz, en büyük servet-i kalbin hissini gösteren gül renginde dudaklardan ‘aks iden tebessümdür.
Sâmî Paşa-zâde Sezâyi
[321]
107 – İnsan hiçbir kimseye ve husûsiyle cenâb-ı Hakk ile vâlidelere yalân söylememelidir.
Kezâ
108 – Bu güzergâh-ı fenâda ebedî olmaga lâyık ne kadar ân ü sâniyeler vardır.
Kezâ
109 – Güzel olan bir genc kızın ‘ismet ü muhabbetle bir kalbe temellük itmek, niyâz-ı muhabbet, tasvîr-i ‘âşıkâne gibi kendisini çiçekler içinde gösterecek hayâlât-ı şebâneye sermâye-i neşât olmak hilkat tarafından ihsân olunmuş en büyük imtiyâzı, en tabî‘i hakkıdır.
Kezâ
110 – Gönül muhabbete karşı dâ’imâ çocukdur.
Kezâ
111 – Ahlâk fenne mukaddemdir, fennin bulunmadığı yerde sa‘âdet mevcûd olabilir, fakat hiss-i ahlâk mevcûd olmayan yerde mes‘ûdiyet bulunmaz.
Fazlı Necîb
112 – Her kavmin hükemâsı derece-i terakkî ve ‘ulûm u fünûnda vukufları nisbetinde bulunmak tabî‘idir.
Kezâ
[322]
113 – Şâ‘ir fikir i‘mâl ider.
Viktor Hugo
114 – Şîr-hârlar beşiğini, çocuklar eğlendiği yeri, gençler ma‘îşiyet-gâhını, ihtiyarlar gûşe-i ferâgatını, evlad vâlidesi ve ‘âilesini ne denlü hissiyât ile severse insan da vatanını o denlü hissyât ile sever.
115 – … Her dinde ve her milletde, her terbiye ve her medeniyetde, hubb-ı vatan en büyük faziletlerden, en mukaddes vazifelerdendir.
116 – Parayı harc ü sarfda hasislik derecesine vardırmayarak tasarrufa ri‘âyet itmek re’s-i ‘akıldır.
Eflatun
117 – Tahâret ü nezâfete dikkat itmek kadınlara birinci derecede lazım olan şeylerdendir.
Mehmed Sa‘îd Efendi
118 – … Bahtiyarlar içün bir şafak bed-bahtlar içün bir yangındır.
119 – Körler bile kendilerini görür, vicdânını görür, Allahını görür.
120 – Hiçbir milletin edebiyatı tamamıyla hissiyât kabîlinden olamaz.
Merhum Mu‘allim Nâcî
[323]
121 – Bir bahîre-i letâfet-nisârı temâşâ itmek kadar latîf vü dil-güşâ bir temâşâ tasavvur olunamaz.
Rasin
122 – Kehvâreden makbere doğrı bir şeh-râh vardır.
Viktor Hugo
123 – Ebediyyet bir sırr-ı İlâhi ile meşhûndur.
Kezâ
124 – Çocuk içün büyümek hâlden hâle inkılâb dimekdir.
Kezâ
125 – Bu dâr-ı fenânın güzergâhlarından ‘udûl iderek sahrâların sâyesi altında hatve-endâz-ı istirâhat olan âdem ne kadar mes‘uddur.
Lamartin
126 – İstikbâl ile hâl gayr-i mükemmel iki heykel-i zînet-i iştimâldir. Biri sinîn-i sâlife inkıyâzının parçalarından müstahrec, digeri ise, istikbâldeki istikmâlâtdan mahrumdur.
Şatobiryan
127 – Fikir rûhun en rakîk, ve en canlı kısmıdır, ki vücûd ile beraber ihtiyarlayup ‘atâlet-nümâ olur.
قله شيه
[324]
128 – Bir lem‘a-yı İlahiye olan hakîkat bu dâr-ı fenâda insânların taharrîyât ve tekayyüdâtına lâyıkdır.
ماسيون
129 – Vicdân hâlsi ü sâdık hakîkatden iktisâb-ferâdır.
Kezâ
130 – İnsanlar sabah vakti açılan akşam vakti solup pây-mâl-i hakâret olan çiçekler gibi dû-çâr-ı zevâldirler.
Fenelon
131 – İnsan iktisâb-ı fazîlet iderse o fazîletin pek latîf, mükemmel olduğunu görür.
Jan Jak Russo
132 – Uluların bulunduğu mahal iki defa görülmez.
Rasin
133 – Bir şâ‘ir içün her zaman gönlünde bir muhabbet bulunmak lazımdır.
Menemenli-zâde Mehmed Tâhir
134 – Bed-bahtdır o şâ‘ir ki gönlünde melek çehreli bir dil-rübânın muhabbetini hiss itmez.
Kezâ
[325]
136 – Sevdâ zulmetde incilâ bulur, tenhâlıkda galeyân ider. Kezâ
137 – Muhabbet semâ-yı ‘ulviyetin seheridir.
Kezâ
138 – Seher zamanı mukaddesdir.
Kezâ
139 – Kadınlar şîrâze-i cem‘iyyetdirler.
Kezâ
[326]
Yedinci Kısım
Eş‘ârımızdan Bir Nebze
[327]
Eş‘ârımızdan Bir Nebze
Tahassür
‘Acabâ şimdi kimi şâd eyler;
Kime eglenceler îcâd eyler?
Ne yalanlar düzer îrâd eyler;
Beni nefretle mi âh! Yâd eyler,
Bana ragmen kime imdâd eyler?
Bu tahayyül beni berbâd eyler.
Kime sâkîlik ider, şimdi ‘aceb
[328]
O güzel zâlim ü mekkâre bu şeb?
Sîne vü sâ‘idi açmışdır hep
Kimedir bunca sa‘âdet, yâ Rab!
Bana ragmen kime imdâd eyler?
Bu tahayyül beni berbâd eyler.
Takınup şimdi takışdırmışdır;
Süsünü hoşca yakışdırmışdır;
‘İşveye girye karışdırmışdır;
Bir iki mey de çakışdırmışdır;
Bana ragmen kime imdâd eyler?
Bu tahayyül beni berbâd eyler.
Çözerek şimdi o zülf-i zerini,
Örterek nîmce gül ruhlarını;
Hangi zânuya komuşdur serini,
Hangi el silmede müşkîn terini;
Bana ragmen kime imdâd eyler?
Bu tahayyül beni berbâd eyler.
[329]
Şimdi yatmış mıdır, eyvâh, ‘acabâ!
İdiyor mı yine bin istignâ!
Kime mahremdir o kıymetli belâ!
Kimedir âh o bin va‘d-i vefâ!
Bana ragmen kime imdâd eyler?
Bu tahayyül beni berbâd eyler.
Münîf Paşa-zâde S. Vehbî
Kıt‘a
Fikr ü hülyâsı bütün serde gezer;
Kendisi şimdi ‘aceb nerde gezer!
Gerçi dil bezm-i safâsından dûr;
Fikr-i meftûnum o yerlerde gezer.
Münîf Paşa-zâde S. Vehbî
Şarkı
‘Âlem bu demde def‘-i gam eyler zamânıdır
Zülf ü ruhunca sünbül ü güller zamânıdır
[330]
Dîvâne ‘âşıkın seni bekler zamânıdır
Zülf ü ruhunca sünbül ü güller zamânıdır.
Sar ol sevimli ruhlarını ince bir tüle:
Benzet o rûy-ı âlini der-câm olan güle;
Gel bâga vir nihâyeti cânım tegâfüle;
Zülf ü ruhunca sünbül ü güller zamânıdır.
Çok dalma hâb-ı nâzına erkencecik uyan;
Nâz u edâ vü ‘işveni tak bir giyin kuşan!
Cânım şu bâg-ı vuslata gel ki amân, amân!
Zülf ü ruhunca sünbül ü güller zamânıdır.
Biz de seninle gitmiş idik yâ geçen sene;
Herkes gider bu demde temâşâ-yı gülşene;
Gel sen de vir letâfeti ol semt-i rûşene;
Zülf ü ruhunca sünbül ü güller zamânıdır.
Güller açıldı sen de açıl gel biraz gezin;
Sensiz behişt zevk ü safâ mahbes-i hazîn?
[331]
Gözler bu ‘âşıkın seni her cum‘a ba‘d-ezîn
Zülf ü ruhunca sünbül ü güller zamânıdır.
Münîf Paşa-zâde S. Vehbî
Bilmem ne var ol rütbe güzel, ol kadar ince
‘Âlemde o nahl-i emelin ince belince!
Bir ben miyim ol Leyli-i pür-‘işveye Mecnûn?
Mecnûn mı ararsın ana sen zülfi telince!
Gerçi severim, hânımeli hoşca çiçekdir;
Lâkin olamaz dogrusı ol yârin elince.
Dünyâ güzeli olsa da beyhûdedir; ancak,
‘Âşık bulamaz kimseyi kendi güzelince.
Meftûnunı gördükde güzel çehresi indi!
Da‘vet mi murâdı ‘acabâ kendi dilince!
Firkatde beni sözde tanır, hem de severken:
Bahtım gibi bî-gâne çıkar vasla gelince
‘Ömrin geçirir puster ü bâlîn-i elemde:
Sarmazsa anı bir daha Vehbî emelince.
Münîf Paşa-zâde Süleyman Vehbî
[332]
Mendil
Âyâ ne pek zarîfsin ey destmâl-i yâr!
Gûyâ ki levh-i tab‘-ı dilâşûb-ı şîve-kâr.
Gördükçe sendeki bu güzel hâli, hey’eti;
Yârin gelür hayâle hüsnü vü letâfeti.
Bilmem nedir bu mertebe hoş-bû iden seni?
Boyun pek andırır bana ol yâsemen teni.
Seyrinle dolmaz oldı bu çeşmân-ı bî-ferim.
Genc-i dilimde ben seni hıfz itmek isterim.
Gıptaydı eski hâline itdiklerim bütün;
Ben gibi sen de hayf ki mihnetdesin bugün.
Dest-i nigârda ne kadar pür-vakâr idik,
Gâhî olurdı, zîynet-âgûş-ı yâr idik.
Bin kat tafâhur itse idik var idi yeri
Sık sık öperek ‘ârız-ı ra‘nâ-yı dilberi.
Yârin siler idik öli hûy-ı cemâlini,
Sil şimdi dîde-i terimin eşk-i âlini.
İtdikçe hasbihâl nemeklendi yaralar;
Derd ü cefâsı yâdı bile kalbi yaralar.
Vardır yeri sana da biraz eylesem sitem:
[333]
Eşk-i rakîbi silmişin eyvâh! Dembedem.
Saklanmalıydın, itmemeliydin muvâfakat;
Half-i yemîn ü ‘ahdine itdin mu‘âvenet.
Hem-bezm-i ‘ıyş ü sohbet idin ol nigâr ile,
Ol bî-vefâ vü fitne-ger ü hîle-kâr ile.
Sundukça câmı olmış idi ‘işvesi füzûn,
Bir kat daha melâhati olmışdı rû-nümûn.
‘Ahd eyler idi gayriyi sevmem diyü bana,
Va‘d-i vefâlar eyler idi durma bir yana
Sendin iden şehâdeti va‘d-i vefâsına
Yardım mı eyledin yine sonra cefâsına?
Her neyledinse kalb-i hazînim sever seni.
Sevmez egerçi sâhib-i pür- nahvetin beni
Münîf Paşa-zâde S. Vehbî
Arzularım
Tâli‘ müsâ‘id olmayacak mı, amân ‘aceb!
Olsak o şîve-kâr ile bir gice leb-be-leb:
[334]
Gâh eylesek mülâtife, gâhî bilâ-sebeb,
İndirse vech-i dilberini eylese gazab;
Geçmiş bulunsa sohbet ile hem de nîm şeb.
Bir biz bulunsak, ol gice, bir dâhi câm-ı Cem;
Gâh okşasam cemâlini, gâh eylesem sitem;
Bir nâz-ı dil-firîbine bin dil fedâ- disem;
Ben sevildikçe ‘aşkımı o gülse dem-be-dem,
Geçmiş bulunsa sohbet ile hem de nîm şeb.
Gül yüzli, saçı sünbülümüz olsa ber-‘ayân,
Bulsa nihâyeti şu derûnumdaki hazân,
Rûyun görünce kalmasa gamdan eser hemân.
Dilden silinse mihnet ü kayd-ı zamân filân
Geçmiş bulunsa sohbet ile hem de nîm şeb.
Seyr eyledikçe rûyunı artsa melâhati,
Çekdikçe câmı olsa füzûn-ter tarâveti;
[335]
Teb‘îd olunsa, misl-i rakîb, dil kasâveti;
Fikr ü hayâle gelmese vaslın nihâyeti,
Geçmiş bulunsa sohbet ile hem de nîm şeb.
Gâhî salınsa, kendine mahsûs edâ ile,
Tûl-i şeb-i visâlden, âh! İştikâ ile;
Gâhî otursa yanımıza bin recâ ile
Biz de bir ‘âlem eylesek ol bî-vefâ ile,
Geçmiş bulunsa sohbet ile hem de nîm şeb.
Münîf Paşa-zâde S. Vehbî
Ben şâ‘irim o kâmet-i mevzûnı togrısı
Sevmem desem de belki yalân söylerim sana
Nedîm
Bir gün olursan iki gözüm sen de ‘aşka yâr
Bu mâcerâyı ben o zamân söylerim sana
Şeyh Gâlib
[336]
Bîgâne eylemiş beni sabr u şekîbden
Sen yâr-ı bî-vefâyı iden âşinâ bana
Fasîh
Yâre teklîfi visâl eyleme gelse tenhâ
Yalınız geldigi ‘uşşâka yeter mihr ü vefâ
Nâbî
Cân u dil kaydını çekmekden özüm kurtardım
Cânı cânâneye itdim dili dildâre fedâ
Fuzûlî
İtmeyüp hîç eser âh-ı seher-gâh sana
Meger insâf vire hazret-i Allah sana
Vâkıf
Göreli zülfüni bilmem ki ne hâl oldı bana
‘Aklımı başıma devşirme muhâl oldı bana
Şerîf Paşa Hafîdi Nihâd
[337]
Bir derde itdi kim beni bu ‘aşk-ı mübtelâ
Yanımdan el-‘iyâz ile eyler güzer belâ
‘İzzet Molla
Çıkma yârım giceler agyâr ta‘nından sakın
Sen meh-i evc-i melâhatsın bu noksândır sana
Fuzûlî
Bir gice teşrîf idüp mahfîce çâker hânemi
Sarmışım tenhâ seni ey meh-likâ rü’yâ bu yâ
Vâsıf-ı Enderûnî
Göz ucuyla ‘âşıka geh lutf ider gâhi ‘itâb
Bir su’âle yer komaz ol gamze-i hâzır cevâb
Nef‘î
Cevri gönlümdür çeken gözdür gören ruhsârını
Allah Alah kâm alan kimdir çeken kimdir ta‘ab
Fuzûlî
[338]
Ol kadar yaraladı tîr-i firâkın beni kim
Ne belâ çekdigimi yaradan Allah bilür
Rûhî-i Bağdâdî
O nihâl-i bâg-ı ‘işve sana da ider temâyül
 gönül ne âh idersin buna rûzgâr dirler
Sırrî
Takrîr idemem derd-i derûnum elemim var
Allahı seversen beni söyletme gamım var
Sultan Veled
Künc-i firkatde rakîbâ beni tenhâ sanma
Yar eger sende yatursa elemi bende yatur
Ruhî-i Bağdâdî
Kimin hem-bezmisin yârân ‘ıyş ü ‘işretin kimdir
Nedîmin gam-güsârın hem-demin hem-sohbetin kimdir
Neylî
[339]
Mir’âta bakma bir iki gün eyle tecrübe
Sabr eylemek firâkına müşgil degil midir
Nahîfî
Bende Mecnûndan füzûn ‘âşıklık istida‘dı var
‘Âşık-ı sâdık benim Mecnûnun ancak adı var
Fuzûlî
Ey peyk-i hoş-hırâm-ı sabâ sür‘atin nedir
Ol nevresîde tâze gülümden haber mi var
Lem‘î
Kanı ol gül gülerek geldigi demler şimdi
Aglarım ‘aklıma geldikçe gülüşdüklerimiz
Mâhir Baba
Gel ey ârâm-ı cânım nûr-ı çeşmim derde dermânım
Beden bîmâr ü cân bîmâr ü dil gam-hârdır sensiz
Hâkim Vak‘a-nüvîs
[340]
Gönül agyâr içün incinme yâre
Gül olmaz bâg-ı ‘âlemde dikensiz
Nedir cürmüm dimiş hûbâna Neylî
Alân siz gönlümü hem virmeyen siz
Neylî
İderiz ma‘siyeti lutf umarız Mevlâdan
Biz bu mihnet-gedede hâr ekeriz gül biçeriz
Nevres
Kâkülün aç ruh-ı pür-tâbını ‘arz it cânâ
Bilelim biz de cihânda gicemiz gündüzümüz
Sünbül-zâde Vehbî
Yâre şerh-i sûz-ı dildir âh ü efgândan garaz
‘Arz-ı dâg-ı sînedir çâk-ı girîbândan garaz
Fasîh Dede
İktizâ-yı hasretinle ‘âkıbet Ya‘kûb-veş
Aglamakdan dîde-i giryâna itdim elvedâ‘
Şehrî
[341]
Ne dil olur heves-i lutf-ı yârdan fârig
Ne yâr olur sitem-i bî-şümârdan fârig
Vehbî
Derd-i ‘aşkı ey dil âsândır diyü çok urma lâf
‘Aşk bir yükdür ki hamm olmış anın altında Kâf
Fuzûlî
Câmi‘ içre göre tâ kimlere hem-zânûsın
Şekl-i sekkâda gezer dîde-i giryân saf saf
Bâkî
Cânân mısın belâ mısın âşûb-ı cân mısın
Ey bî-emân gayrı elinden amân senin
Şeyh Gâlib
Hercâyilik itdikçe sen ayrılmadı bizden
Hakkâ ki vefâdâr imiş ey şûh hayâlin
Rızâyî
[342]
Cânlar fedâ muhabbet-i cânâna ser degil
Erbâb-ı ‘aşka terk-i ser itmek hüner degil
Bâkî
Sen şâha bende itdi beni hâkim-i ezel
Alır gözüyle bak kölesi oldugum güzel
Celâl
Handân iden hemîşe güli eşk-i jâledir
Biz girye eyledikçe sen ey mâh-pâre gül
Râşid
Dilde safâ-yı ‘aşkın dîde gamınla pür-nem
Bir oda ‘ıyş ü şâdî bir oda ye’s-i mâtem
Hâfız Sîrozî
Gören sanır ki safâdan sema‘-ı râh iderim
Döner döner bakarım kûy-ı yâre âh iderim
Esrâr Dede
[343]
Cevr it ey şûh-ı cefâ-pîşe vefâdan geçdim
Derdimi bâri füzûn eyle devâdan geçdim
Fehîm
Cânı cânân dilemiş virmemek olmaz ey dil
Ne niza‘ eyleyelim ol ne senindir ne benim Fuzûlî
Ney gibi her dem ki bezm-i vaslını yâd eylerim
Tâ nefes vardır kurı cismimde feryâd eylerim
Velehu
Göz gördi gönül sevdi seni ey yüzi mâhım
Kurbânın olam var mı benim bunda günâhım
‘Âşıklıgıma şâhid-i ‘âdil mi degildir
Evzâ‘-ı hazînimle garîbâne nigâhım
Nahîfî
[344]
Yâri agyâr ile gördüm gam ile geçdi günüm
Düşmen ‘ıyd itdi benim mâtem ile geçdi günüm
‘Ulvî
Cefâ gördün o şûh-ı nâz-perverden vefa derken
Bizimle ‘âkıbet bîgâne çıkdı âşinâ derken
Nâbî
Mülâyim gösterir ‘uşşâk-ı zâre kendüyi ammâ
Alınmaz harf-i vuslat ol sitem-kârın dehânından
‘İsmetî
Kâse kâse zehr-i gam nûş eyledim ‘aşkınla ben
Dest-i cevrinden neler çekdim şikâyet olmasun
Nahîfî
Bu nâme o yâr-ı câna gitsün
Bir âhdır âsumâna gitsün
Şeyh Gâlib
[345]
Fermân senin husûlı benden
Cân virme benim kabûli senden
Velehu
Virmem sana çek benden elin ey melekü’l-mevt
Cânânıma nezr eyledigim câna dokunma
‘Âşık ‘Ömer
Ayın on dördi gibi dün gice meclisde idin
Kanda akşamladın ey mâh-ı dırahşân bu gice
Rûhî-i Bağdâdî
İtdim güzeller içre ‘alâka efendime
Sad âferîn tabî‘at-ı dilber-pesendime
Şerîf Efendi
La‘l-i yâr agzında ammâ vâpesîn olmış nefes
‘Âşık-ı bîmârı gördüm cân virüp cân almada
Nedîm
[346]
Yârdan mehcûr iken düşdük diyâr-ı gurbete
Dehr gösterdi bize hicrân hicrân üstüne
Râsîh
Eşk-i çeşmim mâni‘-i seyr-i ruh-ı yâr oldı âh
Kendi gözyaşım bile ben zâre agyâr oldı âh
Nihâd Bey
Al desdeleyüp destine gîsû-yı siyâhın
Sünbüllerini kendi elinle demet eyle
Vâsıf-ı Enderûnî
Kadem kadem gice teşrîfi Nâ’ilî o mehin
Cihân cihân elem-i intizâra degmez mi
Nâ’ilî
Gönül nâmında bir gam-hârımız kalmışdı ‘âlemde
O da vardı ser-i kûy-ı di-lârâda vatan tutdı
Nâbî
[347]
Hayret ey büt sûretin gördükçe lâl eyler beni
Sûret-i hâlim gören sûret hayâl eyler beni
Fuzûlî
Bunca evler yıkdın ey seyl-i cünûn gördün mi hîç
Nâ-pezîrâ-yı ‘imâret kalb-i vîrânım gibi
Nevres
Korkdı gözüm cevr ü cefâdan amân
İtmege gayriyi inandır beni
Hâmid-i Enderûnî
Tabîb derdimi gördi devâdan el çekdi
Yapışdı nabzıma ben mübtelâdan el çekdi
‘İzârî
Sâkî-nâme
Bezm-i safâda seyr it ol câm-ı gül-nisârı
Bir lâle hey’etinde gör feyz-i nev-bahârı
[348]
Açmış neşâtı gûyâ her dilde bir gülistân
İtmiş safâsı peydâ her gözde âb-ı cârî
Tab‘-ı hazîni kılmış pür-neşve-i terâvet
Koymış ‘aceb ‘aceb kim gül şekline hezârı
Pîrâmeninde kalmış ‘aks-i dehân-ı hûbân
Ol fassa benzemiş kim yakut ola kenârı
Pehlû-yı şevke düşmüş bak şâhid-i şarâbe
Sarmış miyân-i nâzın gör câm-ı şu‘le-dârı
Gûyâ idüp tabî‘at tertîb-i bezm-i eflâk
Âgûş-ı mâha virmiş nâhid-i ‘işve-kârı
Yâ eyleyüp meşiyyet te’lîf-i tab‘-ı âfâk
İtmiş şafakla memlû bir ahter-i nehârı
Yâ eyleyüp temâşâ bezm-i safâda gûyâ
Hûyrîz-i tâb hacâlet vird-i cemâl-i yâri
Donmış tahayyüründen mevc-i safâ-yı şebnem
Hayretle su kesilmiş reng-i gül-i bahârî
Yâ eyleyüp tecessüm sihr ile hande-i yâr
Âyîneden görünmüş cism-i latîf-vârî
Yâ eyleyüp tahaccür kalb-i rakîk-i Cemşîd
Hûn-ı cigerle eyler ‘âlemde dem-güzârı
[349]
Pür-hûn ise ‘aceb mi hâlâ derûn-ı Cemşîd
Almış ecel elinden câm-ı safâ medârı
Bir neş’e var ki meyde mahrûmunun sezâdır
Âh itse tâ kıyâmet her sebze-i mezârı
Ol mey ki eyleyince tertîb-i bezm-i fıtrât
Cem-hâne-i ‘ademde sâkî-i feyz-i bârı
Peymâne şeklin almış rindân içün neşâtı
Tâca temessül itmiş şâhân içün humârı
Rûh ile ittihâdı bir rütbedir ki bilmez
Me‘lûf-ı cân-pezîri mecbûr-ı cân-nisârı
Dilden mi sâ’il olmuş engûrden mi peydâ
Gözden mi sâil olmış peymâneden mi cârî
Elmas içinde yâkut envâr içinde gonca
Cevherde âb-ı cârî mînâda rûh-ı sârî
İtmiş ‘aceb ‘aceb kim nev‘-i nebâtı zî-rûh
Bilmezdi böyle hakkâ dil tab‘-ı rûzgârı
Re’yin tutaydı rindân ehl-i tenâsühün ger
Dirdim ki: rûh-ı Cemdir olmış nebâta sârî
‘Ayb itme rûh dirsem gör feyz-i inbisâtın
İhyâ iden odur hep rindân-ı dil-fikârı
[350]
Rengîn perdelerde tutsa nola makâmın
Kim ser-be-ser tarabdır cism-i safâ-medârı
Sâkîsi Hızr-ı ‘irfân bezmi behişt-i ma‘nî
Mînâsı cevher-i cân mecrâsı feyz-ı Bârî
Dîvân-ı Cemden eyler tarh-ı nişâne hâlâ
Meyhânenin nizâmı peymânenin vakârı
Bâg-ı iremden eyler ‘arz-ı nümûne gûyâ
Sahbâ-yı lâle rengi mînâ-yı jâle dârı
Meyhâne gülsitândır peymâne gül-feşândır
Sâkî nihâl-i şûhî mutrib hezâr zârî
Bir gülsitân ki itmiş feyz-i nesîm-i kudret
Hem nüzhet-i zemistân hem devha-i bahârî
Mutrib kıyâfetinde olmış o baga bülbül
Uçmış gül-i behiştin reng-i hicâb u ‘ârı
Sâkî letâfetinde olmış o hâke bir şâh
Fevvâre-i hayâlin âb-ı safâ nisârı
Sâkî mürüvvet eyle yok mı şarâb-ı nâbın
Olmaz mı def‘e fırsat endûh-ı rûzigârı!
Ben telh-kâm-ı ‘aşkım mest-i müdâm-ı ‘aşkım
[351]
Mahmûr-ı câm-ı ‘aşkım mahrûm-ı hûş-yârî
Gönlümdür ehl-i ‘aşkın merd-i vefâ nihâdı
Tab‘ımdır ehl-i derdin şâh-ı safâ şi‘ârı
Te’sîr-i bahtım itdi devrân-ı çarhı vârûn
Kıldım i‘âde ‘ahd-i Cemşîd-i kâm-kârı
Pek teşne-i safâyım ol rütbe kim görülme
Bezm-i muhabbetimde âsârı bî-karârı
‘Arzın hevâya çıksa erkân-ı bî-sebâtı
Çarhın zemîne geçse bünyân-ı üstüvârı
Her katre hûn-ı cismim bir mevc-i bâde-i ‘aşk
Her zerre dâg-ı sînem bir câm-ı feyz-i Bârî
Ol rütbe gark-ı meydir kim mû-be-mû-yı cismim
Olmış neşât elimden kilk-i beyâna sârî
Her satr-ı nazmım olmış bir mevc-i bâde mânend
Kim noktalarla bulmış zînet habâb-vârî
Virdim midâdım ile bir dil-rübâya sûret
Hep şevk u neş’e cismi hep reng ü fer ‘ızârı
İtdim bu nazm-ı terde rûh-ı neşâtı tasvîr
Mest eylesün safâsı Bihzâd-ı büt-nigârı
Dönsün misâl-i sâgar bezminde ehl-i tab‘ın
[352]
‘İrfânımın cihânda kalsun bu yâdigârı
Sahbâ-ya fâ’ik oldı bu yâdigâr-ı rengîn
Pür-neş’e-i safâdır ammâ ki yok humârı
Bu nazm-ı terle itdim bî-câm-ı dehri ser-mest
Ma‘dûm olursa lâyık Cemşîdin iştihârı
Nâmık yeter kelâmın olsa ne rütbe-i mu‘ciz
İlzâm mümkün olmaz hussâd-ı nâ-bekârı
Hîç itme fevt-i fırsat nûş-ı şarâb-ı nâb it
‘Âlem bahâr-ı fânî ‘ömr ise cûy-ı cârî
Makber
Ey zâ’ir-i i‘tibâr-perver
Seyr it ne güzel turır şu makber!
Yanlızlıgı hoş-nümâ degil mi?
Yâ sâdeligi degil mi dilber!
[353]
Gâyetle hazîn iken o toprak
Üstünde yakışmamış mı mermer?
Nâfında biten nihâl-i gül-bîz
Bak bak ne kadar latîf-manzar!
Olmaz mı nazar-rübâ-yı vicdân
Nezdinde o mevc uran çemenler?
Virmiş ona başka bir letâfet
Pîşindeki serv-i sâye-güster.
Düşse bu kadar düşer muvâfık
Bir zılle ziyâ-yı mihr-i enver.
Seyr it bunu görmedinse şâyet
Mahzûnluk içinde şâd bir yer.
Söyle hele pek güzel degil mi,
Şu serv ü nihâl ü kabr yek-ser?
Hepsinden anın güzeldi eyvâh
Altında yatan zavallı duhter!
Recâ’i-zâde Mahmûd Ekrem
[354]
Nev-bahâr
Mukîm-i râg ol ey gönül fuyûz-ı nev-bahârı gör
Şükûfelerde mevc uran safâ-yı hüsn-i yâri gör
Ne san‘at eyler âşikâr hezâr-ı nagme-kârı gör
Kenâr-ı havz-ı pâkde dıraht-ı sâye-dârı gör
Virir hayâta ihtizâz hurûş-ı cûybârı gör!
Döner benevşe gül semen mücevherâta jâleden
Virir çemende lâleler birer nişân piyâleden
Şarâb nehrin andırır su ‘aks-i reng-i lâleden
Seherde seyr-i bâga çık sabâh feyz-i Bârî gör!
Edâ-yı dil-şikâr ile şükûfe çîn ü dem-fürûş
Hırâm-ı ‘işve-bâz ile direng-i bahş-ı ‘akl u hûş
Elinde gül başında tül kabâ-yı al-i zîb-i dûş
[355]
(Riyâz-ı huldı kim arar girer mi hâtıra sürûş?)
Çemende nâz ile gezen benât-ı meh- ‘ızârı gör!
Ser-i dırahta mest zen hıyâz-ı bâga berg-rîz
Gusvun içinde pür-gırîv şükûfelerle pür-sitîz
Nihâl-i gülde teb-nümâ yemm-i çemende mevc-hîz
Çemen çemen zemîn-güzer zamân zamân semâ-gürîz
Hevâ perest vü pür-heves nesîm-i bî-karârı gör!
Dilinde ‘aşk-ı neşve-rîz lebinde şevk-ı hande-ver
Yolunda her çemen na‘îm gözünde her çiçek güher
Şarâb-ı âb-ı hoş-güvâr gıdâsı şîr ü şehd-i ter
Degil melâle âşinâ kelâlden de bî-haber
Çoban kıyâfetindeki garîb kâm-kârı gör!
Recâ’i-zâd Mahmûd Ekrem
[356] Bu da Bir Şi‘r-i Muhzin-i Diger
Ey taleb-kâr-ı enfes-î eş‘âr!
Eyle dikkatle fevk u zîre nazar.
Şi‘rdir hep o gördügün âsâr,
Şi’rdir hep o duydugun sesler.
Rûh-perver, lâtîf, hüzn-âver
Yerde bir kız, semâda bir ahter
Her biri bir bedîa-yı diger!
Oynatıp hiss-i âşıkânesini
Kavalın savtı aks eden kûh-sâr
Dinleyip kuşların teranesini
-Ki dere muttasıl eder tekrâr-
Çekilip ormana olur nâ-çâr
Kız çoban gizli gizli girye-nisâr!
Bu da bir şi‘r-i nâzik-î diger!
Alıp âgûşa genç bir mâder
Emzirirken yetîmini meselâ
Eyledikçe melek tebessümler
Akıtır mâderi sirişk-i sefâ
Rikkat-efzâ-yı sâkinân-ı semâ
Bu da bir başka levha-yi ulyâ!
Bu da bir şi‘r-i bih-ter-i diger!
Gice mukmir-semâ sehâb-âlûd
[357]
Anın altında nurdan deryâ!
Hep menâzır hafi hafî meşhûd
Hep sükûn üzre nûr ü âb ü hevâ
Nûr ile imtizâc edip zulemâ
Hâkim olmuş mevâkie sevdâ!
Bu da bir şi‘r-i eltaf-i diger!
Vasatında o lücce-yî nurun
Bir ufak sandal -anda da iki cân-
Zende zâhir melâhati hûrun
İsmet-i aşk âşıkında iyân!
Mâ-sivâ rûh, rûh pür reyhân
Ses yok ancak sedâ-yı bûs-i dehân!
Bu da bir şi‘r-i enfes-i diger!
Zîb-i kürsî bir âfet-î bî-hâb
Ser-i nâzı yed-i yemîninde
Sol elindeyse bir küşâde kitâb.
[358]
Aşk-ı mahfî dil-i gamîninde
Okunur safha-yi cebininde
Görünür nazra-yı hazîninde!
Bu da bir şi‘r-i dil-ber-i diger!
Câ-yı tenhâda bir hakîr mezâr
Bir kadınla yanında bir ma’sûm.
Kadın aglar-sabî güler oynar
Aglayan zevcedir gülen mahdûm.
Nev-teehhüldü gâlibâ merhum.
Zâglar nevha-ger, hevâ magmûm!
Bu da bir şi‘r-i mübki-yi diger!
Düşer ormanda zahm-nâk âhû
Bakışır zâr zâr beççeleri.
Mâteme hisse-dâr olup tîhû
Doldurur nâlesiyle zîr ü beri
Nevha eyler nağamla kebk-i deri
[359]
Yâd ederler mezâlim-i beşeri.
Bu da bir şi‘r-i muhzin-i diger!
Muhtazır nev-resîde bir şâ‘ir
Bin güzel söz bulup hayâlinde
Yazamaz, nutka da değil kâdir!
Ne hazindir anın bu hâlinde
O bakış çeşm-i zî-meâlinde!
O gülüş rû-yi infiâlinde!
Bu da bir şi‘r-i fâni-yi digeri
Bora hengâmı bahr olup cûşân
Benzer emvâc o karlı küh-sâre
-Ki zelâzille dâimâ cünbân-
Yıkılıp doğrulur diger bâre.
Ser-te-ser bir cesîm fevvâre
Ki saçar muttasıl güher-pâre!
Bu da bir şi‘r-i ahsen-i diger!
Nâ-gehân simsiyâh olur eflâk
[360]
Hayretinden düşer sükûna cihân.
Berklerle sehâbeler sad-çâk.
Girih-âvâz-ı ra’d ile lerzân!
Arkasından azîm bir tûfân!
Muztarib halk, nâle-ger sıbyân!
Bu da bir şi‘r-i müdhiş-i diger!
‘Arz eder her dakika levh-i şafak
Sarı, mor, pembe, bî-add renk!
Hande-ver mu’cizât-ı Rabb-ı felâk
Merg-zârı kılar bülend-âhenk!
Her bulut bir nümûne-i Ertenk!
Bu temâşâ da başka bir ferhenk!
Bu da bir şi‘r-i ulvî-yi diger!
Recâi-zâde Mahmûd Ekrem
[361]
Tasvîr
Seyr eyle şu levh-i nâzenîni
Gûyâ bürünür behişte sahrâ!
Fikr et şu hayâl-i nev-zemîni
Gördün mü bu yolda şi’r-i garrâ?
Gûş et terâne-i hazîni
Üstâd ne san’at etmiş icrâ!
Nisbet bunu diğere hatâdır
Mensûb-ı ileyh ona Hüdâdır.
Her nakş-ı bedî‘ hayret endûd
Bir cilvesidir Cenâb-ı Hakkın!
Her şi‘r-i belîg hikmet âlûd
Bir nüktesidir kitâb-ı Hakkın!
Her lahn-ı latîf rikkat-efzûd
Bir nagmesidir rebâb-ı Hakkın!
Hep tab‘a safâ veren bedâyi‘
Yâ Rabbi! Sana değil mi râci‘?
[362]
Şânınla azîm sen ki olmuş
Her zerrede mün’atif cemâin
Alâm u hakîm sen ki olmuş
Her zerrede müncelî mesâ’ilin
Hallâk-ı Kerîm sen ki ki olmuş
Her zerrede muntab’ celâlin
Nûr gele sen olmasan numâyân
Zulmette kalırdı hep bu
Eşyâda tenâsül ü tevâlüd
Hükm-i cereyân hikmetindir
Fıtratta temâyül ü teveddüd
Feyz-i süryân rahmetindir
‘Âlemde şu muttasıl teceddüd
Hep sun‘-ı kemâl kudretindir
Sübhânın ey mü’essir gel!
Sübhânın ey müdebbir gel!
Mevlüd neden harîs-i mâder?
Mâder ne için esîr-i nevzâd?
Âyâ ne safâ bulup da duhter
Olmuş kuzusuyla ansa mu’tâd?
[363]
Fermân-ı muhabbete serâser
Fıtrat neden oldu böyle münkâd?
Yâ Rab sana doğru fikr-i a’lâ
İtmez mi bu cenneti temâşâ!
Cennetten uçup semâya bir hûr
Bürc-i hamle tekâbül etmiş
Yâhud ki düşüp zemîne bir nûr
Kız sûretine temessül etmiş
Bir nazlı kuzu olunca manzûr
Âmizeşne temâyül etmiş
Gögsünde tutup o nev hayâtı
Eyler şu zemînde iltifâtı:
Ey körpe kuzu vefâ-güzîn ol!
Kaçma o kadar seni sevenden.
Terk eyle tevahhuşu emîn ol
Gelmez sana bir hasar benden
Çık sîneden çık da dil-nişîn ol
[364]
Kes ragbetini biraz çemenden.
Kühvâra sana kucagım olsun
Bâlîn serin yanağım olsun
Ey mûnis-i cân nedir bu efgân
İncitti mi kollarım vücudun?
Nevha güle derûnum oldu sûzân
Ateşli midir senin surûdun?
Gönlümde melâl eder nümâyân
Sâkin nazar-ı keder nümûdun
Bî-zâr mısın muhabbetimden,
Rencîde misin harâretimden?
Artar halecân-ı kalb-i zârım
Tuttukça seni cinânım üzre
Bûs etmede kalmaz ihtiyârım
Sürdükçe yüzün dehânım üzre
Me! Me! Deyişin alır karârım
Geldikçe bu söz lisânım üzre:
Sînem ne olurdu sütle dolsa
[365]
İrzâ‘ına iktidârım olsa!
İrzâ‘ına çâre yoksa bâri
Hemşîren olup seninle gezeydim
Bilmem ki neden bu mihr-i sârî
Bilmem ki neden bu şevk-i mülhem!
İtdirmez idim enîn ü zârî
Olsaydım eger seninle hem-dem
Mâder fakat istemez ayırmak
İster seni kendisi kayırmak.
Ey mâder-i mihribân ne dersin
Hiç kalmadı mı firâka tâkat?
Feryâda niçin kıyâm edersin,
Hâlinde aman nedir o haşyet?
Sabret kuzunu alır gidersin
Havf u halecân bulur nihâyet
Hep ‘ayş u safâda âdet üzre
[366]
Geçsin gününüz sa‘âdet üzre
Recâ’i-zâde Mahmûd Ekrem
Yakacık’da Akşamdan Sonra Bir Mezarlık ‘Âlemi ki Hissiyât-ı Muhabbetin Efkâr-ı Hikmetin Âheng-i İmtizâcını Tecrübe Maksadıyla Söylenmişdir.
Bir şebdi köyde ‘âzim-i geşt ü güzâr idim
Ahyâya dûr-geşte vü emvâta câr idim.
Metrük bir mezarlık idi meskenim benim
Yalnızca anda hâk-nişîn-i mezâr idim.
Toprakdı her mezâr-ı fakîrâne bî-ruhâm
Fakrımla ben de zâ’ir-i zî-ibtisâr idim.
Cismimle çün ‘alâmet-i makber sükûn-nümâ
Fikrimle lîk muztarib ü bî-karâr idim.
Vahşetle hâzirûn nazar-endâz idi bana
Zîrâ ki içlerinde garîb-üd-diyâr idim.
Etrâf pürdü nâle-yi gûk ü hezâr ile
Lâkin sükût-i mevki‘e ben gûş-dâr idim!
Giryân idim; fakat gözüm âzâde-yî dümû‘
[367]
Yokdu lebimde nâle.. fakat nâle-kâr idim!
Andım o bî-vefâyı garîbâne agladım
Geldi hayâli dîde-yi giryâne agladım!
‘Ârîydi gök nümâyiş-i reng-î sehâbdan
Envâr akardı her tarafa mâh-tâbdan.
Samt ü sükûn o mertebe hâkimdi mevki‘e
Kim muztaribdi bende olan ıztırâbdan!
Benzerdi gâh o ses ki gelirdi ba‘îdden
Ol savta kim tahassul eder âsiyâbdan.
Leylin rutûbeti geçerek tâ zemîne dek
Bir bû-yı uhrevî duyulurdu türâbdan!
Dehşet bulurdu dil müteharrik zılâlden
Emvât kaldırırdı serin sanki hâbdan!
‘Atfeyledim derûna nigâh-i tahassüri
Duydum şu gizli nâleyi kalb-i harâbdan :
“Var mıydı kimse bende olan derde uğramış
[368]
Şunda huzûr içinde yatan şeyh ü şâbtan?
Ammâ yine bu derd iledir zevk ü lezzetim
Kurtarma ey Hüdâ beni bu iktirâbdan!”
Andım o bî-vefâyı garîbâne agladım
Geldi hayâli dîde-yi giryâne agladım!
Bir ‘ucbe ses gelirdi derinden şebîh-i âh!
Vahdet teneffüs eyler idi sanki gâh gâh!
Eşcârdan zemine düşen sâye-yî kesif
Çekmişti pîş-gâhıma bir perde-yî siyâh.
Ol zulmet-i ‘amîka-yı hîçî-nümûdda
Pervâz iderdi dehşet ile tâ’ir-î nigâh.
Ta‘mîk ide ide o zalâm-i şedîdeyi
Fikrimde hâsıl oldu biraz nûr-i intibâh.
Bir hayrın olmadan -dedim – eyvâh masdarı
Gitti hevâ yolunda hayâtım, yazık!.. Günâh!..
Kasriyyet-i fi‘âlimi söylerdi lîk hep
Feryâd edip ayaklarım altında her giyâh!
[369]
Kandım bu hikmete–didim–olmuş demek ezel
Didâr-ı aşk ile mütecellî bana İlâh!
‘Ömrüm ki yandı âteş-i ‘aşka bu âna dek
Sevda yolunda isterim olsun bütün tebâh.
Andım o bî-vefâyı garîbâne agladım
Geldi hayâli dîde-yi giryâne agladım!
Semtin sükûn ü zulmeti artardı dem-be-dem
Gûyâ çekerdi ka‘rına dogru bizi ‘adem!
Dehşetle doldu hâne-yi kalbim fakat yine
Asla hayâl ü hâtırıma gelmedi nedem.
Nâ-geh tecessüm eyledi karşımda bir vücûd
Bir kahramân-ı işve, mehâbetli bir sanem
Emvâc-ı nûr vâri vücûd-i lâtifini
Örterdi nîm sütre-yi beyzâsı ham-be-ham
Müdhişdi gözleri, deheni lerze-dâr-ı hışm
Giysûsı târumâr idi, ebrûları be-hem.
Nûr-ı nigâhı berk-i belâdan nişân idi
Seyyâl bir alevdi lebinden çıkan sitem!
[370]
Ref’ eyleyip hevâya tehevvürle bir elin
Takrîb ederdi nezdime kendin kadem kadem.
İtdim kıyâm düşmek içün pây-i kahrına
Eyvâh!.. Uçdu gitdi o nûr-î semâ-harem.
Andım o bî-vefâyı garîbâne agladım
Geldi hayâli dîde-yi giryâne agladım!
Daldım yine zeminine deryâ-yı fikretin
Oldum duçâr-ı hevli nehengân-ı mihnetin.
Yâ Rab! -didim- tükendi hayâtım o bitmedi
Pâyânı yok mu derd ü belâ-yı muhabbetin?
Âzâdî-yi dili bana rûzî mi kılmadın
Her dem esiri olmadayım ben bir âfetin?
Gönlümde olmasa kara sevdâ-yı çeşm-i yâr
Neydi işim içinde şu deryâ-yı zulmetin?
Tebdîl-i ayş, nakl-i mekân, hepsi bî-eser
Yok mu Hüdâ cihanda devâsı bu illetin?
Yok çünki pençesinden ümîd-i halâs-ı dil
Ver bâri rahm kalbine ol bî-mürüvvetin.
Bir kerrecik daha görün ey nûr-i çeşm-i cân!
[371]
Öldürdü hasretin beni, öldürdü hasretin!
Hayfâ! Dirig!.. Yollu bir âvâze duydum âh
Hâlim dokundu gönlüne sahrâ-yi vahşetin!
Andım o bî-vefâyı garîbâ ne agladım
Geldi hayâli dide-yi giryâne agladım!
Recâî-zâde Mahmûd Ekrem
Anadolu Hisarında Mezarlık ‘Âlemi
Bu sükût-ı belîg ü hüzn-i fasîh
Hutbe-i bî makâli rûhânî
San‘at-ı kudreti ider tavzîh
Bu ne ‘ulvî cihân-ı nûrânî
Ne neşât u safâ-yı vicdânı!
Bu ne vahşet içinde ünsiyyet
Bu ne zulmet içinde nûr-ı bekâ!
[372]
Bu fezâ-yı semâda bin hayret
Nice bin âfitâb fikr-i ârâ
Yagdırır nûr-ı hey’etinde safâ
Taş degil gördügün o seng-i harâb
Şâ’iri mu’accez-i tabî‘idir.
Ne belîgâne eylemekde hitâb
Sanki bir nushe-i fesâhatdir
Mütehaccir misâl-i ‘ibretdir.
Her giyâh-ı zemîni başka zebân
Her avuç hâki bir diger ‘âlem
Her varak biñ kitâb ile yeksân
Bu feyûzâtı fikr idüp her dem
Mütehayyir mi kalmasun âdem
Burada münzevî sükûn u edep
Burada cânişın cânıñ ‘azmet
[373]
Zâhir olmuş kemâl-i kudret-i Rab
Sanki bir kâ’inât-ı pür hayret
Berk urur her tarafda ‘ulviyet
Ugradıkça sabâ bu firdevse
Geçemez der- ‘akab safâsından
Başlayıp her şükûfeyi lemse
Bir terâvet alır temâsından
Hissa almak diler hevâsından
Ne kadar nazlı nazlı gitmededir
Hele bir ‘atf-ı dikkat it dereye
O da i’lân-ı hayret itmededir
Sanki meftûn gibi bu makbereye
Göksu hasret çeker bu meşcereye
Serviler ihtizâz itdikçe
Nagme-i dil-firîb olur peydâ
Ebediyyet içinde gitdikçe
[373]
Gayb olur mevc-zen olup o sadâ
O ne kudsî hevâ ne tatlı nevâ!
Nâbî-zâde Nâzım
Bir Küçük Çocuk Kabri Üzerinde Muharrirdir
Ey sâl-hurde sarmaşık! Ey nev-civân çemen
Ey dürlü dürlü tâze nebâtât-ı mevc-zen
Ey ma‘bed-i İlâhî ki oldun hudâ-nümâ
Feyzinle ‘aklı itdin ulûhiyet-âşinâ
Ey nâl-zen mekes ki olursun sadâ-resân
Ezhâr içinde uykuya dalmış iken şebân
Bî-çârenin mu‘ ârız olursun ferâgına
Söylersin anlaşılmayacak söz kulagına
Ey bâd! Ey kavâfil-i emvâc-ı bî-karâr
Ey kâ’inât içindeki elhân-ı bî-şümâr
Orman! Ki hep gelüp geçen erbâb-ı intibâh
Bir fikr ile ider seni ârâyiş-i nigâh
Ey meyveler ki velvele-i rûzgâr ile
Eylersiniz sükût yere inkisâr ile
[375]
Ey âsumân-ı tuhfe-nümâdan idüp şitâb
Bir tarz-ı dil-firîb ile sâkıt olan şehâb
Ey nev-bahâr şevkı ile eyleyüp zuhûr
Âfâkı dürlü nagme ile inleden tuyûr
Ey köhne hâ’itin arasında çıkup müdâm
İnsanda vehm ü vahşeti müzdâd iden hevâmm
Ey muttasıl yetişdirüp etrâfdan hevâ
Emvâc-ı bî-nihâyeyi cûşân iden fezâ
Ey hûşeler yetişdirici hâk-i feyz-nâk
Ey inciler nisâr idici bahr-i sîne-çâk
Yapraklar! Ey şükûfeler açmış gusûn-ter
Dallar içinde kuş büyüden âşiyâneler
Artık kesin gürültüyü dalsun hayâline
Bir parça ter idin çocugı kendi hâline
Rahatsız olmasın uyusun tıfl-ı nâtuvân
Mâderde eşk-i dîdesini eylesün revân
[376]
Bir Manzûme
Kızmış o gül-i hayâ bozulmış
Elvânına bak ziyâ bozulmış
Bilmem ne sebeble rengi uçmış
Sahbâ bulanık safâ bozulmış
Tâbende cemâli, tavrı gam-nâk
Mehtâb güzel, havâ bozulmış.
Meh-rûyuna varsa karşı gelmiş,
Hurşiddeki cilâ bozulmış
Güldeste-i hüsni toplanınca,
Bin bâg-ı ferah-fezâ bozulmış
Rahm itse de başka bir belâdır
Ben hasta, o mehlikâ bozulmış
Bir hande niyâz idince gönlüm,
Kızmış o gül-i hayâ bozulmış
‘Avdet-i Mâzî
Geçmiş güzelim bahâr-ı hüsnün
Ey gönlüm alan şikâr-ı hüsnün
[377]
Eyvâh ne ‘işve-kâr idin sen
Ben sevdicegim nigâr idin sen
Gel söyleşelim seninle ey yâr
Geçmişdeki mâcerâyı tekrâr
Gitdi öteye hep âşinâlar
Biz bundayız imdi merhabâlar
Bak ben de senin gibi harâbım
Düşdüm mütekârib-i türâbım
Mescûd düşe durur mı sâcid
Mihrâb gide kalır mı mescid
Bir gün seni görmesem eger ben
Bî-zâr idi halk şîvenimden
Yâdında mı eski mâcerâlar
Neydi bana itdigin cefâlar
Sendin uyanınca âfitâbım
Maksad diyerek koşup giderken
Nâgâh bizi çevirdi rehzen
Anlat bana sevgilim bu hâli
Kimden ola hüsnünün zevâli
[378]
Sen böyle degil idin mukaddem
Meshûrun olurdı cin ü âdem
Keskin nazarın degerdi câna
Hâlâ arasan çıkar nişâne
Dagnıkdı saçın misâl-i fikret
Efkâra dalup kalırdı hasret
Sevdâ dökülürdi gözlerinden
Cân tâzelenirdi sözlerinden
Temsîl idi hüsn ile cemâlin
Billâhi ki yokdı bir misâlin
Şimdiyse husûfe müntekılsin
Bak sen bile şimdi sen degilsin
Gönlümde mekîn olan hayâle
Hîç virmedi tal‘atın imâle
Yok yok diyemem yok irtibâtın
Bir cilvesidir bu inhitâtın
Sen gerçi bir ecnebî gibisin
Ammâ diyemem ki ecnebîsin
Elbet yine ol nigârsın sen
Gönlümdeki yâdigârsın sen
[379]
Mâzim ile âşinâlıgın var
Pek sevgili bir fenâlıgın var
Bildim ki beyâz kâkülünden
Bir ‘aşk-ı herem resîdeyim ben
Bu şevk ile zevk olur mükemmel
Nâz eyleme gayrı gel otur gel
Mâzîyi tahayyüle mahal yok
Ferdâyı dahî düşünme sen çok
Mâdâm-ı yakîndir ‘azîmet
Bu fırsatı bilmeli ganîmet
Sönmiş esef itme nûr-ı hüsnün
Kalmış yine bak gurûr-ı hüsnün
Yâ Rab ne bu gördügüm tegayyür
Mevc urmada girye-i tahassür
Meydânda ne yer ne yâr kalmış
Bir çeşme ile çınâr kalmış
Elbet bize de gelir ya nevbet
Bir gün uyarız cihâna elbet
Ta‘kîb ideriz o gün ‘umûmı
Yok ölmeden ölmenin lüzûmı
[380]
Geçmişse de devre-i visâlin
Pek hoş geliyor bana bu hâlin
Lerzende kamer sehâb ebyaz
Hîç vârid olur mı böyle ma‘raz
Hem-derd degil idik biz akdem
Hem-hâl oluruz ne çâre bir dem
Bî-şek bu da bir hesâb-ı hakdır
Mahz-ı kerem-i cenâb-ı Hakdır
Bir ‘âşık-ı pîre ‘asr-ı perver
Ma‘şûka-i mû-sefîdi hem-ser
Nazîre-i Hasbihâl
Garîb-ter görünür hâl ü şânın ey bülbül
Garîb gelmese bilsek lisânın ey bülbül
Namâz vakti gelir fikr-i şâ‘irâne içün
‘Ale’s-sabâh ne hoşdur ezânın ey bülbül
Vatan muhabbetine bir nişânedir ‘ulvî
Zülâm içinde olan âşiyânın ey bülbül
[381]
Yazıldı safha-i nazma hezâr kıssa-i ‘aşk
Nümûne gülle senin dâsıtânın ey bülbül
Nazîreler ne kadar olsa ‘âşıkâne dahi
Olur mı ‘aynı sizin mâcerânın ey bülbül
Duyuldı nevhaların fecr-i subh-ı evvelde
Kadîmdir o kadar hânedânın ey bülbül
Bugünki tarz-ı edebden olur gibi demzen
Nevîndir yine tarz-ı beyânın ey bülbül
Bütün o güftelerin nâ-şenîdedir her dem
Olur semâ‘ına vâsıl cihânın ey bülbül
Kasâ’idin okunur levha-i tabî‘atde
Garîb şâ‘iri geldin Hüdânın ey bülbül
Sen oldugun gibi meftûn-ı hande-i kudret
Senin de biz olalım ‘âşıkânın ey bülbül
Te’essür itmededir ehl-i dil makâlinden
Gerekdir olmalı bir dilsitânın ey bülbül
[382]
Sükût içinde bütün kâ’inât sen bir kuş
Gönül hevâsını söyler figânın ey bülbül
Tecellî yahud Tesellî
Seher vaktiydi çıkdım geçen gün kûhsâra
Ki ses yok bir tarafda sis inmişdi civâra
Nümâyândır o yerden deniz sahrâ hıyâbân
Garîbü’l-hâl bir köy müsâdif reh-güzâra
Harâb olmış ne varsa türâb olmış o bir köy
Başında seng-i makber iki vîrân minâre
Uyurdı hep çocuklar fakat kuşlar uyanmış
Sönüp yıldızlar emvâc ider savlet kenâre
Nedir bilmem emînim ki bir şeyler sorardım
Sorardım cûybâre sorardım rûzgâre
Agaçlardan iderdim tazarru‘lar içinde
Agaçlar kim sararmış tahassürden bahâra
Sanırdım yâdıdır bu verem bir dil-rübânın
Akardı cûy-ı ‘ömrüm dü-çeşmimden gubâra
[383]
Birinci def‘a gördüm o gün bir serv-i ebyaz
Karanlık bir beyâzlık ki benzerdi mezâra
Olur mâzsi guûyâ o emvâtın nümâyân
Çıkardı selvilikden bulutlar pâre pâre
Ned ir yâ Rabbi-dirdim- niçün solmış çiçekler
Bakardım bir tarafdan cibâl-i zî-vakâra
Hani-dirdim-İlâhî o sultân-ı melâ’ik
Ki itmişdin bana sen cinânından ıtâre
Güneş dogdı nihâyet duyup bir hiss-i ta‘zîm
Kıyâm itdim o anda gözüm vakf oldı yâre
Meger cânân imiş o evet timsâl-i cânân
Ki bâlâ-yı ufukdan çıkar perverde-gâre
Telâkkîler
1
Bir âb kenârında idim yâr ile tenhâ,
Mehtâb görünmekde şafak olmada peydâ:
Karşımda idi söyledigin ol gice gûyâ
Hem kendisi hem sûreti hem fikr ü hayâli
[384]
Ben olmadım ammâ yine dil-sîr-i visâli
2
Bir mertebe hâlî ki hep etrâf ü havâlî
Sandım o perîden bile ol mevki‘i hâlî
Hem sûreti hem kendisi hem fikr ü hayâli
Zâ’il gibi geldi bana bir sâniye hatta.
Dil-sîr ü visâli yine ben olmadım ammâ!
3
Bakdım ki vedâ‘ itmege kalkışdı benimle:
‘Aklım bunı almazdı gönül olmadı kâ’il
Hem kendisi hem sûreti hem fikr ü hayâli
Geçmekde o dem sâye-i hurşîde mümâsil
Envâr-ı cemâli ise kalmışdı benimle
4
Bilâhere gayb oldı çemenzârın içinde!
Ciddî olarak gitdi; görünmez idi aslâ:
Yatdım tek ü tenhâ çekilüp gârik içinde
[385]
Hâlî beni eşgâlden olmaz idi hâlâ
Hem kendisi hem sûreti hem fikr ü hayâli!
5
Bir resm yapup kılmak içün fikrimi tebdîl,
Bir şi‘r yazup çıkdım idince anı tekmîl,
Bir mevki‘e gitdim, yerine eyledim i‘tâ:
Hem kendisi hem sûreti hem fikr ü hayâli
Cânân idi bakdım oluyor anda hüveydâ!
6
Gitdikçe bana hoş geliyor hüsn ü cemâli
Hem kendisi hem sûreti hem fikr ü hayâli
Gönlüm anı vaktinde dimek az begenirmiş
Pîr oldugı nisbetde ‘aceb tâzelenirmiş
İnsânda olan hâcise-i ‘aşk ile sevdâ!
Bülbül
Bugün duydum: zuhûrın bâgda i‘lâm ider bülbül
Safâ-cûyâne ‘arz-ı müjde-i eyyâm ider bülbül
[386]
Bahârın zevk ü şevk esbâbını itmâm ider bülbül
Nevâ-yı dil-keşiyle herkesi hûşgâr ider bülbül
Niçün ammâ beni melhûf-ı bî-ârâm ider bülbül
Melâl-engîz bir rikkat virüp vicdâne ötdükçe
Bana âh itdirir hasretle ol dîvâne ötdükçe
Olur şevk-âver-i âşub-ı sevdâ câna ötdükçe
Deminde seyr idin te’sîri! Ahrârâne ötdükçe
Dil-i âvâreyi hâhiş-güzâr-ı dâm ider bülbül
Merâmı ‘aşkının âsârını ihfâ mıdır bilmem
Esîr-i mâlihûlyâ oldugın îmâ mıdır bilmem
Hayâlinde duran ya bir ruh-ı Leylâ mıdır bilmem
Heves-kâr-ı kedûret… tâlib-i sevdâ mıdır bilmem
Seherden hoşlanır… meyl-i zülâm-ı şâm ider bülbül
Kime râci‘ bilinmez… gönlü meşhûn-ı muhabbetdir
Garîb ü zârdır… şeb-zindedâr-ı hicr ü hasretdir
Tegannîsi hazîndir çünki masrûf-ı şikâyetdir
[387]
Bilir bu bâgda feryâda ruhsatda muvakkatdır
Bilâ-ârâm anınçün nâleye ikdâm ider bülbül
Ne dem ârâm-gâhım olsa derd-i hicr ile daglar
Sular vâdide su-i bahtıma aglar gibi çaglar
Peyâpey gönlüm âh eyler… demâdem gözlerim aglar
Olur rikkat-pezîr âvâzı bir tavr-ı hazîn bâglar
Benimçün tâli‘imden sanki istirhâm ider bülbül
Semâdan sanki inmiş bir ilâhî lahn-ı tâ’irdir
Yeşilliklerde peydâdır. Karanlıklarda sâ’irdir
Güzel bir şi‘r-i nâtıkdır o gûyâ rûha dâ’irdir
Ki her ma‘nâ-yı mestûrunda bir çok nükte zâhirdir
Bu ma‘nâlardır anlar kim bana ilhâm ider bülbül
Recâi-zâde Mahmûd Ekrem
Gazel
Gül ruhlarının misâli yokdur
Hurşîdin o reng-i âli yokdur
[388]
Agyâr ile ülfet itmek ister
Ben ölmeden ihtimâli yokdur
Cevr itme degil fedâ-yı ‘aşka
Öldürse dahi vebâli yokdur
‘Aşkın ebedî turur gönlümde
Mihr-i ezelin zevâli yokdur
Allahadır istinâdım ancak
Nev‘-i beşerin kemâli yokdur
Kürsi-i İstigrâk
Kenâr-ı bahrde hoş bir mahaldir, nâzır-ı âlem,
Tahaccür eylemiş bir mevcdir; üstünde bir âdem,
Hayâlettir, oturmuş, fikr ile meşguldür her dem;
Giyinmiştir beyaz amma, bakarsın arz eder mâtem,
Bulutlar, dalgalar, yıldızlar etrafımda hep mahrem;
Agaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâimâ hurrem.
Bu tenha yerleri gördün mü sen zannetme hâlîdir,
Hayâlâtımla meskûndur, bu yerler pür meâlîdir,
[389]
Muhât-ı aczdir hem lâ-tenâhî birle mâlîdir;
Bu mevkidir yerim sahilde bir kürsî-i âlîdir.
Bulutlar, dalgalar, yıldızlar etrafımda hep mahrem;
Agaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâimâ hurrem…
Sükûnetle kuşanmış hây u hûy-i şehri gûş eyle,
Sehâb-ı hande-rîz ü berk-ı yekser-kahrı gûş eyle,
Agaçlardan çıkan efkârı seyret, nehri gûş eyle;
Bu vahşetgâhda sen gel benimle dehri gûş eyle.
Bulutlar, dalgalar, yıldızlar etrafımda hep mahrem;
Agaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâimâ hurrem…
Düşün ol zâtı kim emriyle zâtından ıyân olmuş,
Vücûd-ı sermedîsinden zemîn ü âsmân olmuş,
Düşün deryâyı, her bir katre mevc-i bî-kerân olmuş,
Hafâyâ-yı ilâhîdir ki yekdil, yekzebân olmuş.
Bulutlar, dalgalar, yıldızlar etrafımda hep mahrem;
Agaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâimâ hurrem…
[390]
Odur hîçî-i mâzî lücce-i sürh-i meşiyyette,
Bu târîkî-i müstakbel kebûd-ı sermediyyette,
Durur bir kibriyâ-yı bî-nihâyet nûr u zulmette,
Beraber cümle mevcûdât ü eşyâ hep muhabbette.
Bulutlar, dalgalar, yıldızlar etrafımda hep mahrem;
Agaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâimâ hurrem…
Eder yekdigerin takbîl dâim zühre vü zerre,
Yürür bir yolda murg u mâhî vü mehtâb ü şebperre,
Otur şu minber-i deryâ-muhât-ı senge bir kerre,
Hemen allah’ı gör şâmil semâdan bahr ile berre.
Bulutlar, dalgalar, yıldızlar etrafımda hep mahrem;
Agaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâimâ hurrem…
Yürür her burc bin asr-ı mücessemdir, mümâsildir,
Zılâle sûretâ, zannetme lâkin cism-i zâildir,
Bu hey’et zîr ü bâlâ mercî-i aslîye mâildir,
Giderler şâd ü handân cümlesi bir feyze nâildir.
[391]
Bulutlar, dalgalar, yıldızlar etrafımda hep mahrem;
Agaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâimâ hurrem…
Döner vâdide dûr a dûr bir ses, rûdlar çaglar,
Çemen mâî, koyunlar penbe, rengârenktir daglar,
Şafaktan, bahrdan etmekte cem-i sîm ü zer baglar.
Bu şenlikte benim gönlümdür ancak varsa bir aglar.
Bulutlar, dalgalar, yıldızlar, etrafımda hep mahrem;
Agaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâimâ hurrem…
İner sisler içinde bir küçük kız kûhdan tenhâ,
Dogarken necm-i bî-hâb-ı seher peyda vü nâ-peydâ,
Geçer peyk-i sabâ dûşunda aks-i cûşiş-i deryâ,
Ceres yâd-ı vatanla dilde eyler derdimi ihyâ.
Bulutlar, dalgalar, yıldızlar etrafımda hep mahrem;
Agaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâimâ hurrem…
Ey mâtemi her yerde bana hem-reh olan yâr
Oldum yine bak mihr-i hayâlin ile bîdâr
[391]
Dönse de hayâle zulümât olsa mekânım
Mümkün mi unutmak seni ey yâr-ı vefâkâr
Hâk olsa da zihnim seni tasvîr kılar o
Mahv olsa şu manzar seni eyler bana ihtâr
Mahşerler içinde koşarım sâyene her su
Makberler içinde tutarım nûrını her bâr
Bir berf-i çemen açmada âgûş-ı firâkın
Muzlim giceler mâtem-i zülfün kılar ikrâr
Cismin sanırım hâb-gehim üzre nesîmi
Senden bana bir nefha virir ref ref-i eşcâr
Feryâd iderim taşlar olur hâlini muhtır
Giryân olurum geçmişi tekrâr ider ezhâr
Emvâc kılar gönlümi pür-hûn-ı te’essür
Encüm getirir hâtırıma bir nice esrâr
Bir şey yog iken hâline âgâh ‘acebdir
Her şey beni senden kılıyor bunda haberdâr
Tetkîk ile hâlâtına baksun tarafeynin
Çok fark görürler diyemem yâr ile agyâr
Sen hâk-i siyeh bense kan aglar yine ber-hâk
Sen meyt-i sâkin beni mevt itmede bîzâr
[393]
Pâyında mekâbir bana olmış gibi meftûh
Bâlâda sehâ’ib seni eyler gibi ızmâr
Bir söz bulamam kılmaga ta‘rîf bu hâli
Tekrâr iderim söyledigim sözleri nâ-çâr
Hayretlenirim hayreti tasvîr ne mümkün
Hayret ile pâyân viririm hayrete tekrâr
Pîşinde geçer yerlere envâr-ı zekâvet
Girdâb ne girdâb kalır cûşiş-i efkâr
Bakdıkça şu dehre görürüm hâb u hayâlet
Bakdıkça sana mihr-i hakîkat döker envâr
Bir lahza-i ‘ömrümde durur ‘asr-ı kühen-sâl
Bir katre-i eşkimde ‘ıyândır yem-i zahhâr
Yok şübhe ki bu hâl-i te’essür geçecekdir
Bir gün ne mü’essir kalacak bunda ne âsâr
Ey hâlık-ı ‘âlem azıcık çarhını zabt it
Malûkına gadr eyleye lâyık mı o gaddâr
Göster bana tekrâr o meh-rûyı kıl izhâr
Ahterlerine karşu çıkup ‘arz ide ruhsâr
Eyyâm-ı bahâr oldı çiçekler bütün açdı
Kalsun mı benim gonce-femim hasret-i güftâr
Lâyık mı benim rûh-ı revânım kala hâmûş
[394]
Pür-velvele-i sahn iken arz bu mikdâr
Lâyık mı senin nûr cemâlinde bu dîdâr
Lâyık mı ki ol matla‘-ı envâr ola ber-zıll
Lâyık mı ki ol gonce-i ümmîd ola ber-hâr
Yâ Rab bu temâşâyı bu sevdâyı bu derdi
Kimden kılup izmâr kime eyleyim izhâr
Nahlinde firâvân ola bin meş‘ale-i kalb
Nâfında ufûl eyleye bin âh-ı şerer-bâr
Olsun sana rûh-ı ezelî şem‘e-i türbet
Ey saff-ı melâ’ik yakışan kabrine dîvâr
Hâb-nâme
Râhat-ı cism ü cânsın ey hâb
Lâcerem firkatin ‘azâb-ı sa‘îr
Sana mi‘mâr-ı ten dinilse sezâ
Çünki eylersin anı sen ta‘mîr
[395]
Makdemin tâze can virir bedene
Sana dirler egerçi mevt-i sagîr
Şâd olur dil senin visâlinle
Olsa da cây-gâhı köhne hasır
Birisi itse sa‘îde ifrât
Der-‘akab sensin ana dâmen-gîr
Sen gibi bir ‘azîz mihmâna
Sîm ü zerden sezâ yapılsa serîr
Ceyş-i vehm ü hayâl oldıkça
Şeb-i târ içre râh-yâb-ı zamîr
Katr-i dil pây-mâl olurdı eger
Olmasan sen ana mu‘în ü zahîr
Vasf-ı nuşın ü şekker ile müdâm
Ehl-i ‘irfân ider seni tevkîr
İstemem ben seninle olmaz ise
Taht-ı zerrîn ü câme-hâb-ı harîr
Gösterüp muhtelif ‘alâmetler
Gâh olursın beşîr ü gâh nezîr
Nola ger hâme-i bedi‘-i nigâr
Vasfını böyle eylese tahrîr
[396]
Mazhar-ı vâridât-ı ‘âlem-i gayb
Kâşif-i râz-nâme-i takdîr
Bâr-gâh-ı harîm-i ma‘nâda
Ne ‘aceb levhalar ider tasvîr
İyi gün dostusun biraz ammâ
Bu sıfat sende kâbil-i tagyîr
Hem-demin dâ’im ehl-i zevk ü safâ
Başka yokdur sana enîs ü semîr
Puster-i nâz içinde tâ be sabah
Ni‘met-i vuslatın ile dil-sîr
Dâ’imâ bezm-i meyde hâzırsın
Eylemezsin bu bâbda taksîr
Derd-mendânın âh u feryâdı
Sana hayfâ ki eylemez te’sîr
Bir perîsin ki eylemez aslâ
Hîç füsûn u fesâneler teshîr
Baht-ı bîdâr olmasa olmaz
Emel-i vuslatın netîce pezîr
Dil-i gam-nâkdan kaçarsın sen
Öyle kim avcıdan kaçar nahcîr
[397]
Hele ‘uşşâk râz-ı leyl ü nehâr
Münîf Paşa
[398]
ÂSÂR-I MENSÛREDEN BİR NEBZE
Âsâr-ı Mensûreden Bir Nebze
[399]
Sabâvet
Ey zaman-ı sabâvet! Benden ne kadar uzaklaşdın! Huzur ve rahatı da beraber alıp gitdin! Senden ayrılmamaya ne kadar meyl ü rağbet ediyor isem sen o kadar benden tebâ‘id ediyorsun. Zamanında dil-şâd olduğum günleri yâd ederek arakdan imâle-i nazar-ı tahassür ve isâle-i eşk-i tahassür etmekden hâlî değil, ama sen bir lahza ârâm etmeyerek beynimizdeki mesâfeyi artırmaya bakıyorsun. Sen gideli huzur ve rahat, şevk ve neşât hasta gönlüme veda edüp yerlerini envâ‘i elem-i ıstırab istilâ eyledi. Zamanında hiç bilmediğim hakd ü hased ve envâ‘i tekâzâ-yı nefs çok geçmeden etrafımı aldılar ve tebâ‘idin nisbetinde tekarrüb ve tezâyid ediyorlar. Kimsenin ‘ırk-ı hasetini
[400] tahrîk veya kin ü gazabını davet etmeksizin bir şey söylemek, yapmak kâbil olmuyor. Âh! Ne hoş idi o günler ki hüzn ü keder ne demek olduğunu bilmez idim ve eğlencem birkaç oyuncak parçasından ‘ibâret idi! Bir rahatsızlığım vâlidemin nazar-ı dikkat ve şefkatini celb ider ve def‘i uğrunda bezl-i mechûd eyler idi ve en hafif bir keyifsizliğimfart-ı ıstırabına bâdi olur idi. Bazı kere mücerred mu‘âmelât-ı dil-nevâzânesine nâ’il olmak ve teşnîf-i sımâh-ı cân iden o tatlı sözlerini iştimek içün kendimi sûretn mahzûn gösterir ve hatta temâruz ider idim. Vâlideyn ve akraba ve mute‘allikat şöyle dursun herkesde kendime biraz lutf u muhabbet görür idim; en ecnebî bir âdem bana en muhalles bir dost gibi mu‘amele eder idi. Şimdi ise, heyhât! Ne tarafa tevcîhe nazar itsem: hased, kin, garazdan başka bir şey göremiyorum. Bazen meşhûdum olan âsâr-ı mürüvvetin ca‘lî ve bir garaz ve ‘ivaz üzerine mebni olduğunu hissediyorum. Kendilerini mâdunumda ‘addedenlerin müdâhenesi ve mâ-fevkimde oldukları iddi‘âsında bulunanların soru ve bârid mu‘âmelesi bana mûcib-i nefret oluyor. Şimdi rağbetime nefret ve muhabbetime tegâfül ile mukâbele eden dilberân-ı duhterân, o güzel zamanında, beni yanlarından ve sükkerîn dudaklarını yüzümden ayrımak istemezler idi; ben o hiss-i mu‘âmelelerinden usansam kendileri biraz âsâr-ı muhabbetinden
[401] yüz çevirmezler idi. Hulâsâ ey zaman-ı sabâvet! Sen benim zamân-ı sa‘âdetim idin? Seni yâd ile dökdüğüm göz yaşarı ateş-i ye’s ü ıstırâbı ‘alevlendirmeden başka bir şeye yaramıyor.
اى عيش كذشته كه دكر باز نكردى
رفتى تو زدست و نروى هيج زمان
Münîf Paşa-zâde S. Vehbî
Mensûr Şiirler
Mensûr şiirler hayâl-hânede açılmış bir takım nâzik, nârîn fikirlerdir. Anlar nice pek kıymetdârdır.çünkü giryelerimi, neşvelerimi masûrdurlar. Ben onları tahsîn ederim; çünkü hayâtımı, mutâla‘âtımı nâtıkdırlar.
Bunlar kimse içün yazılmamışdır, onun içindir ki sa’irlerinin takdîri onlar için ehemmiyetsiz kalır, yine onun içündür ki her dürlü âlâyiş-i zâhirîden mütecerriddirler. Muharriri olanları okur ‘âlî buldu ki tezyînât-ı lafziye ile telbîsden hicâb etdi.
Bu makaleleri tevlîd eden fikirler şâ‘iâne olduğu içün onlara mensûr şi‘irler nâmını vermek istedim. Şi‘iri vezin ve kafiyeden
[402] arayanların edecekleri i‘tirâz-ı ‘indimde bir i‘tirâz-ı heycâ hiç kalır.
Bu makalelerin bazısı yeni yazılmış şeyler değildir. İçlerinde on atı yaşımdan beri karalanmışları vardır. Bir fikrin derece-i terakkisini göstereceği içün bunları yazdıkları târih sırasıyla tertib etdim; binaen‘aleyh şu zamanıma en uzak olanlar mecmu‘anın evveline tesâdüf edenlerdir. Bunlardan kızarmak lazım geleydi, hiç birini neşr etmezdim. Bunları beğenmemekle beraber perişan bir halde ötede beride bırakmak bana hoş görünmedi, bir nam altında cem‘ etmek istedim. Şu hareketim benden başka birisini daha memnun bırakırsa teşekkür ederim.
‘Uşşâkî-zâde: Halid Ziya
Bûse-i Hunîn
Madmazel Juli Doktor Emil Peresyo’nun kızı idi. Hayır! Otuz beş yaşında bir doktor Peresyo’nun on sekiz yaşında kızı olabilir miydi?
[403]
Paris gazeteleri vaktiyle bu meseleyi hall içün eyelyce uğraşdılar ise de asıl hal-i mesele doktor Peresyon’un bir dostuna müyesser olabildi.
Şöyle ki:
Doktor Peresyo yirmi yaşında iken diplomasını almışdı. Bunu istib‘âd etmemelidir. Çünkü babası da tabibdir. Hem de ne muta‘assıb tabîb! Bin kere kendisinden:
Felâtun akademya bahçesinin üzerine “mühendis olmayan buradan girmemeli” diye yazmış ise de ben olsam “mühendis” kelimesinin yerine “tabib” kelimesini koyardım!
Sözü iştilmemiş olmasında da istidlâl edileceği üzere tekemmülât-ı beşeriye ancak ‘ulûm-ı tabibiyye ile husûle gelebileceğine kâni‘dir. Böyle bir babanın ferzendigânesi olan Emil Peresyo daha beşikde ninni istima‘ edecek zamanlardan beda’ ile musâhibât-ı tıbbiye istima‘ına başlayarak hele hitâb ü cevâba iktidâr peydâsından sonra mesâ’il-i tıbbiyyeden ma‘âda hemen söz işitmemişdir. Diyebiliriz ki mekteb-i tıbbiyeye girdiği zaman ise hazâkati kendisine tebâbet-i mücesseme ıtlâk itdiriyor idi.
[404]
Diplomayı ahzden bir sene kadar sonra idi ki komşusı olan hânenin kapıcısı kemal-i telaşla gelüp:
– Aman doktor yetiş! Gidiyor!
Deyince genç ddoktor mütâla‘a eylemekde olduğu kitabı elinden atarak şapkasını, paltosunubile giymeyi der-hâtır edemeyerek yalnız şahsını tanımakda bulunduğı kapıcının arkasına düşdü.
Nereye gidiyor?
Onu kim bilecek bir doktora niçün “yetiş” derler? Hemen yetişmek içün değil mi? O halde yalnız bu hitâb kâfî olduğu içün kapıcının arkasına düşdü.
Bitişik hânenin en üst katına vardılar. Hemen bomboş bir odanın içinde hemen çıplak bir karyolanın üzerinde bir taze gördüler!
Güzel mi?
Kim hükm edebilir? İnsan kılığında kalmamış ki! “İnce hastalık” denilen o kuvve-i mahrebe-i müdhişenin pençesi elinde bir deri bir kemik kalmış.
Biçare kadıncağız doktoru görünce me’yûsâne bir tebessüm ile:
Bende kurtarılacak bir şey kalmadı. Şuncağızı kurtarınız!
[405] diye örtündüğü fanileyi kaldırdı ki altında dört yaşında kadar güzel bir kız göründü. Örtüden bunalmış da yanakları gül gibi penbelenmiş!
Doktor Tande kadıncağızı mu‘ayene etmek istedi. Fakat kadıncağız doktorun dest-i mu‘ayenesinde iekn yağı büsbütün biten bir kandilin en hafif bir sadme-i nesîm ile hemen sönüvermesi kabîlinden olarak söndü gitdi.
İşte Madmazel Jüli bu kadıncağızın bırakdığı bir öksüzdür.
***
Doktor Emil Peresyo tahkîk eyledi ki Jüli’nin babası da bu derd-i müdhişden gitmişdir. Demek oluyor ki yavrucak iki cihetden o maraz-ı müdhişin vâresesidir.
Emil Peresyo babasından daha muta‘assıb bir doktordur. Kızı kapdığı gibi babasının ikametgahına götürdüi kemal-i heyecanla:
Bunu kurtarmalıdır bunu! Yoksa tebâbet kezb-i mahzdan ‘ibâretdir diye i‘tirâf eylemelidir!
Mukaddimesinden başlayıp Jüli’nin mini mini sergüzeştcigini de anlatdı.
Baba Peresiyo epeyce bir gazabla oğlunun yüzne bakarak:
[406]
Tebâbet kezb-i mahz değildir. Her kusur her kabahat vesâyâ-yı etıbbayı isgâ ve icrâdadır. Evet! Yavrucuğu kurtaracağız! Dedi. İki muta‘assıb bir yere geldiler. Jüli içün bir sûret-i ma‘îşet bir usul-i tedâvi kararlaşdırdılar ki kronometre saat gibi dosdoğru gitmesi şerâ’itin esâsı oldu.
***
Jüli on beş yaşına geldiği zaman görse idiniz bu kızın ciğergâhında bir taht-ı müdhiş bulunduğuna yemin etseler inanmaz idiniz. Damarlarındaki kanın mebzuliyeti olur olmaz güler yüzlü köylü kızlarından bie vücûdu tasavvur olunamayacak derecede idi.
Ne çare ki baba Peresyo bu zamana kadar mu‘ammer olamadı tebâbetin kezb-i mahz olduğu da‘vasının şu güzel burhan-ı mücessimini bu mertebe-i kemâline kadar göremedi.
Evet güzel zâhir! Bir metre elli beş santimetre boyu geniş sadr gayet beyaz ten lepiska saçlar ma’i gözler güzel beyaz çekre mütenâsib ağız buruncuğa ufak beyaz sık dişler bir yerde ictima‘ ederler de ortaya bir güzel çıkaramazlar mı? Jüli hakikat güzeldir.
Baba Peresyo vefat eylemişdi amma Emil Persyo’nun babası vefat eylemişdi. Jüli’nin babası değil! Zirâ Jüli’nin babası Emil Peresyo
[407] idi. Hem de ne baba! Jüli’nin muhafaza-yı hayatı içün on bir sene evvel tertib edilmiş ve kızın senesi artdıkça ikmâlat-i lazimesinde de kusur eylememiş olan usul-i ma‘işetde sûret-i tedâvide bir dakika ihtimamsızlık göstermeyen bir baba!
Hatta bazı dostlar miyânında Emil Peresyo’nun filanca ve yahud filanca madmazel ile tezvici münasib olacağına da’ir sözler geçerek neticeleri doktora da söylendikçe:
Ne? Te’ehhül mü? İşte ben müte’ehhülüm ya? Te’ehhülden maksad çoluk çocuk değil mi? benimde Jüli’m var!
Diye te’ehhülü kat‘iyyen red eyeliyor idi.
***
Jüli yalnız mahallenin en güzel kızı olmakla kalmadı. En naziki en terbiyelisi en ma‘rifetlisi de kendisi oldu. Okur yazar okuduğunu anlar. Yazdığını anlatır. Resim yapar. Mızıka çalar. Bu kız yalnız iki şeyden memnu‘idi. Biri raks diğeri de teganni! O nazik vücud derece-i lâzıme-i tabiyyesinden ziyade yorulmayacak. O şübheli ciğerler hiç yorulmayacaklar. Anladınız mı?
Bu iki şeyden ma‘dâ hiçbir şey Jüli içün memnu‘ değildir.
[408]zaten hasenâtı tercîh-i seyyiâtı red hususunda Jüli doktor babasının ednâ bir ihtârını inkar etmiyor!
Ya kızcağız ne kadar şen-şatır! Mücessem bir tebessüm! Maraz-ı asliyesinden haberi bile yok. Cihânı hayat-ı mahza ‘âlemi görüyor.
Elde böyle bir kerimesi bulunur da Emil Peresiyo artık te’ehhül kaydında mı olur? Evladı yüzünden husulı mütehassıl olabilen bahtiyarlığı Jüli kendisi için ma‘-ziyadeten hâsıl etmiş. Ya tezevvüc edeceği kadın ile Jüli imtizâc edemez ise? Ya Jüli üzülür ise?… Aman yâ Rab! Bunun mulahaza-i imkanı doktorun zihnine dokunuyor.
***
Jüli on beşini geçince erbâb-ı rağbetin gözleri Jüli’den yana müncelb olmaya başladı. Lakin doktor Peresiyo yok mu doktor Peresiyo? Harîf-i tebâbetde ta‘assubundan ziyade vazife-i übüvvet hususunda muta‘assıb!
Öyle bir güzel terbiyeli kızın birkaç sa‘ati velevki birkaç dakikayı hoş geçirmek üzere hodgamânesinde bulunan şıkların hiçbirisini kızın yanına bile sokmuyor.
[409] Bir şey söylemiyor ise de Jüli dotorun efkârını sûretinden anlıyor. O da doktorun istisvâb etmediği hareketi ‘aklına getirmiyor.
Doktorun bu meseledeki asıl hikmeti şundan anlamalısınız ki: Bir gün Burtran Husar namında bir delikanlı doktorun yanına gelerek:
– ‘Azizim Emil! Beni kendine damad etmeğe layık bulursan müsaade et de Madmazel Jüli’ye kendimi beğendirmek içün mülâzemetde bulunayım! Demiş idi. Bu sözün ne kadar saf-dilâne kahramanâne bir söz olduğuna dikkat buyurunuz.
Yâ? Bertran Husar işte böyle safdil kahraman bir delikanlı olup Emil Peresiyo lise mektebinde son sınıfda iken Bertran’da ilk sınıfa girerek tanışmışlar sevişmişler idi.
Doktor delikanlının istadiği müsadeyi dirig etmedi. Lakin dedi ki:
Şu şartla: Evvelâ Jüli’ye tehyici mûcib olacak sûret-i ‘âşıkânede harf söylenmeyecek. Sâniyen bir katre gözyaşı ne senin tarafından ne onun tarafından dökülmeyecek. Sâlisen nihâyet bir aya kadar kendini beğendirdiğin suretde bir daha Jüli’nin
[410] gözüne görünmemek derecesinde tebâ‘id edilecek. Râbi’en kendini beğendirüp de te’ehhül-i tahakkuk eylediği zamanda dahi vereceğim vesâyâ-yı tabiye harf harf kabul ve icrâ olunacak.
***
Bertran Husan Madmazel Jüli’ye mülâzemete başladığı zaman Madmazel Jüli on yedi yaşına yeni girmiş idi. Mülazemetin on beşinci günü Bertran doktora gelip dedi ki:
– Muvaffak olamadım doktor. Fakat sebebi benim beğenilmez bir adam olmaklığımdan ziyade madmazelin ilk mülâzımı olmaklığımdır. Sen güzel Jüli’ye her şeyi öğretmişsin her fikri vermişsin ama bir gün olup da bir kimsenin zevcesi olacağına dair iç bir fikr vermemişsin.
Emil Peresiyo dedi ki:
Herhalde şartımıza ri‘âyet edeceksiniz. Doğrudan doğruya nâ’il olamadığın şeye yalvaramak ağlamak yakılmak filan gibi tedâbir ile nâ’il olacağım diye kızı üzmeyeceksin ha! Zira Jüli o kadar nazlı nazik bir goncadır ki ziyadece koklayıverir isen soluverir.
[411]
Bertran Husar zaten kızın bu hal-i nezaketini biliyor idi. Fakat ‘âşık idi. Ama hangi ‘âşıklardan? Sevdiği yolunda ‘aşkını da fedâya hazır kahramanlardan! O günden sonra bir daha Jüli’ye görünmemek ta‘ahhüdü ile çıkdı gitdi.
***
Alınız size doktor Peresiyo da bir merak! ‘Acaba Bertran’ın on beş günlük mülazimeti kızın kalbinde bir şeyler uyandırdı mı? ‘Acaba Jüli üzülecek miydi?
Kızı uzakdan uzağa istimzac eyledi. İstimzacı istintak derecesine de vardırdı. Vakı’â Jili’de te’ehhüle da’ir bir fikir var ise de hiçbir te’sir hasıl edemediğini anladı. Binanaleyh:
_Gönlün her kimi arzu eder ise evvelâ bana söyle! On üç senedir icrâ eylediğim revaclı tebâbetin mahsulü olarak dört yüz bin dane frank peydâ eyledim. Bunlar senin cehâzın olarak sen de böyle hayret-i ‘ammeye mazhar bir dilber oldukdan sonra gönlünün istediği kocaya varmış denilen kız senden kim olabilir.
[412]
Sözüyle kerimesini alnından öpdü. Fakat korkmayınız! Bu Peresiyo ol gonce-i naziki soldurmaksızın koklamak ihtiyât-ı pederanesini leden bırakmadı.
***
Yedi ay kadar zaman geçdi. Kış geldi. Tıp akademiyası re’isi bir balo verdi. Doktor Emil Peresiyo da davet edildi.
Balo mu? Yoook! Jüli içün balo yorgunluğu hiç olamaz. Fakat ne çare Jüli daha öyle büyük baloların hiç birisini görmemiş. İstiyor. Hiç Jüli’nin arzusuna muhâlefet mümkün olur mu? Lakin Jüli dahi babasının vesâyâtından hârice çıkmaz. Nihâyet baloda doktodan ruhsat alınca kimse ile raks etmemek mukavelesiyle baloya gitdiler.
Bertran Husar baloda bulunması? Dotoru görünce Jüli’den hâlî bir mahale çekerek dedi ki:
Emreder isen şimdi balodan giderim. Lakin insaf et ki Jüli’ye yalnız on beş gün mülâzemet eyledim. Mezuniyetim bir aya idi. Bir iki sa‘at daha müzlâzemete müsâde eder misin?
Raks etmemek şartıyla!
[413]
_Hayır! Asıl muvaffakiyetimi raksda umuyorum. Kız kısmı raks halinde en ziyâde rikkatli hisli olur.
_Jüli’de fikr-i te’ehhül var imiş. Olmasa idi raksa hiç müsaade etmez idim. Bende de bir ümid hasıl olmadığı için bir polkaviye müsade ederim. Lakin Jüli’yi asla yormamak şartıyla! O kendisi yorulduğunu bilmez. Sen anlayacaksında raksa hitâm vereceksin!
Bunu sana namus üzerine yemin ile va‘d ve te’mîn eylerim.
***
‘Acâyib! Doktordaki bu hiss-i hased ne? Kıskanıyor be! Jüli Bertna’ın kolları arasında bir nihâl-i hıraman gibi raks eder görünce doktorun içinden kanlar gidiyor!
Jüli doktorun kızı değil mi?
Hayır! Neden kızı olsun? Bil‘akis ölümün pençesinden kurtardığı kedd-i yemini! Cihanda Jüli’ye koca olmağa layık ve müstehak bir kimse olunabilir ise o kimse dahi doktor olabilir.
Bunlar bizim gönlümüzden geenlerzan etme ey kâri! Bunlar doktorun kendi gönlünden geçenler idi hatta kendi derununda bir başka Emil Peresiyo var imişde onun kalbinden geçiyorlar imiş
[414] gibi doktorun da fevkal-had ıstırab ve istib‘âdını mûcib olacak suretde geçiyorlar idi.
Bereket versin ki raks pek kısa sürdü, yoksa Bertran’ın üzerine koşup Jüli’yi kolları arasından kurtarmak kapmak dahi doktor için işden bile değil idi. Deyiniz ki doktor muvakkaten ‘aklını zâyi‘ etmişidi.
Vay! Vay! Raksdan sonra Jüli ve Bertran salondan gâ’ib oldular.
Sakın delikanlı kızın gönlünü celbe başlamasın?
Doktor deli gibi şuraya buraya baş vurdu. Yarı karanlık bir odadan Jüli’nin:
_Darılmayınız Mösyö Husyar! Gönül başkasındadır! diye bir sadası geldi. Müte‘akiben kendisi de zuhur eyledi pederine:
_ Şimdi evimeze gidelim! demesiyle vâkı‘a fil-hal hanelerine ‘avdet eylediler. Lakin gönlü başkasınd aimiş! Ah gönülü başkasında imiş!…
[415]
***
Doktor o geceyi sabaha kadar sıtmalı bir halde geçirdi. Lakin sabaha karşı bu sıtmayı sulfato ile değil fikr-i hikmetle geçirdi. Jül! Kendi kızı! Allah göstermesin! Lisanına nasıl kudret gelip Jüli’ye baba sözlerinden başka harf-i vâhid söyleyebilsin? İşte bu fikr ü mülâhaza doktorun sıtmasını def‘-i kifâyet eyledi.
Lakin o geceyi Jüli kendisinden fena bir sıtma hâlinde geçirmiş hatta bu zâlimsıtmayı def‘edecek ne maddi ne ma‘nevi bir sulfato bulamadı. Meğer bu sıtma doktoları me’yûs edecek o müdhiş gizli sıtma imiş. Meğer Jüli o karanlık salona Bertran’ın sevkiyle gitdiği zaman orasını yalnız yarı karanlık değil yarı soğuk da bulmuş. Meğer bu soğuk bâdi-i emrde nazik vücudunu bizar etmeyip hoşuna bile gitmiş.
Ne yaman hoşuna gitmiş! Gerek o soğuk gerek “gönlüm başkasında!” sözünden münfehim olan bir gizli ateş kızcağızı nihayet yatağa serdi.
***
Üç ay sonra Jili validesini dotor Emil Peresiyo’nun bulmuş olduğu hale geldi.
[416] Biçare doktor deli divane olacak! Tıbbın hemen bir kezb-i mahz olduğuna inanacak! Emre-i tedâvide icad derecesinde sarf-ı gayret eyliyor ise de hiçbir faydasını görmüyor.
Hatta bin defa sorduğu yalvardığı halde “gönlüm başkasında!” sözündeki “ başka” nın kim olduğunu bile kıza söyletemedi.
Nihayet bir akşam Jüli dalgınlık halinde idi. Gördüğü rüya ile rahatsız olduğuna dikkat eden doktor kızcağızı uyandırdı. Jüli uyandırıldığına sevinmemiş hal ü tavr ile anlatarak dedi ki:
_ Keşke uyandırmamış olsaydınız. Bahtiyarlığımı men‘ eylediniz.
_ Ne rüya görüyor idin?
_ Gelin olmuşdum.
_ Gelin mi? Ah Jüliciğim! Kime varmış idin?
_Gönlüm kendinde olan zata!
_ O kim idi?
_ Siz!
Ey! .. Artık doktor için çıldırmamak kabil mi?
Hemen yatağına eğilip Jüli’den bir buse daha aldı. Hem alnından pederane değil! Dudaklarından! ‘Âşıkane!
[417]Bir de dudaklarında bir rutubet hiss etmesin mi? elini dudaklarına sürüp bakınca kıpkırmızı kan olduğunu görmesin mi?
Aman ya Rab! Jüli’nin de dudaklarında kan var!
Fakat heyhât!.. Hezaran heyhât! Meğer bu katre-i hûn Jüliciğin son katresi imiş!
Jüli nerede?
Bir dakikadan beri ahiretde!…
Ahmed Midhat Efendi
Şâ‘ir-i Meşhûr Hersekli ‘Ârif Hikmet Bey Efendi Hazretlerine Yazılmış Bir Cevabnâme
Hazret-i Hikmet!
Sizin gibi:
Geh mu‘tekif-i deyrim vü geh sâkin-i mescid
Ya‘ni ki turâmi talebem hâne-be-hâne
Mâli hasbihali olan cihangird-i ‘âriflerin bizim gibi tâlibân-ı feyz-i ‘irfânı “ Manastır’a geleli inkıtâ‘-ı mekâtibeden dolayı ‘ayyuka çıkmış kitaplarımız çok…”yollu mütevâzi‘âne iltifatlara mazhar
[418] buyuruşları i‘tikâd-ı müznibâneme göre sevab-ı ekber olduğunda şüphe yok ise de ‘inâyet-nâme-i hekîmânenizi bir zaman şeref-yâb-ı kudûmunuz olan bizim kalender-hâneye bir akşam tam vaktinde gelen birader bendenizin elinde görünce kemâl-i neşve ile:
Ger günâhest vü ger sevâb biyâr
demekden keff-i lisân edemedim.
Nice zamanlardan beri beklemekde olduğum öyle bir lutf-ı ‘âlîye nâ’il buyrulduğumdan dolayı bilhassa ‘arz-ı şükrân eyledim.
Geçen sene… Manastır’a ‘azîmet eden… efendinin ‘avdetinde lisânını tezyîn eyleyen münâkıb-ı celîle-i kerimaneniz arasına “ nasılsa cevab yazmağa vakit bulamadılar!” fıkrasının karışması huzur-ı kalbi- tasvîr buyuracağınız derecede- teşvîş etdiği cihetle:
İnsâfın o yerde nâmı yok mı?
Diyeceğim gelmiş idi. Çünkü:
ما اكر مكتوب ننويسيم عيب ما مكن
درميان راز مشتاقان قلم نامحرماست
Gibi sözlerin sizce de “’özürlenin” kabîlinden olduğundan
[419] tereddüt etmiyorum. Hele belâgat-nâmeniz geldi de o hâli zâ’il eyledi.
Şimdilerde mehabb-ı hâsınız- bilmem ne hikmete mebnî- :
قرب جانى چو بود بعد مكانى سهلست
deyip duruyorum.
شرح اين قصۀ جانسوز نكفتن تا كى
سوختم سوختم اين راز نهفتن تا كى
diye feryâd edenleri iskât etemeği en ciddi tarafdarlarından olduğunuz kanun-ı ‘adâlete muvâfık bulamazsınız zannederim.
Münâsebetle ‘arz edeyim: Bursa’da bulunduğunuz zamanları îfâ-yı me’muriyyet yolunda icra-yı ‘adâletle geçirmiş olduğunuzu tevâtür derecesinde iştdikçe bütün ‘adâlet muhibleriyle beraber iftihâr ve ‘âfiyet ü salâbetinizin devâmı du‘âsını tekrar ediyorum. Gerek cenab-ı Allahın, gerek hazret-i padişahın rızâ-yı ‘âlisi işte böyle tahsil olunur.
“’Av‘ave-i garaz-kârâne”nin izhâr-ı mâhiyetine dâ’ir olan emr-i
[420] ‘âlînizi elden geldiği kadar icrâya çalışacağım. İktihâm olunamayacak bazı mevâni‘e tesâdüf edersem:
ما يكلف اه نفساً فوق طاقتها
Mu’dasınca nezd-i sâminizde ma‘zur tutulacak mı ümid ederim.
(Hâkânî)nin buradan Manastır’a, Manastır’dan buraya gitmiş, gelmiş olan:
كشيشان را كشش بينى و كوشش
بتعليم چو مق قيسيس دانا
beyti şimdi hatırıma şu fıkrayı getirdi.
_Vaktiyle me’murînden bir kırk kilsedeki memuriyetinden infisâl etmiş. Mu’ahiren Manastır‘da açılan memuriyete ta‘yini tasavvur olunmakla beraber bunu idare edip edemeyeceğinden tereddüt gösterilmiş. O zat demiş ki: Ben kırk kiliseyi idare etdim. Bir Manastır’ı idare edemeyecek miyim?”
Latîfe bir tarafa, iltifat-nâmeniz muhallis-i kadîminizi ta‘rîf olunamayacak suretde minnetdâr eyledi. Ara sır olsun böyle dil-nüvâzâne ‘inâyetlerde bulunarak cilve-gâh-ı muhabbet-i makdiseniz olan gönlümü lebriz-i şevk etmenizi suret-i mahsûsada niyaz eylerim.
[421]
Asıl “Âsâr-ı i‘câz-numâ” efendimizin feyz-i âfitâb-ı tab‘ınızla neşv ü nemâ bulur. Siz söylerken biz söyleyecek olur isek bize ‘âlem-i ma‘nâdan:
Siz bilmiyorsunuz susun üstâd söylesin! Nidâsı vârid olur.
Bendeniz takdîm-i âsâra müte‘allik olan idarenizi yerine getirmeğe çalışırım. Fakat şimdiye kadar elbette bir çok sânihât-ı celile vücûda getirmiş olacağınız cihetle onlardan bir kaçının olsun ihsan buyurmasını kemâl-i iştiyâk ile isti‘âden de geri duramam. Her halde irâde-i hazret-i hikmetindir.
Merhum Mu‘allim Nâcî
Bulutlar
Vaktâ ki engin denizin ortasında idim, nazarım ma’ ve semâdan başka bir şeyi görmez idi. Bazen dûş-ber-dûş olmuş bir silsile-i cibâli andıran ve çarh-ı mînâ-fâm üzerinde yekdiğeri ardınca giden beyaz ve gül renkli bulutları hayâlimde tersîm etmekle eğlenirdim. Bulutlar hususiyle akşama doğru güneşin gurub
[422] etdiği cihetinde toplanarak letâfetlerini tezyîn ederler. Yani en parlak renkler ile mülevven görünürler. En ‘ulvî şekiller içinde birbirlerine karışırlar idi.
Bir akşam gurubdan yarım saat evvel cenûb-i şarkî ruzgarı ‘ale‘âde kesb-i sükûn eyledi. Ruzgarın – kendi hebübi gibi
-Müsâvî fâsılaların gökyüzünde sürüp götürdüğü bulutlar kesb-i nedret ve magrib cihetinden gelenler ise ta‘tîl-i seyr ü hareketle bir (peyzaj) sûretinde ‘akd-i cem‘iyyet eylediler.
Bulut cem‘iyyeti- yüksek yüksek dağları… ‘amîk ‘amîk dereleri… ihram-vârî kayaları ile beraber nazara bir arz-ı pehnâ ‘arz ederdi.
Bir nehir dolabı güyâ ki derelerden cereyân ederek şurada burada peydâ olmuş yarlardan aşağı pür-tâb eder ve nehrin üzerinde dahi kemerler mecrâya yüz tutmuş bir cisr-i cesîm görünürdü. Nahl cinsinden bir nev‘i ağaçlardan müteşekkil olmak üzere bu cezire-i hevâ’iyenin en yüksek mevki‘inde kad-keşîde-i i‘tilâ olan ormancıkların vasatlarında emakin ve mesakine da’ir şeyler görünürdü.
[423]
Akşamüzeri bu havâlinin magrib cihetinde ‘ale‘ade olduğu gibi yine şu âsâr la‘l altun sarısı… Turuncu… zümridî renklerle mülevven ya‘ni bu (peyzaj) boyalı (tabut) nev‘inden değil idi. Sade kabartma bir resim idi ki zıll ü ziyânın en latîf imtizaclarını câmi‘ idi.
İşte bu resm-i mücessem şemsin arka tarafdan ‘aks-ı şu‘â‘-ı za‘ifiyle tenvîr olmuş bir hıttayı gösterdi. Fil-hakîka kevkeb-i müşa‘şa‘ kevkebe-i nehâr arz-ı hayaliyenin mâverâsında istitâr edince kendisinden iftirak ve tehallül etmiş ve ba‘zı şu‘â köprünün nîm şafak olan kemerlerini bir reng-i yâkutîde tenvîr ile berâber derelere ve kayaların zirvelerine ‘aks eyledi. O zaman ki cûşiş-i envâr-ı cezîrenin cevânibini zer-hâlisa gark eyler ve huyût-ı eşi‘ası açıla açıla semavâta yayılırdı. Fakat adanın hey’et-i mecmua‘sı levn-i sencâbîde baki kalarak âfâkda meşhûd olan bulutlardan zuhûr eden şimşeklerin uzakdan uzağa gürültüsü işitilmeğe başladı.
Bu mazara-yı dil-firibin takriben bir buçuk mil mesafede ka’im bir arz-ı hakikiye olduğuna yemin edebilerdim. Hatta ihtimal ki bu resim- şekil ve sûreti bulutlara ‘aks eden- bir cezîre-i ba‘îdenin timsâl-i âsumânisi idi. Tecrübeli gemiciler bile bu nevi‘ manzaralarla çok defa aldandılar.
[424]
Hakikati ne olur olsun ‘ulviyet ve dehşetden mürekkeb olan bu temaşa-yı garîb… O hurma ağaçlarıyla muhât dağlar… o küprü-merg-i hâ’ilin tekarrübüyle mahv u bî-nişân olan ‘alâyık-ı deniyye gibi- leylin hulûlüyle beraber bir birine karışarak gözden nihan oldu.
Aradan biraz müddet geçince ‘aded ü ihsâdan bîrûn kevakib-i münîre içinde fürûzan olmağa başladılar. Oh! Eğer rûz-ı rûşen haddizatında hayat-ı beşerin bir hayali- seher ü zuhur u ‘asr u ‘işânın seriyü’l-cereyanı dahi sebâvet… şebâbet… vukûf-ı şeyhuhet senelerinin sür‘at ü zevâlce birer misâli ise merg-i hâ’il dahi şeb-i zulmânî gibi bize yeni yeni semâlar… cedîd cedîd ‘âlemler ‘arz etmek iktizâ eder.
Mütercimi: Recâ’izâde Mahmud Ekrem
Cûybâr
Bir vâdide bulunuyoruz. İki tarafını zümrüdîn tepeler tahdîd etmiş. Ortası bir vâsi‘ çayır. Çayırım ‘arzı yerine göre bir kilometreden bir buçuk iki kilometreye kadar mütessi‘ olup tûlu
[425] sekiz on kilometre imtidâd eyler. Bir cûybâr bir çayırı tûlen ikiye böler. Cûybârın yılan kavî mecrâsı bazı yerlerde daha büyük kavisler peydâ ederek bina’en-aleyh cûybâr gah vadinin bir yakasına tekarrüb eder gah diğer yakasına.
Cûybârların yaz mevsimlerinde suları pek azalır. ‘Âdetâ bir hayvan sulamak lazım gelse kumlar çamurlar ile mecrâsına bir sed yapmak ve suyu o sed arasında havuzlandırmak icab eder. Bu halde bir at sulanacak olsa hayvanın içdiği mikdar suyun mecrâdan noksanı birkaç dakika için cereyanın inkita‘ını mûcib olur. Bu a mecrânın birkaç yüz metre kadar mesafesini kopkoyu bir halde bırakır.
Kışın cûybârımız müdhiş bir sel hükmünü olır ki bazı yerleri geçid bile vermez. Bu zamanda hiç safâsı tasavvur olunmaz. “umûrun hayrı evsatıdır” hükmünü cûybârımız da tatbîk için ya mart evâhirini ya nisan eva’ilini tavsiye ederiz ki o mevsimde cûybârımızın suları hemen küçük bir taşlı değirmeni çevirmeğe kafi olacak kadar kalır. Hem de sel halindeki gibi suları bulanık müstekrih-i müdhiş değil. Pırlanta mizâb haline gelmişde seylân ediyor zannolunacak kadar berrakdır.
Hakikat! Haber verdiğimiz mevsimde cûybârımız ne kadar latifdir!
[426] ‘Arzı hesab-ı vasatî ile bir buçuk metre kadar. ‘Amakı derununa elinizi soksanız kenar-ı destiniz dibini bulacak mikdardadır. Elinizi böyle bir sed suretinde vaz‘ ederseniz suyun cereyanına karşı hafifce bir mukavemet gayretine mecbur olursunuz. O zaman sular üst tarafda kalan kenar-ı destiniz üzerinden taşmağa başlarlar. Eliniz mini mini bir şelalecik teşkil eder.
Fakat geliniz cûybârımıza bu dest-i ta‘addiyi itâle etmeyiniz. Serbesti-i cereyanına mümâne‘et etmek sitemeğe ne hakkınız vardır? Vâkı‘a üzerinden cereyan eylediği kumları çakılları temizleye temizleye o kadar pak bir hale koymuşdur ki elinizle mecrayı ne kadar karışdırsanız o âb-ı sâfinin tekdiri kâbil olmaz. Zaten nokta-yı nazarınıza isâbet eden cem-i mâ’ bir saniye bile orada sabit kalacak değil ki! Her saniye bir cem-i cedîd diğerini takip ederek bu suretle saniye saniye nazar-ı temâşa gözden tebâ‘id eden makâdir miyâh eli kıyâmü’s-sâ‘a bir daha sizinle mülâki olamamak üzere size bir veda‘-ı ebedî çekip gidiyor. Bu halde cûybârımızı bulandırabilmek kâbil mi olur?
Bu cûybârın nerede bulunduğunu mu sordunuz? Sizin nenize lazım? Coğrafyadan bahs etmiyoruz ki ta‘yîn-i mevki‘e mecbur olalım. Deyiniz ki cûybârımız ‘âlem-i hayalde mevcuddur. Bizde size “haydi atlara arabalara binelim de temâşâ-yı cûybâra gidelim!” demiyoruz ya?
[427] Bu seyahat-ı latifeyi bu temâşâ-yı latîfi hayalen edelim. Razı mısınız?
Vay! Razısınız ha? Memnun bile oldunuz öyle mi? ne halûk âdemsiniz ey kâri! Zaten pek çok hayaller olur ki hakikatden ziyâde erbabını şirin mezâk eder. Değil mi? tamam kafamın dengi bir âdemsiniz! Geliniz sizinle şu cûybârın kenarına oturalım da zevk edelim! Hayalimize dalıp gidelim! bakınız bu hayal içinde size ne hakikatler göstereceğim.
Hele şuracığa oturunuz bakalım! Çemen ne güzel? Bir post ki ipekden! Mevsim henüz rutûbetin pek de zâ’il olmayacağı bir mevsim ise de bahtımıza bugün çemende rutûbet de yok. Elinizi sürünüz okşayınız da bakınız ne kadar yâbis! Biz onu okşadıkça o da elimizi okşuyormuş gibi keyfimize gidiyor!
Ne o! Çemeni posta teşbih ettiğimizi beğenmediniz mi? Halbuki bu teşbihimizi beğenmeli idiniz! “post” bir kelime-i mübarekedir. Postda çok keramet vardır. Ma‘haza teşbihde inhisâr yokdur. Üdebâ çemeni kâlice-i zümrüdîne teşbih etmezler mi? bizde bu teşbihi ikmâl içün deriz ki kâliçemiz kadife kâliçedir. Henüz bir santimetre irtifa‘
[428] peyda edebilmiş olan taze çemeni ‘âdi kâliçenin hâvına teşbih edemeyiz ya!
Her ne ise! Oturduğumuz yer bizi rutubeti ile burûdeti ile rahatsız etmeyeceğine emin olduk yâ! Bu elverir. Geliniz şimdi hayalimizi şu cûybârın akıntısı yukarısına doğru sevk edelim:
***
“Bu su nerden geliyor?” diye size bir su’al soracak olsalar eliniz ile akıntısının yukarısını gösteriniz. Ama bu işaret kâfi midir? Mecrâ sizin işaret eylediğiniz yerden daha uzağa kadar gidiyor.
Hem menba‘a doğru tekarrüb eyledikçe sular azalıyor. Niçin mi dediniz? Baksanız a şu kuru kestane kütüğünün dibinden de bir sucağız sızıyor. Cem‘ edilse kibrit kadar bile etmez. Fakat katre deryaya fâ’idedir. Hem bizim nazar-ı dikkatimiz yalnız buna isabet eyledi. Daha bunun gibi bin yerden vuku‘ bulan taktirat u teşrihat cûybârımıza karışa karışa mikdarını artırıyorlar.
Na işte hayalimizin asıl menba‘a tekarrüb eylediğini suların gergi gibi azalmasından anladık. Hem bakınız! Şurada önümüzde vâdi dahi nihayet buluyor. Böyle vadilerin nihayetine “tokat” diyorlar.
[429] Değil mi? ‘Acaba sebeb-i tesmiyesi ne ola? Elimizi tokat vuracak vuzu‘da kavislendirdiğimiz zaman parmak uçları ile el ayası arasında peydâ olan dereye müşâbih olduğu için mi?
Vadilerin nihayetlerine “Tokat” demişler? Bu mes’ele-yi elsine hakkında icrâ-yı tedkikat edecek olanların himmetlerine terk edelim de yine işimize bakalım.
Böyle vadiler müntehasında ekseriyâ kaynaklar bulunur. Ta‘bîr-i nakîzle kaynaklar ekseriyâ böyle vadiler nihayetinde bulunurlar. İşte cûybârımızın menba‘ı da önümüzdeki böğürtlen tokası içinde!
Seyahat ve temâşâ-yı hayalinin fa’idesini gördünüz mü? Bu seyr ü temaşamız hayâli olmayıp da cismânî ve hakîki olsa idi şimdi biz şu böğürtlenler içine giremez idik fakat hayâlimiz her yere pek a‘lâ girebilir. Na işte asıl menba‘ı görüp duruyoruz o fark (ufak) bir sini kadar bir gölcükden ‘ibaret! Bakınız bakınız su habbeleri hava habbeleri ile beraber incecik çamurdan ‘ibaret olan zeminden nasıl çıkıyorlar! Kahve cezvesini hafif ateşli bir mangala sürdüğünüz zaman daha galeyân-ı tam hâsıl olmazdan evvel cezvenin dibinden üzerine doğru birbirini kovalayarak çıkan milyonlarca habbelere benzemiyor mu?
[430]
Şimdi bu kaynağı asla bulandırmağa gelmez. O incecik çamuru bir kere bulandıracak olur isen bir daha durulması hayli zamana muhtacdır. Çünkü burada kaynağın suyu dirhemlik bir kadehi ancak on saniyede doldurabilcek kadar azdır. Çamuru bulandıracak olursak gerek suyun sathına kadar çıkan eczâ-yı terâbiyenin şu hafif akıntı ile çıkıp mecrâya doğru gitmesi gerek çıkıp gidemeyenlerin tekrar dibe çökmesi için yarım sa‘at zaman geçmek iktizâ eder.
İyi ama ey kâri’ biz buraya yalnız menba‘ın şu hal-i zâhirini görmeğe gelmedik içine de girmek istiyoruz. Hah! İşte seyahat ve temaşa-yı hayal ü fikrinin asıl faydasını da şimdi göreceğiz işte şu kaynağın içine yerin altına doğru gidiyoruz da hiç incecik çamuru bulandırmıyoruz bile!
Bakınız bakınız kaynağın dibinden sathına çıkan küreyvât-ı mâ’iye ve hevâ’iye nerelerden geliyorlar! Görüyor musunuz? Zemin sünger gibi delik delik görünüyor! Bu deliklerin her biri incecik boru hükmündedirler. Na işte birer danesinin içine girelim de bakınız. Gördünüz mü? Terkos kumpanyasının yerlere gömdüğü dökme borular gibi amma bunlar gâyet küçük hem de gitdikce küçülürler. Ağızlarında
[431] her birinin katrine birer yorgan iğnesi sığabilecek gibi tahmin olunur iken gitdikçe incele incele katri “hurde-bîni” ıtlakına kesb-i istihkâk eyliyor.
En tuhafı şunda ki bu boruların da ceflerine sağdan soldan üstden altdan bir çok delikler daha açılıyorlar. Ama güzelce dikkat eyleyiniz. Bu delikler gayet küçük şeylerdir. Gözlerinizin bebeklerini birer hurdebîn ‘adesesi ‘add eyleyiniz de öyle bakınız. Görürsünüz ki o deliklerin her biri bir kanal-ı hurdebînin uçlarıdır. Onların içlerinde birer boru!
Ey şimdi geliniz de şurada biraz ‘ameliyat-ı hafriyye icrâ edelim. Amma korkmayınız! Kazma kürek ile ‘ameliyat-ı hafriye icrâ edip de suyu bulandıracak değiliz sonra neye yarar? Hiçbir şey göremeyiz. Bu ‘ameliyat-ı hafriyeyi de zihnen ve hayalen icrâ edeceğiz.
Na işte icrâ etdim bile! Gördünüz mü? Tamam şu kaynağın olduğu yerden iki metre katrında bir nısf kürre-i terâbiyyeyi kaldırı verdim. Oradan ufak bir hamam kubbesi kadar toprak çıkınca bir cevf-i mu‘akkar peyda oldu. Lakin ne güzel ka‘r! Aman Allah ‘aşkına güzelce dikkat eylediniz! O cevf-i mu‘akkar da milyonlarca mesammât var. Her birinden mülyonlarca reşehât mâ’iye biri diğerini ta‘kiben teraşşuh ediyorlar. Bizim gibi hurdebînâne bir çeşm-i dikkatle bakmayanlar
[432] şu sath-ı mu‘akkar üzerindeki reşehâtı bir düziye bir nem bir rutubet zann ederler amma ne hata ederler!
Bu bir nemden rutubetden ‘ibâret olsa idi cereyân olmalı mı idi? Islak tahta üzerindeki nemde rutubetde cereyan var mıdır? Madem ki bunda cereyan vardır. Mutlaka her biri tamamıyla şekl-i kürevî teşkil eden reşehât buradan teraşşuh etmeyi müte‘akip yuvarlanmağa başlıyorlar. Hem o halde şekl-i kürevilerini de az çok tebdîl eyliyorlar. Katre-i sâkıtanın peydâ eylediği (eğer ta‘bir câ’iz ise) armudî şekle de benzemeyecek bir şekil peydâ eyliyorlar. Yusyuvarlak bir dolu tulumu gâyet dik bir mayırdan yuvarlayınız. Zemine çarpdıkça şekl-i aslîleri de öyle tegayyür ediyor.
Nasıl? Şu temâşâ-ı hal şimdi zâhir oldu. Değil mi? ka‘r-ı menba‘a şems dahi isâbetle envâr-ı ‘uyûn-ârâsı tahallül ederek her reşhada bir elvan kavs-ı kuzaha peydâ oldu. Aman yâ Rab! Ne milyonlarca akvâs-ı kuzahiyye-i hurdebîniye!
***
Kâri’! seni buraya kadar getirdiğime sebep sâni‘-i a‘zam-ı ma‘bûd-ı efham Allah-ı ‘azimü’ş-şân hazretlerinin mahâret-i hâlikâne kudret-i
[433] sâni‘âmesi işte bu ‘akılları çilesinden çıkaracak kadar sûret-i rakîk ü dakîkada dahi tecelli edebileceğini göstermek göstermek idi.
Gördün ya? Beğendin ya?
Gel öyle ise başımızı secdegâh-ı heyrete koyarak Tanrımıza bir eser-i ‘ubûdiyet ‘arz edelim.
Evet başımızı secde-i hayrete koyalım başımızı geh ‘ibâdetlerin a‘zamı bu baş ile icrâ olunan secdedir. Çünkü hayret-i rabbaniye ni‘metine vâsıta-yı nâ’iliyetimiz o başdır. Başımızdaki dimağımızla dünüyoruz i‘tibar-ı hakîkisinde bulunuyor isek o başımızı zemin-i hayrete koymak kolay olduğu gibi müşahedatımıza gözlerimizi vasıta buluyor isek o çeşmân-ı mübareki yerlere sürmek de kullukdur.
“Niçin” mi dedin? Yâ ‘azametullah gözlerimizin görebildikleri dimağımızın düşünebildiği derecede daha pek çok büyükdür de onun için! Hatta gözlerimizdeki kudret-i ru’yet dimağımızdaki meleke-i teferrük dahi âsâr-ı kudret-i İlahiyeden birer eserlerdir.
Ahmed Midhat Efendi
*****
Bir Hayâl
Hazîn, sâkit geçiyordu? Vücûdu meşâk-ı hayâtın taht-ı tazyikinde kalmış gibi mâ’il idi.
[434]
Yolun bir kenarından sür‘atle ilerliyordu, kaçıyordu? Âvâze-i hây u hûy-ı ‘âlemden kaçıyordu. Bu sûretle geçişini bir hayâle, bir heyûlâya benzetdim.
Siyah renk saçları efkâr-ı ye’s-perverâneye melcâ olan başında bir sütre-i mâtem-engîz şeklini gösteriyordu. Çehresinde garip bir eser-i tahassür, dudaklarında hazîn bir tarz-ı teressüm var idi. Gözlerinde muzlim muzlim nurlar uçuyordu… Ey ye’s-penâh gözler! Siz nâzır olduğunuz manzardan memnun değilsiniz! Siz ‘ulvî ‘ulvî ‘âlemlere hasret-keşsiniz!
Bu bir heyûlâ? Arzdan müteneffir, semâvâta mütehassir bir heyûlâ-yı beşer idi. Ey hayal-i hazin!. Sen ben mi idin?
‘Uşşakî-zâde:Hâlid Ziyâ
****
‘Âşık-ı Nevmîd
Ey tenhâ… Ey karanlık ormanlar! Benden firâr etmekde olan huzur ve ârâmın letâ’ifinden nefha-cûy olmak için bî-tâkât-ı ‘âlâm olduğum halde sizin latîf gölgeliklerinize ilticâ eyliyorum.
[435]
Ey beyhûde-kâr fâniler! Beldelerin şamatasını… Dağdasını cüstücû ediniz. Sizin gözlerinize hoş görünen şeyler benim nazarımda menfûrdur. Şu mehâbetli sükût ile şu garip ve vahşi melcelerdir ki dil-i pür-ıztırabıma makbul olur.
Ağaçlar… Söyleyiniz!.. Benim (Silvi)mi siz mi sakladınız? Silvi! .. Ey benim Silvi’m!… Âh! Beni işitmiyor.
Ey bu ormanın zalimleri! Onu benim elimden siz mi aldınız? Eyvâh!.. Ayaklarımın izini nâfile yere arıyorum.
Ey bana sevgili… Safâlı olan ağaçlar! Kaç kere sizin sâye-i muzliminiz ikimizi de nazar-ı hasedden sakınmışdı! O güzel vakitler o hoş zamanlar ne çabuk geçdi gitdi!
Ey ‘aks-i sadâ! Benim Silvi’m hayatının zevk ü neş’esi sitâyişiyle tenhaca terennüm eylediği vakit sen bana onun nağmelerini tekrar ederdin. Söyle onu işitiyor musun?
Söyle söyle onu bana tekrar verecekler mi? Eyvah! Gûyâ ki bu ses tâli‘-i mahzûnumun âh bî-ihtiyarıdır ki gûş-ı cânım “gel gel! O yine senin olacak” diyor.
[436]
İşte o!… Âh ne tatlı ‘avdet! Bir gideyim bir an evvel kavuşayım. Ayaklarımın kuru otları çiğneyip geçtiğini işitiyorum. Hayf hayf!.. o değilmiş… işitdiğim se şu ırmağın köpüklü dalgaları taşlara çarpdıkça hâsıl etdiği çağıltı imiş.
Cûybâr çağlıyor mu?.. hayır! Benim tâli‘ime ağlıyor!.. Kenar-ı enhârı tezyîn eden o hazîn ağaçlar.. O tepeler o serviler… O karanlık o sessiz ormanlar hep benim keder ü âlâmıma hissedâr görünüyorlar.
Âh!… Silvi’m tekrar gelecek olsa bile artık ona vakit yok! Gözleri benim yerimde hâk-i hicrân üzerinde târümâr ve perişan olan eczâ-yı vücudumu görecek ve gözlerinden akan eşk-i tahassürle dehânından çıkan nâle-i te’essür mezarımda bile hâb-ı sükûn ü ârâma dalmış olan mihen ü âlâmımı uyandıracak!…
Jilber- Mütercim: Recâ’i-zâde Mahmud Ekrem
****
Tabâ‘at
“‘Ukalâ dembedem efkârını tezyîn eyler
Fikrinin, tab‘ının, âsârını tecdîd eyler”
[437] Beytinde olan tab‘ kelimesini tabi‘at yerine tabâ‘at ma‘nasına haml etmek eğer makâma münâsib ise neden câ’iz olmasın! Fenn-i tarihe âşinâ olan zevâtın ma‘lûmudur ki ma‘ârif-i beşeriyeyi gördüğümüz derece-i i‘tilâya vâsıl eden basmanın zuhurudur. Vatanımızda ise bu san‘at-ı müfîde ‘Osmanilerin efkâr-ı garibeye mebde’-i meyelânı olan cennet-mekân Sultan Mahmûd Han-ı evvel hazretlerinin zaman-ı saltanatlarında meşhur İbrahim Efendinin gayretiyle vucuda gelmiş ve fakat bazı kitabın neşrinden sonra bir müddet sekte-i ta‘tile uğramışken cennet-mekan Sultan Selim Han-ı sânî haazretlerinin devrinde yine tecdîden icadına himmet olunmuştu. O zaman hakk edilen kalıplar ki hala İstanbul’da her matba‘anın kullandığı hurûf onlarla ısâga olunur eskisinden daha matbu‘ bir tarzda yapılmış ve basma-hânesini idâre eden ‘Abdürrahim Efendinin taht-ı nezâretinde tab‘ edilen kitapların ise cesâmet ve basmaca letâfeti be-hak-ı şâyân-ı tahsin olunmuştur.
Mu’ahharen cennet-mekan Sultan Mahmud Han-ı sânî ‘asırlarında İstanbul’da Takvim-i Vakayi‘ ve Mısır’da Bulak matba‘asının küşâdı münasebetiyle bir gazete ve bir çok eser-i nâfi‘ meydâna gelmişdir ki lisân-ı ‘Osmanide tabâ‘atın zuhûr-ı tâmı o zamandadır denilebilir. Çünkü memâlik-i mütemeddinede gazete basmanın ‘alel-gâ’iyesinden
[438] ‘addolunmuşdur. Bir derecedeki tabâ‘at ma‘nasına bir lafz işitildiği gibi gazete basmakla kitab neşr etmek efkâra müttehiden tebâdür eder.
O zamandan altı yedi seneye gelinceye dek matbu‘atda görülen terakki ise Ceride-i Havadis’in hudusuyla ufak tefek bir iki basma-hânenin küşâdından ve sa‘adetlü Recâi Efendi hazretlerinin takvim-hâne nezareti zamanında bir takım âsâr-ı lazımü’l-intişârın tab‘ına ma‘rûf olan sa‘y u ictihâdından ‘ibâretdir.
Hatta o vakte kadar tıbâ‘atı velev ne kadar cüz’i olursa olsun ıslah etmek devletden i‘âne görmeden Türkçe bir gazete idare (ede)bilmek hatırlara bile gelmez iken gazetemizin müessisi ‘izzetli Şinâsi Efendi bu bâbda cümleye müsâbakat ederek teşvîkât-ı kavliye ve kalemiyesiyle Tercüman-ı Ahvâl’in zuhuruna sebep olmuşdu ki lisan-ı ‘Osmanide tabâ‘atın târîh-i terakkisi o zamandır.
Nitekim 1277 senesine değin vatanımızda lisan-ı ‘Osmani üzere basılan gazeteler Takvim ile Cerdide’den ‘ibâret iken şimdiki halde on dörde bâliğ olduğundan dahi anlaşılır. Münferiden ihdâs etdiği tasvir ise efkar u şive-i ifade ve hüsn-i tertipçe birer cedîd açmış ve bundan ma‘ada bilâ-i‘âne şimdiye kadar bekâsı ‘Osmanlılar içinde bir gazetenin devamını isbat etnmişdir.
[439] Şimdi ise Ermeni milleti muteberânından Mühensiyân Ohannes Efendi yeni bir takım nesih kalıpları hakk ederek tabâ‘ata bir hizmet-i cedîd ibrâz eyledi.
Bu kalıpların yazısı re’isü’l-ülemâ semâhatlü Mustafa ‘İzzet Efendi hazretlerinin eser-i kalemidir ki müşarünileyh zamanımızda fenn-i hattın şeyhi ve belki şeyhü’r-re’isidir.
Hakkine gayret eden sahib-i san‘at ise ‘ameliyatında o derece mahâret göstermişdir ki ne kadar dikkat olunsa belki bir harfde kusur görünmez.
Hakkâ ki böyle bir himmet için gerek hatat gerek sâni‘nin ‘unvan u şöhreti pulada hakk olunsa şâyestedir
Bu yeni kalıplardan matbu‘atca bir takım fevâ’id hâsıl olmuşdur ki en mühimleri ‘aliyül-infirad zîrde ta‘dâd olunur:
Birincisi, şimdiye kadar mevcut olan kalıplardan inhisâren temettü‘ eden tarafa yeni kalıplara mutasarrıf olanların rekâbetidir.
İkincisi, bu hurûf daha dolgunca be hakk kalemi yerinde olmak cihetiyle kırâ’atinin mevcud olan harflerden ziyade suhûletidir.
Üçüncüsü, mülkümüzde hiç olmazsa bir kitap, iki nev‘ yazı ile basılabilecek suretde edevât-ı tab‘ın husul-i kesretidir.
[440]
Dördüncüsü, hurûf-ı cedîdenin mevcud olan harflere bir suretle kısas etmeyen cevdet ü letâfetidir.
Cedâvil-i sutûre iş‘a-i ma‘ârife vâsıta-i intişâr olan matbu‘âtın terakkisini kim istemez? Meğer ki su’i-ef‘âli perde-i setr altında kalmak içün ‘umûmun nûr-ı nazardan mahrumiyetini isteyecek kadar bî-insaf olanlardır.
Karanlığın devamını kim arzu eder? Var ise nüfus-ı zâlimedir ki şerâre-i fesâdını ancak zulmet içinde ihfâ edebilir.
Tabâ‘at bir sanatdır ki muhtere‘ât-ı beşeriyenin birincisi ‘addolunsa şâyestedir. Ona mesken olmayan memleket ise ekserî fevâid-i ma‘rifetden de mahrum olur.
Basmanın ehemmiyetini bir fikr-i edîbâne muhâkeme etmek istese şöyle tasavvur etmez mi?
Pertev- zeka nev‘-i beşerin başına konmuş bir nûrânî hümâdır ki sâye-i sa‘âdetini ta‘mîm edecek vâsıta bulunmaz, illa ki lüzûmu kadar şehbâl matbu‘-ı endâmı hükmünde olan sahâyif-i matbu‘ânın vüs‘at-ı intişârıdır.
Böyle sınâ‘at-ı hayriye ne kadar tezyîn ve teksîr ve ona da’ir zuhûra gelen hizmetler ne mertebe tahsîn ve takdîr olunsa şâyestedir.
[441]
Tezyîn ve teksîri hususunda devletin ve bazı efrâd-ı milletin himmeti işte bu derece eser gösterebildi. Bu mukarrerdir ki şâyân olduğu kadar terakkisi ‘umûmun ma‘ârife rağbetiyle müyesser olur. “
Kütüb-hâne-i Ebu’z-ziyâ-Numara 40, 32
Müteverrim
Elbise-i resmiyenin koluna vakt be vakt nazar ider idi de kalbi hissiyât -ı iftihâr ile mâlî olurdu.
Bir beyaz ve diğeri sarı gümüş şeritlerin latif bir suretde fes rengi kadifenin yanında parlayışı mektebde sarf etdiği emekleri, hekimlerin “göğsünüz zayıf; bu kadar çalışmayınız” yollu nasihatlarine ehemmiyet vermeyip de fikrinin olanca kuvvetini derslerine hasr eylediğini ihtar ederdi. ‘Âkıbet nice şedid intizarlarla beklediği zaman-ı sa‘âdet gelmiş idi. Bir aydan beri “tabibim” kelimesi dudaklarını bahtiyarane bir tebessümle tezyîn ediyordu.
Maddeten çekdiği zaruretler mahv olmuş, ebeveyninin etdikleri fedakarlıklar mükafat-ı müstehakalarını bulmuş idi.
Lakin; genç, güzel, müste‘id tabib bunları o kadar düşünmüyordu kendisine mev‘ûd başka bir sa‘âdet, başka bir bahtiyarlık var idi.
[442]
Sevgilisinin dest-i izdivacına na’iliyyet kendisinin tabib olmasıyla meşrût idi. İşte şimdi oldu.
Biraz zaman sonra na’il-i mükâfât olacağında, ümid-i yeganesinin husûl bulacağında şüphe mi var?
***
Aldığı haber şu‘le-i ümid ile pertev-efşân olan gözlerini bir perde-i ye’s-âmîz ile setr etdi.
Kalbini ‘azîm bir kasvet, müdhiş bir ıstırab, istila etdi. Ma‘şukasının başka birisini zevcliğe kabul edebileceğini asla tahayyül etmeyen kuvve-i müfekkiresine büyük bir perişanî çökdü.
Bîtâb kalan vücudu iskemlenin üzerine yıkıldı. Ağlamak istedi, ağlayamadı, bağırmak istedi, boğazını tıkayan bir hıçkırık mâni‘ oldu.
Gözlerini kapadı; hayatın sarf ettiği mesâ‘i, şebabetin sâ‘ât-ı maziyesi, mâtemî bir hayâl suretinde âsmâna su‘ûd ediyordu.
***
Pek az zaman sonra, bir gün yatağında idi. Nabzını mu‘âyene ediyordu. Hayâtından pek az bir zaman kaldığına kesb-i emniiyet etmişdi.
[443]
Kendisini ıstarâbât-ı hayâtiyeden halas edecek olan mevti takdîs ediyordu!
Sema bulutlarla mestûr, kasvet-efzâ bir halde idi.
Birkaç dakika pencereden havayı eyledi, yüzünde âsâr-ı rikkat zahir oldu. Vücudunda kalan son yaşlar kipriklerinin ucuna geldi. Genç tabib nefesini büyük bir icbar etdi, yaşlar tevkif etdiler, başı yasdıkların üzerine düşdü. Hazin bir tebbesüm renksiz dudaklarını açdı, ruhu bir hande suretinde âsmâna pervâz eyledi!
***
Bu esnada bulutların bir kısmı açılmışdı. Şems arza mâ’ilen ‘aks ederek bir süllem-i nûrânî ‘arz eyliyordu.
Mini Mini [Fransızcadan Muktebes]
Şu ma‘sûma bakın, ne güzel uyuyor! Bütün a‘zası nasıl gelişi güzel istirahata varmış!
Göğsünü hafif hafif kabartıp indirmekde olan latif nefesi, yüzünde dalgalanıyor gibi görününen masumane tebessümüne, henüz
[444] yere deymemiş olan mini mini tonbul ayaklarına bakdığımız vakit bir melek gökde uça uça artık yorularak inmiş de şu beşiğin içine yatıyormuş diyeceğiniz gelmez mi?
Bahtiyar ma‘sum, uyu! Da’ima âsûdelik halinde bulunmayı arzu eden şefkatli validenin gözü önünde rahat rahat uyu!
Büyük adam da uyur, lakin bî-çare uyku halinde dahi rahat edemez. Istırab ile teneffüs eder. Rüyasında bir takım müdhiş hayâlât görür. Onlarla uğraşır yarar. Muzdarib oldukça olur.
Zavallı! Kaba döşeğe yatmış bulunsa bile nasıl rahat edebilsin? Ruhu âsûde değildir. Bir çok infi‘âlât ile meşguldür. Bu infi‘âlât elbette cismini de istirahatdan mahrum eder.
Mes‘ud çocuk! Sen uyadığın zaman bizim gibi bir takım ga’ileli işlerle uğraşmağa mecbur değilsin. Uyanır uyanmaz başlıca işin validenin yüzüne bakıp gülümsemekdir.
Ne latif gülümsersin! İşte bu tebessüm validenin ne kadar yorgunluğu var ise hepsini alır. Senin güler yüzünü gördükçe onun da yüzü güler. Yüreğinde ta‘rif kabul etmez bir sevinç, bir safa hisseder. Henim seni kucağına alarak bağrına basar. [445-448 eksik]
[449]Etrafımızda kuşlar şu ilk buse-i muhabbeti tes‘îd için ‘aşkperverâne nağme perdâz-ı terennüm oluyorlardı…
‘Uşşakî-zâde: Halid Ziya
Bekâ-yı Rûh (Rasin’den Muktebes)
Bir şeyi düşünebiliyorum. Fikrim var demek olur. Fikir dediğimiz şu‘le-i cevvâle ise kesâfetsiz tasavvur olunamayan maddiyatdan pertevbar olamaz.
‘Azamet-i ma‘neviyemi hissediyorum. Ben bu cism-i kesifden ‘ibaret değilim.
Tefekküre başladığım vakit görüyorum ki beni bu babda ekdâr eden şey her halde cismimden eşref ü ‘âlî, meziyet-i mahsusa-i fikr ile muhalli bir başka vedi‘a-yı gaybiyyedir. Anlıyorum ki ben- letafet ve kesafet gibi avsâf-ı mütezâddeyi hâiz oldukları halde- bir kudret-i rabıta-bahş ile birleşdirilmiş iki şeyden mürekkebim.
Bir lahm u dem hamiresi ile bir nefha-i İlâhiye imtizac etmiş, bir cism ile bir can birleşmiş, meydana bir Rasin çıkmış.
Her mütefekkiri hayretde bırakacak kadar hafi bir suretde yek-diğere
[450] mürtebit olan bu iki mecud-ı garib müsâdif oldukları renc ü rahatdan iştirak üzere nasib alırlar. Vâkı‘a bazı lezâ’iz dahi vardır ki bunlardan yalnız birinin zevkine hizmet eder.
Cesedin ‘inân-gîr-i irşâdı ruh ise de gahi müsâdeme-i şedâ’idle cesed-i mütezelzel olunca ruh hayat-ı cismaniyyeye veda‘ eyler.
Teknesi sahra-yı kazaya çarparak delinmiş, yelkenleri parçalanıp ipleri elden gitmiş, dest-i bî-perva-yı ruzgarda baziçeye dönmüş bir sefinenin, şu halde emvac-ı kâhire kadar hükmü cârî olmayan dehşet-zede re’is, ta’ifeye îsâl-i sada itmek istese de kimseye söz anlatamayarak nihayet o dahi ta’ife ile beraber âgûş-ı pür-cûş-ı bahre nâçar ‘arz-ı sine-i mutâ‘avat eyler.
O bî-çare bahre nâ-huda bu tufan-ı müdhiş içinde nâ-peyda olur gider. Fakat sefine-i vüvudun re’isi olan ruh böyle tehlikelerden masûndur.
Ruh nasıl garka-i girdâb-ı izmihal olabilir? Ruh kabil-i helak değildir! Sadamât-ı mühlike bir cesedin intizam-ı tabi‘isini bozarak eczasını perişan edebilir. Amma sade bir latife-i Rabbaniye olan ruh öyle kabil-i iftirak eczadan mı terkib etmişdir ki cesedle şerîk-i helâk olabilsin?
[451] Pençe-i ecsâd-efgen mevt-i girîbân-gîr-i ervâh olamaz.
Ne söylüyorum? … zîr perde-i hâkde gözlerimizden nihân olmuş bunca ecsâda mahvolup gitmiş mi diyeceğim?
Bu fikir-i ‘acîb-i ‘adem neden dehşet-endâz-ı ‘âlem olur? Her şey yokdan var olur, fakat hiçbir şey vardan yok olamaz. ‘Adem, içinden çıkana bir daha girmek müyesser olmaz bir kapıdır.
Mahsûlâtını muhafazaya harîs olan tabi‘at görmekde olduğumuz bin türlü tebdilâtı içinde bir zerreyi dahi zâyi‘ etmiyor.
Ey kendini muktedir zanneden koca kimyager! San’atında ne kadar mâhir olursan ol, ne yaparsan yap, her neden istimdât edersen et, yine hiçbir şeyin mahvına muvaffak olmazsın.
Meselâ bir parça milhi eridebilirsin, süzebilirsin, buhara kalb edebilirsin, lakin bunun ‘adem hâline ircâ‘ı elinden gelmez. Onu Hakîm-i Kadîr bir daha yokluğa rucu‘ etmemek üzere var eylemişdir. Öyle mevcutlukdan dem vurup durma! Hiçbir mevcudun mahvına çare bulamamakda olduğunu gör de ‘aczini bil!
Madem ki bir kum danesinin dahi mahvı mümkün olamıyor, bende daima i‘mâl-i fikre iktidar göstermekde olan bir mevcud mahrum olmakdan niçin korksun?
[452] “Öyle ise mevt nedir?” mi dedin?
Mevt biir ruhun ‘alâ’ık-ı cismâniden âzâd olmasıdır. Cism-i hâkimdâni yine toprağa rücu‘ ediyor. Can âsmânisine semâya uçup gidiyor.
Merhum Mu‘allim Nâcî
Zevce
Zevce bir vücûdun diğer bir vücûdu, bir kalbin diğer bir kalbidir. Zevce şehrâh-ı hayatın dâ’imi bir refiki, bir ruhun ebedi bir enîsidir. Zevce ekdârın müştereki, sürûrun hisseyâbı, hissiyât-ı kalbin diğer mir’at-ı in‘ikâsıdır.
Zevce bir hayata iltihak etmiş diğer bir hayat, bir vücudun kısm-ı diğeri olmuş bir vücud, hayat-ı beşer üzerine per-i sa‘âdet açmış bir melekdir.
Bir insanın en mukaddes muhabbetleri, en ruhanî hisleri zevcesine inhisar eder. Zevce ‘aşkın tecessüm etmiş bir sureti, şefkatin temessül etmiş bir tasviridir.
[453]
Zevce kalb-i beşerin en büyük medâr-ı sa‘âdeti, Allah’ın âdeme en kıymetdar bir hediyesidir.
‘Uşşâki-zâde: Halid Ziya
Mezar
Mezar mehd-i ebediyet, ‘atebe-i mülkiyetdir. Orada; eşi‘a nisâr-ı hayat olan gözler söner, darabât-ı kalbiye sükût eder. Hayat intiha bulur; fakat mezâr diğer bir hayatın mebdei, diğer bir cihanın makdemesidir.
Mezar fenânın müntehâsı, bekânın ibtidâsıdır. Hüzünler, kederler, hayaller, ümitler, sürurlar orada mahvolur; lakin mezar hakikatin penahı, esrar-ı hilkatin cilvegahıdır. Mezar ‘ulviyeti süfliyetden tecrid eder bir tasfiyegah-ı ‘âlîdir.
Esîr-i hayat olan ruh envâr-ı kudsiyetini mezarda neşr eder. Mezar bir sema-yı vas‘idir ki merbut-ı vücud olan ruh orada serbestâne, ahrârâne pervaz eder.
Mezar a‘mâk-ı muzlimede açılmış bir hufre-i dehşetnâk, bir parça
[454] taş ile setr olunmuş medfen-i ecsâddan ‘ibâret değildir. Mezar bir cihandır ki ‘ulviyet, kudsiyet içinde pervaz eder; mezar bir ‘âlemdir ki pîş-i uluhiyetde devran eder.
‘Uşakî-zâde: Halid Ziya
Vicdan
Vicdan nedir? Cenab-ı Hakkın nev‘-i beşere en büyük bir ihsanı olmak üzere güya ki merkez-i ruhumuza vaz‘ olunmuş bir kuvve-i münevveredir ki istiknah-ı hakayıkda aklımızın âciz ve kâsır kaldığı şeylerin hak u bâtılını..nîk ü bedini bize tefrîk ü temyîz etdirir.
***
Vicdanımla hiss ediyorum ki: Cihan bî-bekâdır mevcudat fânî. Beşer hâlikdir hevesât zann-ı zâ’il. Cihan bir gün biter amma Allah ber-bekâdır. Beden bir gün çürür amma ruh sermedîdir.
***
Evet… beden çürüyücüdür seyyiat-ı müte‘affün. Ruh sermedidir
[455] hissiyat-ı masûnü’z-zeval. Ne bedbahtdır o nefis ki seyyiata makrundur. Ne mes‘uddur o ruh ki hasenat iile şa‘şa‘a nümundur.
***
Ruh bir cevherdir hasenat-ı ânın saykalı. Hasenata mukarrin oldukça ruh cila bulur. Ruh cila buldukça vicdan safa bulur. Dirig o ruha ki seyyiat ile pas tutmuşdur! Yazık o vicdana ki zulümat-ı kuduret içinde kalmışdır!
***
Güneş ufukda zahir olunca ‘âlemin yüzü güler. Mağmum bulutlar içinde kalırsa sanki cihan ağlar! İnsanda su’i-â‘mâl ki muzlem bulutlardır ruhu perdedâr edince vicdan da ağlar. Vicdan ağlayınca insan ne yapar!
***
Seyyiat ki lâ-tahsadır en şen‘i vefâya hiyanetle mukabeledir. Yazık o bedbahta ki bu şena‘ati mürtekib olur. Dirig o ruha ki böyle bir şena‘atin tesiriyle müteessir ve muztarib olur!..
[456]
***
Vefa ki bir haslet-i ‘ulviyedir teşahhus etse pak ü ma‘sum bir vücud olur. Vefaya hiyanetle mukabele ki bir denâet-i sefiledir tecessüm etse bir İblis olur. Hased hased ona ki vefasıyla ‘âlem-i bâlâ-yı safaya tesâ‘ud eder. Esef esef ona ki vefaya karşı hıyaneti irtikab ile esfel-i sâfilîn cahîm-i ıztıraba atılır!..
***
Cahîm-i ıztırab ki vicdandan kinayedir ateşi ruhu eridir. Harareti fikri yakar. Gerçek yazık o günahkâra ki kendi kendisinin zebanisidir. Kendi kendisini cehenneme atar.
***
İnsan Hâlıkına isyan eder.. Mürtekib-i kebâir olur. Lakin gözlerinden akan yaşlar içinde hiss-i nedâmeti göğe ağdıkca belki günahı da gider kalbi tâhir olur. Vefaya hiyanetle mukabele edeni Allah da affetmez… Meğer ki hıyanete uğrayan vefa sahibinin rızası ola.
***
Birde ki Allah affetmiş diğeri eder mi?.. Velev ki nîrân-ı azabı olmamış vicdan azabı gider mi?.
[457]
***
Vefa… O masum vücud-ı kalb içinde gizlidir. Vefayı hıyanet hançeri ile zahmdar etmek mukîn olduğu kalbi yıkmakla hâsıl olur. Ya böyle kalbyıkanın hali hem dünyada hem ‘ukbada müşkil olur!..
***
Bu nesri nasıl buldunuz?.. Buna benzer bir parça benim (Süreksiz Sevinç) tiyatrosunda da vardır. Demek isterim ki ara sıra böyle şeyler de yazılsa fena olmayacak.
Genç Kız
Gözlerinde o kadar aşk-perdaz-ı handeler görülüyor idi ki bahar en şairâne ibtisamlarını onların reng-i laciverdine bahş etmiş zannolunurdı. Yeni inkişaf eden güllerin elvan-ı latifesi toplanmış, yanaklarında mevc uruyordu.
Gözlerimin önünde genç kız şiirden, bahardan müteşekkil bir levha-i ruh-perver teşkil etmekde idi.
[458]
Mesûdâne çiçeklerin, otların arasında bir kelebek gibi pervaz ederek geçdi.
Nazarım bu insan kıyafetindeki baharı meclubâne takip ediyordu. Gördüm ki çiçekler arasında oturmuş, bedâyi‘-i tabi‘ata tebessümlerle ‘arz-ı muhabbet ediyordu. Kuşlar, kelebekler etrafında tayeran ediyorlardı. Bunun yeni açmış bir çiçek olup olmadığında şüphedâr edilir.
Düşündüm ki ‘aşk bir vücud olsaydı böyle olurdu.
Şitab etmek, ayaklarına atılmak isterdim. Lakin korkdum ki kanatlanıp uçacak…
‘Uşşaki-zâde: Halid Ziya
Küşâyiş-i Ezhâr
Dünkü gün henüz açılmamış iken bu sabah i‘âne-i nesim-i bî-karar ve terâne-i nühustîn-i hezar ile şüküfte olan şu çiçeğe nazar eyle!.. Ne rengîn… Ne latîf… Ne dilber!.. Libas-ı münakkaş hükmünde olan yapraklarını açıp saçmakdaki direng-i ihtiyâtına bak!… Sanki ‘arıza-i hicâb ile henüz bir zıll-ı hafif
[459] ve latif ile perdedâr ihticâb olan sine-i pâk u tâb-nâkini göstermekde piç ü tâb ediyor. Eşi‘a-yı âfitab kemal-i iştiyak ile o şükufe-i rengîn üzerine kondukça şükufede güneşin tâbiş-i hayat-ı bahşası mestâne arz-ı küşâyiş ediyor. Hele reng ve bûyundaki nezakete ve pîşâne-i letâfetinde parıl parıl parlayan jalalere bak!… Bu jalelerle o şükufe şev-herine mütehassırane intizam eden bir ‘arusa benzemez mi?.. İşte şev-heri olan o güzel kelebek eş‘a-i zer-târ-ı âfitaba rakip olmuş geliyor? Hem de diğer bir şükufe ile hem-sâk-ı iltifat olunduğundan dolayı ayakları toz içinde.
Kelebek şükufeye konar… Aralarında ne sır geçerse geçer… Nihayet şükufe mâder olur. Vaktâ ki ertesi gün âfitab tekrar tulu‘ eder… Biçare şükufe dünkü güzelliğinin bir hâtırasından başka bir şeye malikdir!
Recai-zâde: Mahmud Ekrem
[460]
Üdebâ ve Şu‘arâ-yı ‘Osmaniyeden Bir Kısmı
[461]
Üdebâ ve Şu‘arâ-yı ‘Osmaniyeden Bir Kısmı
Âhî
Şuarâ-yı be-nâmdandır. Niğbolu’da tevellüd etmiştir. Yavuz Sultan Selim devrinin edebiyatına revnak-bahş olan efazıldandır. (Hüsre ü Şirin) ‘unvanıyla tanzimine muvaffak olduğu eser – bugün bazı ta‘birât-ı metrukeden sarf-ı nazar olduğu halde- pek şâiranedir.
Gönül âyînedir sevmez gubârı
Gidermez câm-ı Cemşîd inkisârı
[462]
beyti Hüsrev ü Şirin manzumesindir.
Âhî parlak parlak tasvirâtıyla meşhurdur. Hatta sâlifü’z-zikr manzumede tulu‘ı âtideki üç beyt ile pek şairâne bir suretde tasvir eder ki, bedâyi‘-i tabî‘atı tasvir meziyetini yalnız garplılara bahş etmekisteyen bazı şebpere tab‘ân-ı zamanın bu bahşayiş-i na-becâlarının şu‘ara-yı ‘Osmaniyenin letaif-i edebiyesine karşı ne kadar münasebetsiz olduğunu isbat eder:
Meğer bir subh-dem bu zâl-i gerdûn
Sipihrin dâmenin kılmışdı pürhûn
Meger kim vaz‘-ı haml itmişdi nâhid
Anun-çün kan içinde doğdu hurşîd
Doğurdı subh-dem banu-yı devrân
Bir altun başlı sırma saçlı oğlan
[463]
İbn-i Kemal
Üdebâ ve fuzala-yı ‘Osmaniyedendir. Tokat’ta doğmuşdur. Mukaddemâ-yı ümerâ-yı ‘Osmaniyeden iken muahheren tarîk-i ‘ilme dahil olmuşdur. Meşihat-ı islamiyeye kadar irtikâ etdi. Edirne ‘de Taşlık medresesi, sonraları Çelebi ve Üç Şerefeli ve ‘Osmaniye ve Sultan Bayezid medreseleri ve Üsküb’de İshak Paşa medresesi müderrisliklerine ve Edirne kadılığına ve Anadolu kazaskerliğine nail olmuşdur.
İrtihali dokuz yüz kırk senesi şevvalinin ikinci günüdür. Müşarünileyh bir çok mesâil-i dakike ve mühimmeyi hâvî olarak ‘ulemâ-yı Mısr tarafından gönderilen bir kitabı bir gece içinde mutâla‘a ederek sabaha kadar icab eden cevaplarını yazdığı mervidir.
Âsârından bir kısımı:
Tefsir, Hâşiye, Şerh-i Hidâye, Islah u İzah, Tagbir ü Tenkih, Telvîn-i Haşiye, Tecvîd ü Tecrîd, Tehâfüd, Islah u Miftâh, Şerh-i Miftahe Haşiye, Tarih-i Âli-i ‘Osman,
[464] Dakayık’ul-Hakayık, Sahih-i Buhari Şerhi, Meşârık-ı Envâr Şerhi, Tecvimü’z-Zahire men Ahval-i Mısrü’l-Kahire, Rücu’-ş-Şeyhü’s-Sıbah, Mu‘âf, Muhitü’l-Lüga, Nigaristan.
Şiiri manidar ve latif olmakla beraber terakkiyat-i cedide-i edebiyemize nazarn nazar-ı takdir ile görülememek tabi‘i olan bazı nakayısı havi olduğundan müşarünileyhe aid olacak şairiyyet sair meziyyat-ı edebiyesine nisbetle üçüncü , dördüncü derece kalmak lazım gelir.
[465]
Ahmed Paşa
Kazasker Veliyüddin Efendinin sulbünden Bursa’da dünyaya gelmişdir.
Fatih Sultan Mehmed Han-ı sânî hazretlerinin erbab-ı ilm ü irfana has olan teşvikât-ı şahaneleri sayesinde perverişyâb-ı fazilet olanın biri de Ahmed Paşadır.
İşte o sayede hocalarından vezarete kadar irtikâ etmişdir. Müşarünileyh şiir terkibinin mücedditlerinden ‘addolunmağa sezadır. Bir hal-i ye’s-i iştimal içinde Hazret-i Fatih’e takdim etdiği:
Ey muhît-i keremin katresi ‘ummân-ı kerem
mısra‘ıyla başlayan kasidesinden, ihtisasat-ı rakike ashabını eşk-riz-i tesir edecek derecede bedi‘elere tesadüf olunur. Ez-cümle:
Beni hor eyleme kim ‘izzeti sen vermiş idin
Lutfuna olma peşîman ki budur şân-ı kerem
[466]
beyti, nazar-ı em‘ân ile tedkîk olunursa merhumun ehemmiyet-i edebiyesi teslim olunabilir.
Dokuz yüz iki tarihinde vefat etdi.
Ahmed Paşa, İstanbul fethinde Hazret-i Fatih’in ma‘iyet-i cihan-kıymetinde bulunan ‘urefa-yı ‘Osmaniyyedendir.
Her şairi zamanının terakkiyat-ı edebiyesine göre muhakeme etmek lazım ise Ahmed Paşa için “müesses şiir-i terakki” demekle beraber, eş‘ârında görülen bazı imâlleleri, filanları yine zamanını tefekkür ederek nazar-ı musamaha ile görmek lazım gelir.
Eş‘ârından:
Sevdâ-yı zülfü gönlümü Dârâ-yı vakt ider
Yârin hayâli turresi zıll-i hümâ mıdır
***
Bir dil mi kalmışdır o tîr-i gamzeden kan olmamış
Bir cân mı vardır ol kemân ebrûya kurban olmamış
***
Sor dil-i bî-çâremin hâlin perîşân zülfüne
Hâlini bilmez perîşânın perîşân olmayan
[467]
***
Kıldım belâ-yı ‘aşk ile ben mübtelâ sefer
Meşhûrdur ki ‘âşıka yâ sabr yâ sefer
***
Bulut yemînine benzerdi olmasaydı ‘abûs
Güneş zamîrine benzerdi görmeseydi zevâl
***
Cemâlin safhasın açma rakîbe
Önünde kâfirin Kur’an yaraşmaz
***
Yârsız kalmış cihânda ‘aybsız yâr isteyen
***
Zihî tasvir-i bâtıl! Zihî hayâl-i muhâl
***
Bir vakt olur ki dirler oda bir zamân imiş
Ahmed Midhat Efendi
Âsâr-ı ‘âliyye-i hekîmânesiyle bi-hakkın hakîm ü edîb ‘unvanını ihrâz etmiş olan ‘atufetlü Ahmed Medhat Efendi hazretleri, mülkümüzde muhâsin-i hayaliyeyi en evvel meydân-ı intişâre vaz‘ ile dürûs-ı ahlakı hikaye suretinde tedris eden e‘âzımdandır.
[468]
Vakı‘a, terakkiyat-ı edebiyemiz şayan-ı teşekkür bir hale geldiği sırada, değil eli kalem tutanlar, biraz mülahazası olanlar bile bin bir gece ve emsâli hikayelerden adeta iğrenmek derecelerine gelmişlerdi. Letâyif-i Rivâyât’ın zuhuru matbu‘ât-ı ‘Osmaniyede başka bir revnak, başka bir letafet hasıl etdi. Bu külliyatın tevâlisi, şerayit-i esasiyesine muvafık olmak üzere yazılan hikayelerden halkın müstefid olduüunu gösterdi. Hikayeler çoğaldı. Fakat erbab-ı taklidin meydana koyduğu hikayelerin ekseri tercüme, binan-aleyh ahlak-ı milliyemize gayrı muvafık âsârdan ibaret bulunduğu için, bunlar o kadar tesir hasıl edemedi. Mithat Efendi hazretleri ise, hikaye tarzında yazdıkları âsârı bütün ahlak-ı milliyemizi tasvire hasr ederek, bir tarz-ı nevinde izhar-ı tekaddüm etdiler.
[469 ]
Vaktâ ki “Monte Kristo” tercüme ve neşr edildi. Ahlak-ı garbiyye üzerine yazılan bu hikaye fevkal-hayal bir takım tasvirat-ı ‘acîbâneden, mesela bir kuşun kanatları ortasında seyahat eden adamlardan bâhis olduğu halde elbette rağbet (!) kazandı. Midhat Efendi hazretleri “Hasan Mellah”ı bu eseri tanzir etmek üzere yazdı. Fakat Monte Kristo ile Hasan Mellah’ın beyninde ne kadar büyük bir fark var idi! Monte krito, intikam-ı vahşiyanın en dehşetlisini musib gösteriyor, Hasan Mellah ‘alev-i cenâbın hasâil-i insaniye ve daha doğrusu hasâ’is-i islamiyeden olduüunu tasvîr ediyordu.
Midhat Efendi hazretleri yalnız hikaye cihetine hasr fikr etmeyerek, pek ciddi âsâr ile terakkiyat-ı ‘İlmiyye ve hakimemize hizmet etmişlerdir.
Müşarün-ileyhin yüzden mütecaviz olan her eserinden bir misal getirse, intihab edilecek emsâl, Osmanlı Edebiyatı Numuneleri kadar bir kitap teşkil eder.
Yalnız zat-ı ‘atûfiyelerine îfâsına mecbur olduğumuz ihtirâmât-ı mahsusamızı burada da eda ile iktifâ ederiz.
[470]
Es‘ad Paşa
Es‘ad Muhis Paşa diye meşhurdur. Müşarün-ileyh üdeba-yı vüzerâdan idi. Hikmet-i hükümete âşina olduğu gibi şirinde de fevkalâde kesb-i iktidar eylemişdir. Pederi Ayaş Müftüsü Hasan Efendidir.
Bin iki yüz dokuz tarihinde rütbe-i vezarete irtika etdi. Edirne; Konya, Erzurum, Sivas, Musul, Diyarbakır valiliklerinde bulundu.
Lâf-ı da‘vâ-yı enâniyet ne lâzım ‘âkıla
Herkesin ‘âlemde bin mâ-fevkı bin mâ-dûnı var
beytinin kâ’ili iken merhumun bazı azamet-i küsterane ahvaliyle iştihar etmesi garibdir.
Erzurum defterdarı iken Bağdad’a tahvil-i memuriyet eden Kurbî Efendinin hîn-i ‘azimetinde paşa:
Bu‘diyet mesâfesine etmeyüp nazar
Kurbi Efendi ‘âzim-i Bağdad olup gider
beytini söylemişdir.
[471]
Merhumun:
Halk-ı ‘âlem bi’t-tab‘-ı hubb-ı vatan mecbûrıdır
Bin gülistâne değişmez bûm bir vîrâneyi
beytini hâvi olan gazelini tanzir etmek isteyenlere karşı:
Nev-hevesler kim ider tanzîr-i şi‘r-i kâmilân
Sohbet-i sadra karışmak gibidir dehlîzden
demişdir.
Müşarünileyh:
Dembedem yâda gelir çeşm-i siyeh-kârın ucu
Dile gûyâ dokunur hançer-i hunhârın ucu
Yakasın dest-i melâmetde komaz ‘âşık-ı zâr
Yed-i imkânda iken dâmân-ı inkârın ucu
beyitleri ne kadar ‘âşıkâne ve:
Kıymet ü kadr-i hayâtı pederi bilmeyene
Bildirir sonra zamâne ne imiş kıymet-i eb
beyti ne kadar hakîmânedir!
[472]
Esrâr Dede
Şu‘arâ-yı Mevleviyenin ser-âmedânındandır. Galata Mevlevihânesi dervişlerinden idi. Meşhur Şeyh Gâlib’in hem-demlerindendir. Eş‘âr-ı ‘âşıkânesi hüzn ile perverişyâb-ı rabt olan bedâyi‘-i latifedendir.
Bin iki yüz on bir tarihinde vefat eylemişdir. Müverrih-i meşhur Sururî, hazret-i Esrâr’ın vefatına:
Hayflar göz yumup Esrâr Dede sır oldı
mısraını tarih düşürmüşdür.
Müşarun-ileyhin vuku‘-ı vefatı hem-bezm-i enîsi olan Seyh Galib’de büyük bir tesir hasıl etmiş ve:
Kan aglasun bu dîde-i der-bârım aglasın
Ansun benim o yâr-i vefâ-dârum aglasun
Çeşm ü dehân u ‘ârız u ruhsârum aglasun
Başdan başa bu çeşm-i siyeh-kârım aglasun
Agyârum aglasun bana hem yârim aglasun
Gûş eyleyen hikâyet-i esrârım aglasun
Nâdîde bir güher telef etdüm dirig vâh
[473]
Hâk içre defn idüp geri gitdüm dirîg vâh
bendiyle başlayan mersiyeyi söyletmeye sebebiyet vermişdir.
Esrar Dede’nin üç beyti:
‘Âşıkum ahvâlime bakmaz habîb
Hasteyüm derdüm suâl etmez tabîb
Seherde seyre geldi bâga cânân
Neler seyr eyledi bîdâr olanlar
Geh Zelîhâ derim gehî Yûsuf
Cümlesinden merâm cânândır
[474]
Ekrem Bey
Kendisinden bahs etmek istediğim şair, tasvirat-ı rakikasını çiçekler içinde, jaleler arasında baharın ezhar-ı rengarengi altında perver-şiyab-ı letafet eyleyen, hissiyat-ı kalbiyenin tercüman-ı hüzn-efzası olan şiirleriyle ruhları ‘amîk bir sıretde müteessir eden Recai-zâde Mahmud Ekrem Bey Efendidir.
Ekrem Bey ‘ulviyet-i tasavvur, rikkat-i beyân, nezaket-i hiss gibi her şair için elzem olan mehâsin-i tabi‘iyyeyi cami‘dir.
Mekteb-i mülkiye-i şahane edebiyat muallimlerinden bulunduğu sırada, Ta‘lim-i Edebiyat namıyla, Üstad Ekrem’i ilelebed yad etdirecek bir kitap vücuda getirmişler, ve bu kitapda edebiyatı bir çok esâlibe taksim ederek, Osmanlı edebiyatını taht-ı intizama almışlardır.
Ekrem Bey şiir yazar, bir halde, ki mesela tasvir etdiği hilal, seherin ruhun en derin yerini müteessir eden sükutu arasında, mülevven bulutlar içinde arz-ı didar ediyor, sanılır.
Ekrem Bey nesir yazar, bir halde ki mesela tavsif etdiği
[475] bir mehtab, bin türlü renkler, bin türlü ziyalar içinde ebdiyetden semaya semadan kağıda aks etmiş zannolunur.
Ekrem Bey, gerek edebiyat-ı atikaya, gerek edebiyat-ı cedideye muvafık olsun her iki cihetde nesir, şiir yazarak, iktidarını isbat etmiş dehaetdendir.
Kendisi edebiyat-ı sahihamızın mücedditlerinden, ve tarz-ı nevin-i edebin muhassenatını birkaç kişiyle beraber hepimizden evvel hissedenlerdendir.
Müşarün-ileyhin âsâr-ı matbu‘âsı şöyledir:
Ta‘lîm-i Edebiyye- Atala Tercümesi- Birinci Kısım Zemzeme- İkinci Kısım Zemzeme- Üçüncü Kısım Zemzeme- Nağme-i Seher- Vuslat- Afife Anjelik- Nâçiz- Takdir-i Elhan- Tefekkür- Yadigar-ı Şebab- Kudemadan Birkaç Şair- Me-Prizon- Muhsin Bey-
Ekrem Beyce şiir, hissiyatın yanık vaveylalarını, kalbin hazin hazin feryatlarını kağıda aksetdirmek için, şafağın aydınlıkları altında, güllerin jaleleri arasında tabiatın sisleri
[476] içinde nagamat-ı bülbülâneye başlamak; ruha lisan vermekdir! Bir kadının ihtizazlı sadasını, çiçeklerin içinden meşâmı ta‘tîr eden nesîm-i dil-nüvazın ıslığıyla zalâm arasındaki âşiyânesinin üstünde uyuyan dermansız bülbülün nevehâtıyla çemenistanın kenarını gümüş zincire rabt eden derenin çağıltısıyla mecz etmek, şu cihetle nâfiz bir âhın hissi hâsıl eylemekdir! Soluk bir yaprağın ruy-ı zerdinden bir müteverrimenin reng-i hüznünü, güneşin ilk ziyasından bir saçın târ-ı zerrinini iktibas eylemek, bir hazâne, bir zulmete karşı ağlamak, bir bahara, bir nura karşı tebessüm-nümâ olmakdır!
‘Âlem-i edebiyatımızda şair-i nezahat-perver Ekrem Bey gibi, hissiyat-ı rakikayı hüzn ile imtizac etdirip ruha lisan verecek, gözyaşlarının her damlasını bir şiir-i beliğ suretinde gösterecek bir edip lazım idi.
Kerem Beyce şiir namı, pek başka türlü, fakat hissiyat-ı kalbiyeye pek muvafık olarak telakki olunmuşdur.
Semanın bulutu, denizin fırtınalı olduğu bir dakikada deniz kenarında köpükler içinde kalan bir taşın üstüne oturup, ufukda dağılan vapur dumanları arasında süzülen yelkenin türediğini, afakı nurdan bir kurdaleye rabt eden şimşeği istirahat-ı vicdân
[477]ile temaşaya dakan bir şair-i müstağrakı gördüğü anda bu manzarayı uzun uzadıya tasvir etmek ister!
Bir nihalin güneşin ziyasına hâil olan yaprakları altında oturup güneşin tulu‘unu, sahranın letafetini, bulutların uçuşunu çiçeklerin rengini, kelebeklerin şetâretini seyr eden, derenin çağıltısını, kuşların cıvıltısını, rüzgarın iniltisini, dinleyen iki sevda-zede-i hayran, bir aralık leb-ber-leb ünsiyet olarak, gözleri, vecd ü istigrakı nâşir ve semaya mün’atıf olduğu halde, kalplerine sevda nakl etdikleri nazarına tesadüf ederse, semevât-ı iftirakın mailliği içinde uçan bir melek kanadının fikrine dokunduğunu görür gibi olur!
Bir hazan rüzgarının takib etdiği ölgün yaprakların, teşrin-i sânînin soğuk nefesi altında yapraksız kalan ağaçların şitâ kuşunun- kar dedikleri- beyaz kanadı altında kaldığını, garib derenin buzlar altında hazin hazin akdığını hisseder etmez- bir tesir-i mechule tabiatıyla- ağlar!..
Baharın şetaretli bir sabahında gökden yağan jaleler arasında ortalığı ihata eyleyen sisler içinde yazı yazmasını pek sever! Yine öyle bir bahar sabahında, çıplak vücudunu seher bulutu kadar
[478] hafif bir tüle saran peri kıyafetli, melek çehreli bir kadının suya daldırdığı mini mini elinin nazik küçük parmaklarından damlayan saf berrak katreleri gözyaşlarına benzetir!
Bir kemanın tellerinden intişar eden boğuk bir sadanın bir kadının yüreğinden gelen titrek ahenk ile imtizac etmesi gönlünü tatlı bir halecan ile doldurur!
Puster-i ismetinde gunûde olan bir kadının, vicdanından çehresine aks eden envâr, fikrini ‘amîk bir suretde müteessir eder.
Meziyeti hazin hazin bakışlardan ibaret olan iki mahmur, güzel göze karşı a‘sâb-ı kalbiyesinin en derin bir noktasında bir tesir, bir acı hasıl etmesini müteakib ruhunun o güzel gözler içinde titrediğini müşahede eyler!
Bir kadının şefkat ü muhabbetden ibaret bir tebessüm, raks ve hüznünden mürekkeb bir nigah, hiss-i sevdadan ibaret bir sada ile “seni severim.” Demesinde büyük bir letafet derin bir rikkat bulur!
Yağmur yaprakların üstüne damlayıp da, hafif bir gülü, ezhar-ı sevda yetişdiren kalbinin üstüne- şafakdan bahş olunmuş bir nişan-ı melahat gibi- ta‘lîk etmesi, hissiyat-ı ‘âşıkanesini dalgalandırır!
[479]
Şebtâr-ı sükûta daldığı, havfın teneffüs edildiği saatlerde ormanın çamları içinde muttaıl br ism yad ederek ağlayan bir hasret-zede sevdasına dokunur. Kendisine, altın rengindeki bulutlar içinde uçduğunu gösteren bir rüyadan uyandıkdan sonra hisseder ki gözleri yaşlar içinde kalmışdır!
Bir güzellik kendisiniteshir eder, bir muhavere-i ‘âşıkane ona tesir eyler! İşte bunun için Ekrem Bey şairdir!
Bu şair demek ister ki güzel bir vücudun toprak içinde gösterdiği çehre-i igbirar kadar hazin bir şey olamaz. Bir leyl-i mehtab, bir sevda-yı sabahîdir! Mev‘ud-ı mülakatda bekleyen bir zavallının kalbinde halecan gibi bir halecan, gözündeki yaş gibi bir yaş ancak müddet-i ömründe bir kerre vücuda gelir! Bir güzel başın nazik eller içinde zemin-i tefrike düşmesi, ruhun sükutudur! Jaleler içinde bir sünbül, bazen yağmurlu bir semadır! Çocuğun masumane tebessümünde açılan güneş, keder ü felaket buzlarını bir saniyede eritir!
İşte Ekrem Beyin söyledikleri bunun için şiirdir!
Müşarünileyhin bazı eşarı:
Vaktâ ki gelüp bahâr… yekser
Eşyâda ‘ayân olur tegayyür,
[480]
Vaktâ ki hezâr ‘aşk-perver
Yapraklar ile idüp tesettür
Bilmem kime karşı hasretinden
Başlar nev-hâta bî-te’ehhür
Kıl gökyüzünün letâfetinden
Sâfiyyet-i ‘aşkımı tahattur
Yâd et beni bir dakîka yâd et
Bir leyl-i sükûn-nümâda tenhâ
Oldukça neşîminin serâb
Kıl çeşmini ‘atf-ı semt-i bâlâ
Sevdâlar içinde nûr-ı mehtâb
Oldukça derûnuna gam-efzâ
Eyle o geçen demi tezekkür
Pîş-i nazarında sath-ı deryâ
Etdikçe temevvüc ü tenevvür
Yâd et beni bir sâkitâne yâd et
[481]
Vaktâ ki sabâha karşı nâ-gâh
Bir zevrak içinde tek bir insân
Hasretle çekip bir âteşîn âh
Titrek ses ile olur gazel-hân
Ol âh-ı hazîn-i ‘âşıkâne
Ol gamlı terâne-i tahassür
Bî-şüphe edince kalb ü câna
Yâd et beni gizli gizli yâd et
Bir kalb-i rakîk-i nâ-tüvanla
Firkatde ne çekdiğim bilinmez
Hicranla sitemle imtihânla
Ammâ ki vefâ-yı dil silinmez
Sevdimse seni bu yolda sevdim
Sensin bana mâye-i tefekkür!
Ezkâr-ı muhabbetin tekerrür…
Yâd et beni sen de gâh yâd et
[482]
Vaktâ ki hulûl edip de eylül
Müstagrak-ı hüzn olur tabi‘at
Vaktâ ki bir igbirâr-ı mechûl
Eyler dilini esîr-i kasvet
Seyret o sehâbeyi semâda
Ettikçe hazîn hazîn takattur
Bir rikkat ile hilâf-ı ‘âde
Şâyet ola yaşla gözlerin pür
Yâd et beni ol zamânda yâd et
Vaktâ ki durup şu kalb-i gam-nâk
Toprakda nihân olur vücûdum
Vaktâ ki dolup dehânıma hâk
Şevkinle tamâm olur sürûrum
Tenhâ gecelerde bir hayâlet
Manzûrun olunca bit-tahayyür
Yum çemini bâ-kemâl-i rikkat
Bed-bahti-i ‘aşkım et tasavvur
Yâd et beni gamlı gamlı yâd et
[483]
Ta‘lîm-i Edebiyye’den:
Bir damla göz yaşı bazen bir burhandan kutludur!
Müşarün-ileyh hazretleri, Şatobiryan’ın (Atala) ‘unvanlı eserini tercüme etdikleri zaman, edebiyatın bu derece terakki etmediği bir zamana kendilerinin de gençliğine tesadüf eylediğinden, o kadar güzel tercüme eylemediğini söylerler.
(Me-Prizon) tercümesi için de bu rivayet vardır.
Birinci Kısım Zemzeme
Cennetden uçup semâya bir hûr
Burc-ı hamele tekâbül etmiş
Yâhûd ki düşüp zemîne bir nûr
Kız sûretine temessül etmiş
Bir nazlı kuzu olunca manzûr
Âmîzişine temâyül etmiş
Göğsünde tutup o nev-hayâtı
Eyler şu zeminde iltifâtı
Ey süd kuzusu! Vefâ güzîn ol
Kaçma o kadar seni sevenden
Çık sîneme çık da dil-nişîn ol
[485]
Kes rağbetini biraz çemenden
Terk eyle tehaşşi-i emîn ol
Gelmez sana bir hasâr benden
İkinci Kısım Zemzeme’den
Fâhirem! Dört buçuk yaşında senin
Yaraşır mıydı toprağa bedenin
Gömlegin çâk idüp yaman eller
Biçdiler cismine göre kefenin
Şimdi ıslak durur sirişkim ile
Koklayıp öpdügüm o pîrehenin
Söyle yalnız mısın ciger pârem
Isıdan yok mu hâk içinde tenin
Bülbül-i nâtıkan neden susdu
Soldu mu âh gonce-i dehenin [485]
Üçüncü Kısım Zemzeme’den
Bir kerrecik daha görün ey nûr-ı çeşm ü cân
Öldürdi hasretin … beni öldürdi hasretin
Nağme-i Seher’den
Meclis-i vaslında giryân oldugum ma‘zûr tut
Bir tabî‘atdır ki kalmış gam zamânından bana
[486]
Antakyalı Münîf
Bin yüz kırk tarihinde kesb-i iştihar eyleyen şu‘arâ-yı benamdandır. Bu tarihde rütbe-i hâcegânîyi ihrâz etmişdi. Bir zaman sonra maliye tezkireciliğine geldi. Şairin başlıca müşvik-i tabi‘atı olan defterdar-ı evvel ‘Âtıf Efendinin vefatı pek ziyade tesirini mucib oldu. Bu cihetle inzivâyı ihtiyar etdi.
‘Âtıf Efendinin vefatından bir iki ay sonra vefat etmişdir.
Münîf’in üç beyti:
Diyem ser-rişte-i maksûdı ehl-i câhdan bulsun
Gönül esbâba itmez ilticâ Allahdan bulsun
***
Âh kim eylesem de seyr-i behişt
Bir nihânî azâb var dilde
***
Görmedim rûy-ı safâ ‘âlemde
Bulmadım bûy-ı vefâ âdemde
[748]
Bâkî
Sultan Süleyman-ı evvel devrinde mevki‘-i edebîsini te’mîn eden ve parlak bir şöhreti hâ’iz olan Bâkî, dokuz yüz üç tarihinde İstanbul’da doğdu.
Feyyâz-ı kudretin bahşâyiş-i ilâhisi olan istidâd-ı fevkalâdesi hasebiyle saraç çıraklığından sadaret-i ‘uzmâ-mesned-i celiline irtikâ etdi.
Bâkî’nin hemen her şeyden ziyade cinasa temayül etmesi, ve bazı eski – fakat güzel- mazmunlarla nağme-pervaz olması bir şaire:
Ammâ yine ba‘zı köhne ta‘bir
Bâkîde ider derûnı tekdîr
dedirmiş ise de, bu (köhne ta‘bir) nakâyısı zamanın terakkiyat-ı edebiyesine ‘atf olunmak lazım gelir.
Bâkî’nin ‘işret-i perverâne tahayyüllerine nazaran kendisini Türklerin Hâfız’ı ‘addetmek de müsteb‘ad olamaz.
Hoş geldi bana mey-gedenin âb u hevâsı
Billah güzel yerde yapılmış yıkılası
[488]
matla‘-ı meşhuru da bunu isbât eder.
Meşhur mersiyesindeki:
Gerdûnı dûna zâr u zebûn oldı sanmayın
Maksûdı terk-i câh ile kurb-ı ilâh idi
ve:
Âhir çalındı kûs-ı rahîl etdin irtihâl
Evvel konagın oldı cinân bostânları
beyitleri, ve bir gazelinde nazar-ı takdir-i şairâneyi celb eyleyen:
Seni Yûsufla güzellikde sorarlarsa bana
Yûsufı görmedim ammâ seni ra‘nâ bilirim
beyti âsâr-ı ‘âliyye-yi şairânesinin ehemmiyetini irâe eder.
Nef‘î bile şuarâ-yı eslâfa o kadar nazar-ı ehemmiyetini ‘atf etmemiş iken Bâkî’yi takdire mecbur olmuş ve hatta bir kasidesinde:
Bu mahalde ‘aceb evsâfına cusbân görünür
Nola bu beytini Bâkînin idersem tazmîn
diye Bâkî’nin bir beytini tazmin etmişdir.
[489]
vefatı bin sekiz tarihindedir.
Bâkî’nin âsârı:
‘Arabîden mütercim üç kıt‘a eser.
Divân-ı Eş‘âr
Hazret-i ‘eyyüb’den mervî ehâdis-i şerifeyi câmi‘ mecmu‘a.
Mevâhib-i Ledünniye.
[490]
Belîğ
Yenişehr-i Fener’de perveriş-yâb-ı kemal olan meşâhir-i şu’arâdandır. Bin yüz yetmiş iki tarihinde Eski Zara’da vefat etmiştir. Beliğ parlak parlak tasvirâtı, nazik nazik teşbihâtı ile biraz Nedim’e benzer.
Ezcümle kudemâ-yı şu‘arânın bir çok mehtab gazelleri divanları doldurmuş olduğu halde bu gazelleri ihtiva eden ebyâtın içinde Beliğ’in zâde-i tâb‘ belagat-ı perveri olan:
Giyüp bir al eteklik hâleden meydâna ‘azm etmiş
Semâda Mevlevî âyînini tasvîr eder mehtâb
beyti gibi parlak bir parçaya tesâdüf olunmamışdır.
Müşarün-ileyhin Hamam-nâmesi meşhurdur.
Bu manzumede şöyle güzel bir tasvirde bulunur:
Sarılup fûta-yı müşkîn bele ber-vefk-i merâm
Münhasif oldı yine nısfına dek mâh-ı tamâm
derd-i âzmâ-yı ruzgardan olduğunu:
[491]
Erbâb-ı kemâlin yeri hâkister-i gamdır
Hâk üzre düşer mîve kemâliyle olunca
beyti ile gösterir.
Teşbihat-ı ‘atika tarafdârânına göre, Beliğ’in:
Gamze-i yâre dokundum sorar elbetde rakîb
Ne yalân söyleyeyim destimi hançer kesdi
beytiyle:
Gelüp hatt işte seyrângâh-ı ‘âm oldı o bâg-ı hâs
Sana kim didi kim boz öyle gülzârı çemenlik yap
beyti mazhar-ı takdîr olur sanırım.
Divanı matbu‘dur.
[492]
Pertev Paşa
Rumeli beylerbeyi idi. Timur Fennî Efendi’nin mahdumudur. Erzurum’da doğmuş, Kostantiniye’de vali iken vefat etmişdir.
Vefatı bin iki yüz doksan tarihine tesadüf eder.
Âsârı Itlaku’l-Efkâr fi ‘Akdâlü’l- Ebrâr, ‘Av‘ave ve Fransızcadan mütercem ve müntehab birkaç manzumeden ibâretdir.
Tarz- ‘atik üzere yazdığı muharrirat u eş‘ârı iyi değildir.
Eğer sağ olaydı meziyet-i edebiyeden edebiyatımız pek çok istifade edecekdi.
Itlakü’l- Efkarı hakîmâne yazılmış bir eser-i ber-güzidedir.
“Tıfl-ı Nâ’im” unvanıyla Viktor Hugo’dan tercüme etdiği manzumeden:
Emvâc-ı reşâşe rîz-i nagme
Esvât-ı tarab-fezâ-yı ninni
[493]
Ebhâr ki mevc-hîz-i nagme
Her nagmesi bir edâ-yı ninni
Salmış pederi o mülke iclâl
Kuşlar gibi mâderi açar bâl
Her rişte virir sadâ-yı ninni
Envâ‘-ı sûr-ı hezâr-ı ma‘na
Mir’at-i hayâline virir ferr
Ezhâr u çemenle vird-i ra‘na
Etrafını eylemiş mu‘anber
Ka‘rındaki nûr nücûm-ı seyyâr
Mevc-âver-i feyz olunca her bâr
Cevherle dolar sevâhil-i zer
[494]
Sâbit
Bosna’da Öziçe kasabasında tevellüd etmiş bir muktedir şairdir. Hizmet-i niyâbetinde bulunmuş, Mevleviyete nâil olmuşdur.
Vefatı bin iki yün yirmi dört tarihindedir.
Âsârı:
Divan – Hamse – Zafer-nâme – Edhem ü Hümâ
Dil-i âhen-sıfatı âteş-i ‘aşka bedel it
Ala gör lâzım olur eski demirle kibrit
gibi ebyatı durûb-ı emsâl sırasına geçmişdir.
Sâbit Bosna kadısı iken vâliye şu kıt‘ayı takdim etmişdir.
Kaldık derûn-ı mahkeme-i tenk ü târde
Leyl ü nehârı seçmege bir âlet isteriz
İmsâk derdimiz de var ammâ fıtûr içün
Vakt-i gurûbı bilmege bir sa‘at isteriz
Saat geldiği vakit:
[495]
Vakt-i iftârda şimden sonra
Şekkimiz kalmadı sa‘at geldi
demişdir.
Vezirân biri Sâbit’e bir kürk ihsan ederek, bu beytin inşadına sebeb vermişdir.
Yine semmûr bir boy kürki giydim bezm-i lutfunda
Boyumca âsaf-ı dehrin bu gün ihsânını gördüm
[496]
Cevdet Paşa
‘Ulemâ ve fuzalâmız beyninde kendisi için bir mevki‘-i hürmet te’min eden üdebâmızdan biri de Cevdet Paşa hazretleridir.
Müşarün-ileyh bin iki yüz elli beş tarihinde İstanbul’a gelerek ‘ulûm-ı ‘âliyyeyi tahsilden sonra bin yüz elli altmış senesinde meclis-i ma‘arif a‘zası meyânına dahil olmuşdur.
Mühim ve büyük memuriyetlerde bulunmuşdur.
Tarih ü Kısas-ı Enbiya’sı âsâr-ı ‘âlîyesindendir.
Lebi cân tâzeler bîmâr çeşmi cân alır Cevdet
O şûha dil veren dil-hasta her an aglasun gülsün
***
Yârin vefâsı yok dil-i agyâr kîne-cû
Cevdet ‘azîmet itmeli ‘uzlet diyârına
***
Şâne-i zülf-i suhendir i‘tirâz
gibi kudret-i şairânelerini gösterecek âsâr-ı ber-güzîdeleri vardır.
[497]
Cevrî
Onuncu ‘asr-i hicrîde yetişen şu‘arâmızdandır. Hüsn-i tabi‘at-ı şairânesine hüsn-i hatt-ı üstâdânesi inzimâm etmişdi.
“Hall-i Tahkîkât” “’Aynu’l- Füyûz” “Mesnevî-i Şerfin Kırk Beytinin Tercümesi” “Divan”ı âsâr-ı şâirânesidir.
“Cevrîyi memûn-ı lutf ide cenâb-ı Girdigâr”
mısra‘ı nâtık olduğu üzere 1065’de vefât etmişdir. Eş‘ârı rakîk, hissî, garîbâne, ‘âşıkânedir. Müşarün-ileyhin:
Olmazsa gamzen dem-â-dem yâr ü hem-dem çeşmine
Mülk-i fitne böyle olmazdı müsellem çeşmine
matla‘lı gazeli meşhurdur. Bu gazel:
Ol nigâh-ı fitne-engîze hezârân âferîn
Fenn-i sihri ögredir hem gamzene hem çemine
gibi ebyât-ı latifeyi hâvîdir.
Cevrî’nin iki gazeli:
[498]
Mest oldı yine gönlüm sahbâ-yı muhabbetle
Âşufte dimâg oldum sevdâ-yı muhabbetle
Geh ‘arbede-i dilber geh işitelim agyâr
Bilmem ne ola hâlim gavgâ-yı muhabbetle
Âdem nice meyl itmez ol gamzeye kim olmuş
Her işvesi perverde ma‘nâ-yı muhabbetle
Cevrî nigeh-i yâre can virmede bî-bâk ol
İsbât-ı vücûd eyle da‘vâ-yı muhabbetle
***
‘Âlem şükûfte bâg-ı müferrih hevâ latîf
Diller küşâde nefha-i bâd-ı sabâ latîf
Bin gonceyi küşâde ider bir nefesde bâd
Olmaz mı hiç böyle dem-i dil-güşâ latîf
Etrâf baga kılmada neşr-i şemîm-i gül
İtmekde rûhı râyiha-i cân-fezâ latîf
Mir’ât-ı cûybârda yok zerrece keder
Her sînede görünmede rûy-ı safâ latîf
[499]
Mürgân terennüm eylemede her makamdan
Nakş-ı bahâr u dil-keş ü savt u nevâ latîf
Zikr-i lisân-ı bülbül-i gülzâr-ı yâ Vedûd!
Vird-i zebân-ı ma‘na-yı ezhâr-ı yâ Latîf!
[500]
Hâmî-i Amidî
“Âmidî”nesebinden de anlaşılacağı üzere pek muktedir şâirlerden olan müşarün-ileyh Diyarbakırlı’dır.
Bazı vüzerânın divan katipliklerinde bulunmuş ve matbu‘ divanıyla ebkâ-yı nâm etmişdir.
Diyarbakır’daki gümüş madeniyle Mihrab yoluna âşinâ olanlar Hâmî’nin:
Bak matla‘-ı ebrûsuna öp gerden-i sâfın
İn maden-i sîm üstüne mihrâb yolundan
beytindeki letâfeti takdir ederler.
Bir gazelinde:
Virmek istersen cihanda nâm-ı mânend-i nigîn
Merkezinde göster istihkâm-ı mânend-i nigîn
Ki çıkar nakşın beyazı ki olur rûyın siyâh
İtme râzın her kese i‘lâm-ı mânend-i nigîn
Vefâtı 1160 tarihine tesâdüf ediyor.
[501]
Hakkı Bey
Muktedir şairlerden ‘Avni Bey merhum tarafından:
Ammâ ki bu tarîf olunan şâir-i mâhir
Nâdir bulunur cevher-i nâ-yâb-ı zamandır
Üstâd-ı suhen hazret-i Hakkı Bey efendi
Kim zâtı vücûd-ı hünere rûh-ı revândır
Teşbîhi hatâdır sözünü cevher-i câna
Teşbîhi hatadır didigim sehv-i lisândır
Bir rütbede pâkîze kim eş‘âr-ı selîsi
Firdevs-i hakîkatde revân âb-ı revândır
Nazmında ne hâlet bu ki bir kez okuyanlar
Vâreste-i nâz u sitem-i pîr-i mugândır
Yok kuvvet-i ma‘nâda o ‘İsâ-deme hem-tâ
Var ise yine Nef‘î-i şemşîr zebândır
İ‘câzını Allah bilir inkâr edemezler
Ol tâ’ife kim münker-i Rabb-i dü-cihândır
Dîvânını tertîb ile mânende-i şevket
[502]
Tab‘ınca da izhâr-ı şükûh etdigi şândır
Dîvân-ı celîlinde tasâvîr-i me‘ânî
Saf-beste-i ta‘zîm durur cünd beyânında
Mecmu‘a degil câmi‘-i esrâr-i felekdir
Dîvân degil âyîne-i gülzâr-ı cinândır
Her beyt felek rif‘ati bir Ka‘be-i tahkîk
Her mısra‘ı bir zemzeme -cây-ı cereyândır
Sitâyiş-i şairânesiyle, be-hakk-ı kadri takdîr edilmiş olan Hakkı Bey, nazar-ı teveccühünü, kudemâ-yı şuaramız içinde herkesden ziyâde Nef‘î’ye ‘atfederek, o yolda âhenk-dâr şiirler husûle getirmeye gayret etmiş ve kasidede heman Nef‘î’ye yetişip, iktidârını herkese tanıtmışdır. Eski, şairlerimiz arasında Nef‘î’yi taklid etmek isteyenler pek çok gelmiş ve hemen hiç biri buna muvaffak olamamış iken Hakkı Bey bu yolda temin eylediği muvaffakiyet – denilebilir ki- şâyân-ı hayretdir.
Yazdığı kasidelerdeki selâmet-i ifadeye bakılınca, Nef‘î’nin:
Düşde fikr eylerim evsâfını bîdâr olıcak
Bulurum levh-i hayâlimde ser-â-ser bî-reng
[503]
Sonra tasvîr idüp âyîne-i endîşemde
Hem yazar hem tutarım nagme-i kilke âheng
Kıt‘asının- Nef‘î müstesnâ- herkesden ziyâde Hakkı Beyin lisânına yakışacağı teslÎm olunur.
Hakkı Bey, İsmail Paşa nâmında bir zatın oğludur. Tarih-i velâdeti, bin iki yüz otuz sekiz sene-i hicriyesi olduğuna nazaran şimdi yetmiş bir, yetmiş iki yaşında olmak lazım gelir.
Bir müddet Evkâf-ı Hümayun Hazine-i celilesine müdavemet etmiş ve istidâd-ı hüdâdâdı tâ küçükden beri edebiyatda o zamana göre mühim bir mevki‘ ihzaz eylemekliğine sebep olmuşdur.
Samî Paşanın delaletiyle huzur-ı padişahiye takdim olunan ve ‘asrın fethine dair olan kaside mukabilinde maaşı tezyidi olunmuş ve mazhar-ı iltifat-ı tâcdârî olarak, kesb-i sa‘âdet eylemişdir.
Vâhayfâ ki sonradan hicve mübtelâ olarak, bir aralık hicv söylemeğe tövbe eylediği halde, pek çabuk nakz-ı ahd eyleyüp bilâhere zihnine fenalık getirmiş ve şimdi Üsküdar’da, pek derbeder ve perişan bir suretde imrâr-ı hayat etmekde bulunmuşdur.
[504]
Eş‘ârından:
Ey şehenşâh-ı kader kudretine layıkdır eger
Padişâhân itseler dergâhına vaz‘-ı cebîn
Tâc-bahş-ı serverân sultân-ı gerdûn âsitân
Mâlik-i mülk-i cihân ârâyiş-i taht u nigîn
Dâver-i ‘arş-âsitân kim irtifâ‘-ı şân bulur
İstinâd-ı dergehiyle Hüsrev-i hâver mekîn
Safder-i Haydar mu‘âdil kim çeker şemşîrine
Sidre-i a‘lâda gülbang-ı kasem rûhü’l-emîn
Şâhid ihsânına dîvâne-i hurşîd-i münîr
Şu‘le-i ‘irfânına pervâne rûh-ı ‘ârifîn
Mezra‘-ı lutfundan eflâk-ı ‘anâsır hoşe-cû
Hırmen-i cûdundan ervâh-ı mücerred dâne-çîn
Fikr-i hallâl-i umûr-ı müşkilât-ı kâ’inât
‘Aklı üstâd-ı mu‘allim-hâne-i ’ilme’l-yâkîn
***
Hâne-i agyârdan gayre tenezzül eylemez
Bir hümâdır ol perî ammâ ki süflî âşiyân
[505]
Öyle me’yûs-ı vücûduz bu elem-hânede kim
‘Adem-i bin dil ü cân ile temennâ ederiz
***
Mümtenig dâgıma merhem o kadar mehcûrum
‘Âleme gelse idim ‘asr-ı Mesîhâda bile
Sende bu vahşet ü bende var iken bu tâli‘
Göremem ben seni ey meh gice rüyâda bile
***
Hakkı dirîg mahzen-i idrâk u fazl iken
Yıkdı benim de çarh-ı denî hânümânımı
[506]
Hâkânî
E‘âzım-ı şu‘arâmızdandır. Mehmed Bey ‘unvanıyla yâd olunmuş. Müşarün-ilyehin “Hilye”si enfes âsârındandır.
1015 tarihinde vefat etdi.
Hiyesinden:
Sevdi ol nûrı habîbim didi Hakk
Oldı dîdârına ‘âşık-ı mutlak
***
Nice pâkîze suhandan sonra
Fahr-ı ‘âlem didi benden sonra
Hilye-i pâkimi kim görse benim
Ola görmüş gibi vech-i hasenim
***
Ki zuhûr eyler idi ol gül-i âl
Hıl‘at-i surh ile hurşîd misâl
[507]
‘Ayn-ı a‘lâsını gâh u bî-gâh
Gayre bakdırmaz idi ‘aynullah
Eylemişdi anın elhak-ı sâni‘
Tıg-ı müjgânını nass-ı kâti‘
Tıg-ı tevhid idi ebrû-yı resul
Görünürdi iki seyf-i meslûl
La‘l-i cân-bahş olunca gûyâ
İmrenirdi lebine âb-ı bekâ
[508]
Hızır Aga-zâde Sa‘îd Bey
Enderun-ı hümâyundan yetişen ve:
Sebz-i hatt-ı ruhunla eğlenirim
Hızr Aga-zâdeyim yeşillenirim
matla‘-ı meşhurunun sahibi olan Sa‘îd Bey, eş‘âr-ı âşıkânesiyle bir mevki‘-i mümtaz ihrâz eden kudemâdandır.
Bin iki yüz elli senesinde vefat etdi. Başka bir yerde dahi söylemiş olduğumuz vechile, üdebâ ve şu‘arâmızın mufassal teracim-i ahvalini kariben yazacağımızdan şimdilik hazret-i Sa‘îd’in eş‘ar-ı dil-pezîrinden birkaç misal ‘arzıyla iktifâ ederiz:
İtmedi gitdi eser nâle-i cân-gâh sana
Merhamet vermedi mi hazret-i Allah sana
***
Çeşmine da’ir olan sohbeti tez geçmelidir
O bir okdur ki ucı ‘âşık-ı şeydâya deger
***
Sukûtı bilmediginden degil edebdendir
Eger çi söylemez amma neler bilir ‘âşık
***
Olmasam zinde eger derd-i nihâlinle senin
Kendimi yok bilirim fikr-i dehânınla senin
[509]
***
Olmamış yâr senin hâline âgâh gönül
Gayri yardımcın ola hazret-i Allah gönül
Çekdigin derd ü gamı bilmez idim ben evvel
Acıdım şimdi sana vâh gönül vâh gönül
Vâdi-i ‘aşkda zulmetde niçün kalmışsın
Söndü mi meş‘ale-i âh seher gâh gönül
***
Bana yâr itdi devâdır demi takrîre göre
Çok büyük lutf u ‘atâ bendeki taksîre göre
Hâbda gözlerin öpdüm didi ‘ayn-ı vâki‘
Vâkı‘â itdi zuhûr itdigi ta‘bîre göre
[510]
Ruhuna gül diyene ben nice gülmem zîrâ
Gül dimek pek kaba zihnimdeki tasvîre göre
***
Ne hâletdür bu ey dünyâyı yokdan var iden Allah
Gözümde katredür ‘âlem dehân-ı yârı andıkça
***
Ne dünyâ var ne ukbâ var ne hubb-ı câh var dilde
Hemân bu nâliş-i yâ hazret-i Allah var dilde
Nedendir bendeki sûziş nihânı ben de bilmem âh
‘Acep ‘âşık mı oldum gizli gizli âh var dilde
***
Bakışı başka fürûgı deger envâr-ı latîf
Benzemez pertev-i hüsnün güneşin pertevine
***
Cemâl-i pâkine mecbûr bir dil bir de âyine
Yüzünden dâimâ mesrûr bir dil bir de âyine
Hüdâ hıfz eylesün dest-i hakâretde kırılmakdan
Nigâh-ı lutfuna magrûr bir dil bir de âyine
[511]
Şikest itsen de dest-i i‘tibârından bırakmazsın
Harâb amma yine ma‘mûr bir dil bir de âyine
***
Belâ-yı baht-ı siyeh mi hevâ-yı kâkülün mi
Nedir başımdaki sevdâ bilinmedi gitdi
Kusûr bende mi yârim mi bî-vefâ ‘acabâ
Sebep firâka ne kat‘â bilinmedi gitdi
Nisâr-ı gevher-i eşk eyledim Sa‘îd gibi
Ne çâre kıymeti aslâ bilinmedi gitdi
***
Kula efendi rızası ‘aliyül-a‘lâdır
Bulanlar ‘izzet dârını böyle buldı hemân
[512]
Râşid
Mevâliden Malatyalı Mustafa Efendinin muhdumudur. Vakı‘a-nüvislikde bulunmuş ve Anadolu sadâretine kadar irtikâ eylemişdir.
Râşid-i müverrih diye meşhurdur.
Meşâhir-i şu‘arâdan addolunur.
Üç beyti:
‘Iyân iken hazer iktirân şişe ü senk
Hilâf-ı cins ile ülfet belâ degil de nedir
***
Hâkisârî-i hüner-pîşeyi zillet sanma
Pertev-i mihr yere düşse de pâmâl olmaz
[513]
***
Şekveden ancak garaz teskîn-i sûz-ı sînedir
Hâl-i dilden yoksa ol âfet habîr olsun dimem
[514]
Râşid-i Vak‘a-nüvis
Mevâli-i ‘izâmdan Mustafa Efendinin mahdumudur. Muktedir şâirdir. Bin yüz dört tarihinde tarîk-i tedrîse dahil oldu. Vak‘anüvislik hizmetiyle i‘zâz edildi. Bin yüz otuz dört tarihinde Haleb mevleviyetiyle nailiyetle bekâm ve yüz kırk birde İrân sefâretiyle mazhar-ı ikrâm oldu.
İstanbul kadılığını ve sadaret-i Anadoluyu ihrâz eylemişdir. Vefatı 1147’dedir. Divanı ve tarihi vardır.
Hod fer ü şâne hüner mâye-i ikbâl olmaz
Câme-i zer sebep-i ‘izzet-i delâl olmaz
matla‘lı gazeli meşhurdur.
[515]
Râgıp Paşa
Koca Râgıp Paşa demekle meşhurdur. şu‘arâ-yı Osmaniyyenin ser-âmedânındandır. Mehmed Şevki Efendi namında bir zatın oğludur. Bin yüz on tarihinde doğmuşdur. Makam-ı sadarete gelişi bin yüz altmış sekiz tarihine tesadüf eder. Sultan Mustafa-yı sâlis devrinde şeref-i sıhriyyet-i seniyyesiyle kesb-i imtiyaz eylemişdir.
İrtihali bin yüz yetmiş altı tarihindedir.
Koska’daki kitaphâne ile çeşme ve sebil müşarün-ileyhindir. Türbesi de oradadır.
Âsârı şunlardır:
Divan – Sefînetü’r-Ragıb – Râgıp Paşa Mecmuası
Bazı eş‘ârı:
Geçse de zemm-i rakîbi hoş geçer ta‘bîrde
‘Âşıkın hakkında zâlim âh bî-pervâ yürür
İmtiyâz-ı sâbit ü seyyârı müşkildir hayâl
Zanneder sükkân-ı keştî sâhil-i deryâ yürür
[516]
***
Olsak ne kadar kîse tehî nakd-i gınâdan
‘İrfân ile mahsûd-ı kirâm-ı vüzerâyız
***
Şecâ‘at ‘arz iderken merd-i kıpti sirkatin söyler
***
Tabîbin olsa da kizbi marîzin sıhhatin söyler
***
Muzaffer vakt-i fırsatda ‘adûdan intikâm almaz
Mürüvvet-mend olan nâ-kâmi-i düşmenle kâm almaz
***
Kemâlinden haber ver kimse senden ihtişâm almaz
***
Bu gülşenden meşâm-ı câna bûy-ı âşinâ gelmez
***
Hezâr ahbâb olan ehl-i televvünden vefâ gelmez
***
Gördügünden kimseler ‘âlemde mehcûr olmasun
[517]
Sâmî
Beynel-ibâd “Sâmî Bey” diye meşhurdur. “Tahrib-i Harabat” müellifi “İrfan Paşa Mektubunda” Sâmî’yi mîzân-ı intikâde çekdiği sırada, müşarün-ileyhin:
Hat-ı sebzin didi ol tûti-i ‘işve suâlimde
Zümürrüdden kenâr âyîne-i ruhsâr-ı âlimde
O şehlâ çeşm-i mest oldukça şîrîn hâbdan bîdâr
Şeker-âlûde bâdâm-ı dü-magz oldı hayâlimde
beyitlerine i‘tiraz etmişlerdir.
Müellif-i müşarün-ileyhin muahezesi, edebiyat-ı sahiha nokta-i nazarından vakıa pek doğru!
Fakat Sami, efkar-ı hekîmâne, üslub-ı üstadâne ile e‘âzım-ı şu‘aramızdan ma‘dûd olabilir. Divanı matbu‘ olduğu gibi terkib-i bendi de meşhurdur.
Müşarün-ileyhin meşhur olan “zülf ü hâl ü ruh gazeli, henüz be-hakk-ı tanzir olunmamışdır.
[518]
Sâmî’nin mesela:
Hâzır ol bezm-i mükâfâta eyâ mest-i gurûr
Rahne-i seng-i siyeh penbe-i mînâdandır
beytinden ma‘na çıkaramayanlardan biri de -vakı‘a- biziz. Fakat bu beyti hâvî bulunan gazelin eczâsından bulunan:
Revzen-i hâneyi sermâda küşâd itmekdir
Serdi-i bezm-i edeb hande-i bî-câdandır
beyti, husûsiyle:
Ey hâce tutuldı nefesin kabre de girdin
Bu ‘âleme sıgmam der idin şimdi ne dersin
Fikri yalnız bize değil, her müntesibîn-i edebe pek hakîmâne gelir zannederiz.
Sâmî, Nâbî’yi beğendiğini:
Nedür Sûdî bu bazar-ı fenâda celb-i emvâlin
Fenâ virmez metâ‘-ı müste‘ârı dûş-ı delâlin
matla‘ıyla başlayan ve:
Çekilmez vaz‘-ı nâ-sâzı sükût eylerse de nâdân
İşârâtı bedeldir güftüguya merdüm-i lâlin
gibi ebyât-ı hakîmâneyi hâvî bulunan gazelin şu makta‘ında i‘tirâf eder:
[519]
Ne mümkün peyrev olmak Nâbî-i üstâde ey Sâmî
Sevâd-ı nâ-be-câdır meşk-i şi‘ri kilk-i etfâlin
Müşârün-ileyh cennet mekan Sultân Mahmûd Hân-ı evvel hazretlerinin vak‘a-nüvisi idi. Vefatı bin yüz kırk altı senesindedir.
Hüsn-i hattı meşhurdur.
[520]
Sâmî Paşa
Meşarün-ileyh tetabbü‘ât-ı hakîmâne cihetiyle hakikaten serfirâzân-ı üdebâ ve hükemâmızdan ma‘dûddur. “Rumûzul-Hikem” unvanlı bir eser-i bedi‘e-perveri vardır ki, hakikaten bir uslub-ı dil-nişîn ile hahrîr olunmuşdur. Eş‘ârı, nesri kadar metin değilse de, hekÎmâne, ‘âşıkâne tasvirleri muhtevîdir.
Müşarün-ileyh Subhi Paşa ve Ayetullah ve Sezâyî Beyefendiler gibi bir hayrü’l-halefler yetişdirmişdir.
Seksen sekiz yaşında vefat etdi.
[521]
Sezâyî Bey
Bahâr-ı bedâyi‘-nisâr tabi‘atın jalelere müstağrak olan giryeli bir sabahda doğarak, semâ-yı zî-safâ-yı ‘ulviyete karşı:
Bir kızın hîn-i irtihâlinde
Dolaşan hande bî-cemâlinde
Andırır hâlet-i zevâlinde
Âh ben son bahârı pek severim
yolunda nagamât-ı şayakâne ile kalb-i hazininin en derin feryatlarını, en hazin eninlerini, izhâr eden bu genç edip meş‘al-i istikbal-i edebîyi ihya edecek nevadirdendir.
Uslub-ı şâ‘irânesi muşa‘şâ, ulvi olduğu kadar ihtisâsât-ı rakika-i edîbânesi o kadar muharrik, o kadar âteşîndir. Sergüzest ulvi bir eserdir. Okuyanlar inkar etmez ki bir çocuğun ruhuna dokunan bir baykuş sadası o kadar tasvir olunur. Yine okuyanlara sorunuz: Servet’in sefalete karşı çıkardığı nidâ-yı tahkîr bu kadar tahayyül edilebilir. Fikr-i şa‘irâneyi Klaopatr’ın zaman-ı safa ve letâfetine ircâ‘ eden o levha ne kadar muşa‘şa‘!
[522]
Küçük Şeyler, pek büyük şeylerdir. Hususiyle bu kitabın muhteviyatından bulunan Düğün unvanlı hikaye bir çehre-i zerdin âyine-i in‘ikâsı, bir ruhun vâveylâ-yı muzdaribânesi, bir müteverrimenin nefes-i vâpesindir.
Sezâyî Bey Efendi İngiliz ve Fransız lisanlarının gavâmız ve dekâyıkına ba-hakk vâkıf olan bedi‘a-perverândandır.
[523]
Süleyman Nahîfî
Şâ‘iriyyetle beraber hattatlıkda dahi iştihâr eyleyen serfirâzân-ı edebdendir. Epey mühim memuriyyetlerde bulunmuşdur.
Vefatı bin yüz otuz tarihindedir.
Nahîfî’yi derece-i ûlâ şairlerden ‘addeylemiş olsak sezâdır. Eş‘ârı ihtisâsât-ı rakika ile fikr-i ‘âşıkâneninin mir’ât-ı in‘itâfı olacak derecede parlakdır.
Mesnevi-i Şerîf’i manzumen tercüme etmek iktidâr-ı hârikülâdesini göstermişdir.
Mesnevi-i Şerif’in ibtidâsında bulunan:
Bişnev ez ney çün hikâyet mî küned
Ez cüdâyîhâ şikâyet mi küned
beytiyle:
Dinle neyden kim hikâyet eyliyor
Ayrıklardan şikâyet eyliyor
beytini:
Ez neyistân tâ merâ bübrîde em
[524]
Ez nefîrem merd ü zen nâlişde em
beytini:
Der kamışlıkdan kopradılar beni
Nâlişim zâr eyledi merd ü zeni
beytiyle:
Der neyâbed hâl-i puhte hîç hâm
Pes sühan kûtâh bâyed vesselâm
beytini:
Puhte hâlin hiç fehm etsin mi hâm
İhtisâr üzre gerek söz vesselâm
beytiyle tercüme etmişdir.
Bazı eş‘ârı:
Öldürme gel Nahîfî-i şeydâyıcevr ile
Hûbân içinde ol dahi bir ‘âdet olmasun
***
Kâse kâse zehr-i gam nûş eyledim ‘aşkınla ben
Dest-i cevrinden neler çekdim şikâyet olmasun
Gam yeme bir gün idersin vaslıma dirsin bana
Mev‘id-i vaslın sakın rûz-ı kıyâmet olmasun
[525] ***
Hükm-i kitâb-ı ‘aşk ile öldür sevâba gir
Ey bî-vefâ eger seni sevmek günâh ise
***
Erbâb-ı ‘aşkı mest ser-endâz-ı şevk ider
Fasl-ı bahâr neşvesi bülbül sadâları
***
Mir’ata bakma bir iki gün eyle tecrübe
Sabr eylemek firâkına müşgil değil midir
***
‘Âşıklıgıma şâhid-i ‘âdil mi degildir
Evzâ‘-ı hazînimle garîbâne nigâhım
[526]
Sinan Paşa
Sinan Paşa Fatih asrının yetişdiridiği füzalâdandır. Hazret-i Fatih’e hocalığı münasebetiyle (Hoca Paşa) nâmıyla maruf idi.
Henüz nevreside-i şebâb iken, tab‘-ı Hüdâ-dâdının sa’ikasıyla (öne çıkmış) ve tedrise başlamışdır.
Şiiri o kadar güzel değidir. Fakat nesri zamanına göre şayan-ı gıbta bulunmak lazım gelir.
Şiirinin derecesini bir tevhidinde manzurumuz olan:
اى كشاينده خزاين جود
نقش پيوند كار كاه وجود
كوكب آراى آسمان بلند
هم زمين ساز و هم فلك پيوند
حى و قيوم قادر و قاهر
اول اول آخر آخر
شهدالله كواه معرفتك
وحده ﻻشريك له صفتك
parçası irâe edeceği gibi nesrinin ‘ulviyetini de (Tazarru‘ât
[527]-ı Sinan Paşa) ‘unvanıyla neşr olunan eser-i ber-güzidesi isbat eyler
Müşarün-ileyhin (Tezkiretü’l-Evliya) namında bir eser-i edebîsi ve şi‘riyât ü riyâzata dair birkaç risalesi vardır.
Sekiz yüz kırk birde doğarak, sekiz yüz doksanda vefât etmişdir.
[528]
Seyyid Vehbî
Asıl ismi Hüseyin olan Seyyid Vehbî meşahir-i şu‘arâmızın ser-âmedânından ma‘dûd olabilir. Şairlerimizi, haiz oldukları meziyât-ı edebiyye sırasıyla, derecât-ı silsileye tefrik edersek, Seyyid Vehbî ikinci derecede ihrâz eden erbâb-ı sühenden ‘addolunur.
Müşarün-ilehy, Halep mevleviyetini ihrâz etmiş, mu’ahhiren Hicâz’a gitmişdir.
Âh Vehbî-i hüner-pîşe cihândan gitdi
Tarih-i Hazîyînî’nin mefhumunca, bin yüz kırk dokuz tarihinde, Dersaadet’de vefat etmişdir.
Bir şâirimiz muhakeme-i ahvâl-i şu‘arâya dair yazdığı manzumede Vehbî’yi:
Vehbî-i kadîm nükte-dândır
mısraıyla tebcîl etmişdir.
Seyyid Vehbî’nin Sünbül-zâde Vehbî’ye nisbetle meşahirden ‘addolunacak şu‘arâdan bulunduğuna delil olmak üzere, birkaç beyti ber-vech-i âtî nakl edilir:
Eserin görmez idik cân gibi cânânımızın
[529]
Geldi gördük yerine geldigini cânımızın
***
Zann eylerim ki leyle-i kadr içre nûrdur
Gördükçe zîr-i zülf-i mu‘anberde gerdenin
***
Sen de ‘aklın var ise bir nesne tahsîl it yürü
‘Âlemin ta‘n itme tiryâkisine ‘ayyâşına
***
Da‘va sübût bulmaz olursa günâh mest
***
Mükedder itme görüşdüklerin humâr gibi
[530]
Şinâsî
Edebiyat-ı cedîdeye çalışanların biri de Şinâsi Efendi merhumdur. Mumaün-ilyeh mütehallik olduğu istidadıyla izhâr-ı gayret edenlerin ser-âmedânedendir.
Şiiri o kadar hoş-âyende değilse de bir meslek-i edîbâne iltizâm etmişdir.
On yedi yaşında validesine yazdığı mektup bazı tarafdan dûçar-ı mu’âheze edilmiş ise de on yedi yaşındaki bir nev-resîde-i edebin, bu mektubu şâyân-ı ta‘zîrdir.
“Şu da‘vâda hakikat-i hal erbâb-ı insâf ü temizin mahkeme-i vicdanında sabit olacağından mübâhese bir istintâknâme hükmüne girmek için rûz-nâme ‘ibârâtına ayrı ayrı cevap i‘tâ olundu.”
“Rûz-name’nin dahi be-hakk bir diyeceği var ise âdâb-ı münazaraca bu yolda cevap vermesi lazım gelir. Yoksa haksız olduğu yerden ağlak merâm ile saded-i ahir nakl-i kelam etmek ve cevabı asla kâbil olamayacak bahisleri dahi hızla buluşdurup geçivermek isbât ve ya teslim-i hakkaniyetde ‘âciz olanların hamiyyetidir. Davanın sübûtı delile muhtacdır. Ruznamenin her sözü ise iki nokta beyninde
[531] iksar-ı tarik hatt-ı müstakim olması gibi bedihi değildir ki burhandan müstagni olsun. Hakk-ı tezyîf ile bâtıl olmaz.”
Diğer:
Varlıgım Hâlıkım(ın) varlıgına şâhiddir
Gayri burhan-ı kavî var ise (de) zâ’iddir
***
Gören saçın arasında yüzün parıldısını
Sanır ki kara bulutun içinde ay dogmuş
***
Mâhîyi isbat eden âsâr-ı ‘ameldir.
Mikdârına nisbetle kişi hayr u şer eyler
[532]
Şeyh Gâlib
Ser-âmedân-ı şuarâ-yı ‘Osmaniyyedendir. (Eser-i ‘aşk) kelimelerinin gösterdiği bin yüz yetmiş bir tarihinde Reşid Efendi namında bir zatın sulbünden dünyaya gelmişdir. (Hüsn ü ‘Aşk) manzumesi eşher âsındandır.
Geçdi Gâlib Dede cândan yâ Hû
tarihinin gösterdiği üzere bin iki yüz on üç tarihinde vefat eylemişdir.
Hüsn ü ‘Aşk’dan:
Mi‘raç vasfında:
Her şey olur aslına şitâbân
Çıkdı yine âsumâna Kur’ân
**
Ervâh-ı resul cemâ‘at oldı
Allah bilir ne hâlet oldu
Vasf-ı Hüsn’den:
Cellâd-ı nigâhın it temâşâ
[533]
‘Azrâ’ili gör ki rûh-bahşâ
**
Bir haste bu kim neüzübillah
‘Azrâ’il o günde el-aman-hâh
**
Eyler nigehi iderse bîdâd
‘İsâyı ‘arûs-ı merge dâmâd
**
Yine Hüsn ü ‘Aşk’dan bazı parçalar:
Yoksa bunu sen kolay mı sandın
Gam leşkerini alay mı sandın
**
Bu nâme o yâr-ı câna gitsün
Bir âhdır âsmâna gitsün
**
Divandan:
O cürmin ‘özrü mişkildir ki kâmilden zuhur eyler
***
Su uyur düşmen uyur haste-i hicrân uyumaz
[534]
***
Vardık der-i sa‘âdetine yari görmedik
Girdik behişte hayf ki dîdârı görmedik
***
Çekme gam dest-gîrdir Allah
***
Bir gün olursun iki gözüm sen de ‘aşka yâr
Bu mâcerâyı ben o zaman söylerim sana
***
Nûrdan tasvîr kılmış bir belâ Feyyâz-ı küll
Ol belâya cân virüp yâr-i sitem-hu koymuş âd
***
Ay yenisi gökde ne ülker satar
Degmeyicek kesdigi tırnagını
[535]
***
Şeyhülislâm ‘Ârif Hikmet Bey
Şeyhülislâm ‘Ârif Hikmet Bey ‘urefâ-yı şuarâmızdandır. Altmış iki tarihinden mesned-i meşîhete ta‘yîn olunmuşdur. Divanı matbu‘dur.
Eş‘ârından:
Çeşmim görürdi ‘âlemi bir gülsitân o dem
‘Ömrün bahâr mevsimi ‘ahd-i şebâbdır
***
O kâkülün doladın başıma belâsını âh
Gönül yetişmedi mi tâli‘-i siyehkârım
***
Hıfz-ı lisân medâr-ı selâmet degil midir
[536]
Şeyhülislâm ‘Abdullah Vassâf Efendi
Akhisarlıdır. Bin on bir tarihinde tarik-i tedrise dahil olmuşdur. Selanik Kahire mevleviyetlerine nâil oldukdan sonra ‘akâide müte‘allik bazı müşkilatı hall ve tefhîm maksadıyla İran’a gitmişdir.
‘Avdetinde Anadolu ve takiben Rumeli sadaretiyle i‘zâz olundu. Bin altmış sekiz tarihinde mesned-i meşîhete revnak-bahş olmuşdur.
Bin yetmiş beşde irtihal eyledi.
Devançesi ve “Hayâl-i Behcet-Âbâd” namıyla bir manzumesi vardır.
Eş‘ârından:
Nûr-ı şafak cihân-ı ‘irfân
Âb-ı ruh-ı dûdmân-ı ‘Osman
Nâmın işiden hevâ pür-sitân
Bîm-i ‘azâbıyla oldı pinhân
Hak fikrine virmiş istikâmet
Mülhem dil-i pâkîne kerâmet
[537]
İtmiş o şehr-i itâ‘at-ı Hakk
Makrûn-ı rızâ veli-i mutlak
İtmez mi bu müdde‘âyı isbât
Rezminde zuhûr iden kerâmet
Tard itdi cünûd-ı bî- hisâbı
Te’sîr-i du‘a-yı müstecâbı
**
Ey tâlib-i ‘izz ü câh-ı sermed
Ragbet-i kün-i devlet ser-âmed
Her ‘âcize şefkat it şefi‘ ol
Mahlûka tevâzu‘ it refi‘ ol
Hikmet vireyim diyüp sudûrun
Bîhûde uçurma gel huzûrun
İfrâta da varmasun o hâlet
Tâ olmaya mûcib-i hakâret
Dildâde-i şevk isen rızaya
İkrâmda tâbi‘ ol Hüdâya
Âhir yine hâk olur bu tenler
Bilmem neye kibr ider idenler
[538]
**
Evkâtını eyleme izâ‘at
Nâdân ile itme ‘akd-i sohbet
‘İrfâna bulunsun intisâbın
Bil kadrini kâbil-i hitâbın
Olsan o makûleye mülâkî
Yâ meclise gelse ittifâkı
Pend eyleyüp itme nefsin it‘âb
Mesdûd-ı yedd-i kazâdır ol bâb
[539]
Şeyhülislâm Yahya Efendi
Bin otuz bir tarihinde makâm-ı meşîheti ihrâz eden meşâhir-i şu‘arâmızdandır. Hükmiyetda, edebiyatda bir makam-ı müstesnâ-yı irtikâda kalan müşarün-ileyh bütün erbâb-ı ‘ilm ü edebin mazhar-ı ihtirâmı olmışdı.
Nedim:
Nef‘i vâdi-i kasâ’idde suhan pervâzdır
Olamaz ammâ gazelde Bâki vü Yahyâ gibi
beytiyle şair-i müşarün-ileyhin ‘ulviyetini kıymet-şinâsâne takdir etmişdir.
Bin elli üç senesi zil-hiccesnin on sekizinci gecesi vefat eyledi. Müretteb divânının kisve-i tabâ‘ata girmemiş olması şayan-ı te’essüfdür.
Bazı eş‘ârı:
Bîmâr-ı derd-i ‘aşk kabul eylemez ‘ilâc
***
‘Âşık elbetde ider sûz-ı derûnun izhâr
[540]
***
Taklîd-i zâg kebg-i hırâmânı güldürür
***
Adama cübbe vü destâr kerâmet mi verir
***
‘Aşkın safâsı yok degil ammâ cefâsı çok
***
Çıkmadın ey mâh-ı tâbân bekledin akşama dek
***
Tarâvet var çemenlerde letâfet var havâlarda
***
Bir âşinâlık etmedin bîgâne mi sandın beni
***
Gönül mir’ati (kim) sad-pâre-i dest-i celâlindir
Yine her pâresinde cilveger baksan cemâlindir
***
Olmakda güzellikde adam Yûsuf-ı sânî
Bir fitne kopar korkarım ihvân arasında
[541]
***
Dâ’imâ ‘uşşâkı öldürmekde istignâ ider
Ölüdürür âhir bizi ol şûh istignâ ile
***
Zülfün dagıdup girince raksa
Tâvûs-ı küşâde bâde döndi
[542]
Tâlib
Bu şair-i meşhur Bursalıdır. Bazı medârise müderris olmuşdur. Bin üç yüz on dörtde Kütahya kadılığını ihrâz etdi.
Vefâtı 1118 senesindedir.
Divanı vardır.
Eş‘ârından:
Teşne-i tıgım helâkim okudur kim görünür
Mevce-i âb-ı bekâ cevvâhir-i şemşîr bana
***
Bir dîdede kim nûr-ı hakîkat ola eyler
Âyîne-i Yûsufda Züleyhâyı temâşâ
***
Ne sîm ü zer ne bîm -i harf ü ne endîşe-i imsâk
Bakılsa dîde-i em‘ân ile râhatda müflisler
[543]
‘Âkif Paşa
‘Âkif Paşa âsâr-ı münşiyânesiyle tarih-i edebiyatımızda şanlı bir sahife işgal eylemiş olan üdebâdandır.
Lisanımızın Türk’e yarar bir lisan haline gelmesine ve bu gün e‘âzım-ı üdebâmızın bizi hayran eden ‘ulvi ‘ulvi tasvirâta, parlak parlak teşbihâta Devr-i Mahmud Han-ı sânîde vaz‘-ı esas etmeğe müşarün-ileyh muvaffak olmuşdur.
Vâkı‘â “olunmakla” yı “bulunmakla” ya “zerkâr”ı “âşkar”a kafiye getirmekden ‘İbâret olan ve adına “usul-i kalem” denilen münasebetsizlikden paşanın âsârı külliyen berîdir, denilemez. Fakat sekiz kafı bir araya birleşdirecek, âsumanı hanümana kafiye yapacağım diye arada mananın da gayb olduğu, hatta Türkçenin Türkçe olduğu anlaşılamadığı öyle bir zamanda müşarün-ileyhin serbestâne, ‘âdetâ lakırdı söyler gibi idâre-i kalem etmesi ve belki şu yolda mûcidlik şerefini kazanması şayan-ı sitâyiş-i muvaffakiyatdan ‘addolunamaz mı?
El-hâsıl ‘Âkif Paşa, edebiyat-ı cedidemize muvafık yazı yazmakda- birkaç kişi müstesnâ olduğu halde- bütün üdebâ-yı kudemâmızın ve ekser üdebâ-yı cedidemizin ser-efrâzı olmağa layıkdır.
[544]
Müşarün-ileyhin şiiri o kadar güzel değilse de, hikmet-âver mazmunlardan da hâlî değildir.
‘Âkif Paşa, hariciye ve dahiliye nezaretlerinde bulunmuş ve elli beş tarihinde vefat etmişdir.
Âsâr-ı mensuresini görmekle şeref-yâb-ı istifade olmak isteyenler (Muharrirat-ı Hususiyye-i ‘Âkif Paşa) ya müraca‘at ederler.
Birkaç beyti:
Çeşm-i im‘ân ile bakdıkca vücûd-ı ‘ademe
Sahn-ı cennet görünür âdeme me’vâ-yı ‘adem
Bulanır girye-i hûnînim ile bahr-ı vücûd
Sararır âhım ile sebze-i sahra-yı ‘adem
***
Sâkiyâ bir câm ile tahvîl-i hâl etmez misin
Hâtırım âzâde-i renc ü melâl itmez misin
[545]
‘Azmî-zâde Hâletî
Dokuz yüz yetmiş yedi şabanında İstanbul’da mehd-ârâ-yı şühûd olan ‘Azmî-zâde Hâletî muktedir şairlerimizdendir.
Bazı medâris-i ‘âliyede müderris olmuş ve Şam, Mısır, Bursa, Edirne, İstanbul kadılıklarını bil-ihrâz, Anadolu ve Rumeli kazaskerliğine kadar terfi‘-i merâtib ederek bin kırk şabanında vefat etmişdir.
Âsârı şunlardır:
İbn-i Melik Hâşiyesi – Dürer Haşiyesi – Mani’ül- Lebîb Şerhi – Hidâye ve Miftah-ı Şuruha Ta‘likat – Sâki-nâme – Münşeât
Eş‘ârından üç beyt:
Hayâl-i zülf-i yâr oldukça gözde girye lâzımdır
Yazıkdır şîşe (-i bî-âb) gibi âb içinde öyle sünbüller
***
Gönülde saklamaga ‘aşkı kudretim yokdur
Ne saklayım güzelim sabra tâkâtim yokdur
[546]
***
Ta‘n itse hûblar nola ol serv-kâmete
Münker degil midir nice insân kıyâmete
[547]
‘Avnî Bey
‘Azamet-i üslub, rakik ifade, servet-i hayal gibi her biri bir şair için birer meziyyet-i mahsûsa ‘addolunacak hasâ’is-i ‘âliyye ile tezyîn zat u sıfat eylemiş nevâdir-i ruzigardandır.
Böyle bir nâdire-i edibin irtihali müntesibin ‘ilm ü edeb için telakkisi nâ-kâbil olan zâyi‘at-ı ‘azîmesidir.
Müşarün-ileyhin vefatı kudemâ-yı şuarâdan Hilmî Efendinin vefatı zamanına tesadüf etmekle Üsküdarlı Tal‘at Bey:
Hayf bir günde iki şâ‘ir-i hoş-gû gitdi
Birisi hazret-i Hilmî biri mîr-i ‘Avnî
Yazılır cümleye târîh gelir bir gün olur
Kodılar âh iki şâ‘ir-i mâhir kevnî
tarihini söyleyerek beyan-ı tesir eylemişdir.
Meşreb-i ‘âşıkanesi munsıfâne tefekkür olunursa merhumun seng-i mezarına âsar-ı tab‘-ı ‘âli-şânesinden olan:
Gel ser-i kabrimde dur bir lahza ey sîmîn beden
Nûrdan bir serv dikmişler kıyâs itsin gören
[548]
matla‘-ı hazîninin nakşı layık görülür.
Edebiyatımızın ibtidâ-yı zuhurundan beri bu kadar şairlerimiz gelmiş iken, bunların içinde gavâmız u dekayık-ı Farisiyeye kesb-i vukuf edenlerin pek çok olduğu malumdur. ‘Avnî Beyin ise o lisana olan vukuf-ı fevkaladesini âsâr-ı Farisiyesi isbat etdikden başka merhum Mu‘allim Naci Efendi gibi hakikaten (üstad-ı küll) tavsifine be-hakk-ı sezâvâr bulunan bir fâzıl da tasdik eder.
Divanının mütala‘asını heves-kârân-ı şiir ve edibe tavsih etmeği ve caiz-i kıymet-şinasdan ‘add eder ve buraya ‘âsâr-ı ‘âliyesinden bazı ebyatını nakl eyleriz:
Söz yok güher-i el-sine-i ‘âleme ammâ
Ey hâce lisân-ı şu‘arâ başka lisândır
Zîrâ şu‘arâ zümresinin tab‘-ı selîmi
Âyîne-i ilhâm-ı hüdâvend-i cihândır
***
Dest ü pây-ı baglıdır bî-çâre kurbân neylesün
[549]
***
Firâkınla cihândan rıhletim bir âha kalmışdır
Gel ey rûh-ı revân gel kim işim Allaha kalmışdır
***
Kimse idrâk etmedi ma‘nasını da‘vâmızın
Biz dahi hayrânıyız da‘vâ-yı bî- ma‘nâmızın
***
Âteş gibi tütseydi eger nûr-ı tecellî
Ey zülf-i siyeh dûd-ı siyâhı sen olurdun
Dünyâya eger vakt-i cehâletde geleydin
Tâ‘at-gede-yi hüsn-i İlâhî sen olurdun
***
Elden gidiyor haste-i hicrânın amân gel
Naz eyleme Allah içün ey rûh-ı revân gel
Ben ‘âlem-i vuslatdayım ey peyk-i ecel git
Bir gün ki kıyâmet kopacakdır o zaman gel
***
Ben senin âb-ı hayât-ı lebinin teşnesiyem
Tâlib-i çeşme-i hayât isem insân değilim
[550]
***
Gelince vakt-i hâcet geçmedim hâtırlarından hiç
Anın çün ben de şimdi hâzır-ı ahbâbdan geçdim
***
‘Âşıklara ol gün ki tecellî idecekdir
Dîdâr bana sûret-i cânânda görünsün
***
Ol mirh-i dil-efrûz ile cân bir yere gelse
Âyîne ile âyîne-dân bir yere gelse
***
Ehibbâ şîve-i yagmada mebhût eyler a‘dâyı
Hüdâ göstermesün âsâr-ı izmihlâl bir yerde
***
Kalb-i tabîb-i vuslata gelmezse merhamet
Allah rahmet eyleye bîmâr-ı hasrete
[551]
Fasîh Dede
Tarikat-ı ‘aliyye-i Mevleviyye müntesiblerinden ve Galata Mevlevi-hânesi hücre nişinlerinden idi. Muktedir, zeki, rikkate meyyâl bir şair-i fesâhat-perverdir.
Hüsn-i hattı meşhurdur.
Sadrazam Köprülü Ahmed Paşa zamanında, yani bin yüz yetmiş bir senesinde kesb-i iştihâr eden şuarâdan olduğu muhakkakdır.
Âsârı şunlardan îbâretdir:
Divan – Gül ü Mül – Hüsrev ü Şirin – Mahmud ü Ayaz –
Eş‘ârından:
Cây edinsem etmek istib‘âd-ı deyr-i mihneti
‘Âşıkım bir kâfir-i hüsne Muhammed ümmeti
Geceler ‘azm etdigim ol mâha sâyem havfıdır
Bir tarîk ile kabul etmez muhabbet şirketi
[552]
***
Dilde ‘aşk-ı gam-ı cânân bir olur
Tende ey rûh-ı revân cân bir olur
***
‘Âşıkım ‘âşıkım bu da‘vâma
İki çeşm-i terim güvâhımdır
***
Hâl-i dili su’âle ne hâcet ki dem-be-dem
Söyler zebân-ı hâl ile her bir nigâhımız
***
‘Âşıkız vasl-ı yâre muntazırız
Bübülüz nev-bahâra muntazırız
[553]
Fuzûlî
Selâset-i efkâr, rikkat-i ifâde, tasvirat-ı hüzn-engizâne cihetiyle her şairimize karşı mertebe-i bâlâ-yı istisnâda kalan ve iktidarca kendisine yetişilmek değil, hatta âsârının bile be-hakk taklidi kabil olmayan Hazret-i Fuzuli, dokuz yüz yetmiş bir senesinde Bağdad’da Süleyman namında bir zatın sulbünden dünyaya gelmişdir. Tarih-i vefatı – hayfâ ki! – malum değildir.
Bütün eş‘arı, şâirâne, hekîmâne olmakdan ziyade tasvirât u hayâlât-ı ‘âşıkâne ile mâlâmâl olduğundan, her gazeli her beyti, hatta her mısra‘ı gönüllerde rakik bir his uyandırır.
Fuzuli’nin nesri de şiiri gibi kendisine has bir üslub-ı latifî ihtivâ eder.
Âsârı şunlardan ibaretdir:
Hadikatü’s-Sü‘edâ – Divan – Sıhhat u Maraz – Hamse –
Vakı‘a-yı Kerbelâyı pek dil-sûz bir suretde tasvir eden (Hadikatü’s- Sü‘edâ) edebiyat-ı Osmaniyyeye revnak-bahş olan ve emsali şimdiye kadar yazılmamış bulunan âsâr-ı güzidedir.
[554]
Müşarün-ileyhin bir kısım eş‘ârı da Farisîdir.
Fuzuli’nin mütâla‘asını tavsiyeyi unutmamakla beraber, birkaç beytini nakl ederiz:
Çıkma yarim giceler agyâr ta‘nından sakın
Sen meh-i evc-i melâhetsin bu noksandır sana
***
Kâr-ger düşmez hadeng-i ta‘ne-i düşmen bana
Kesret-i peykânın itmişdir demirden ten bana
***
Bin cân olaydı kâşki ben dil-i şikestede
Kim her biriyle bin kez olaydım fedâ sana
***
Gözlerimden dökülen katre-i eşkim gevheri
Leblerinden saçılan lü’lü’-i şehvâre fedâ
***
Subh salup mâh ruhundan nikâb
Çık ki temâşâya çıkar âfitâb
[555]
***
Mihr yok mâhlara âh eser itmez yâ Rab
Vir bir insâf şu mihri yok olan mâhlara
***
Bende Mecnûndan füzûn ‘âşıklık isti‘dâdı var
‘Âşık-ı sâdık menem Mecnûnun ancak adı var
***
Büt-i nev-resim namaza şeb ü rûz râgıb olmış
Bu ne dindir Allah Allah puta secde vâcip olmış
***
Cânı cânân dilemiş virmemek olmaz ey dil
Ne niza‘ eyleyelim ol ne senindir ne benim
***
Zülfi gibi ayagın koymaz öpem nigârım
Yokdur anın yanında bir kılca i‘tibârım
***
Rûz-ı hicrândır sevin ey mürg-i rûhum kim bu gün
Bu kafesden ben seni elbetde âzâd eylerim
[556]
***
Yâr bî-pervâ felek bî-rahm devrân bî-sükûn
Derd çok hem-derd yok düşman kavî tâli‘ zebûn
***
Hayret ey büt sûretin gördükde lâl eyler beni
Sûret-i hâlim gören sûret hayâl eyler beni
***
Her gören ‘ayb itdi âb-ı dîde-i giryânımı
Eyledim tahkîk görmüş kimse yok cânânımı
[557]
***
Kâzım Paşa
Bilmem bu büyük şairimiz için ne diyelim? Ahlâf-ı şu‘arâ içinde Fuzuli’nin rikkat-i ‘âşıkânesini, Nef‘i’nin aheng-i ifâdesini, Nedim’in nezâket-i edebiyyesini cem eden bir şâirimiz varsa o da Kâzım Paşadır. Husûsâ mersiye-gûlukda, Osmanlıların muhteşem kâşânîsi ‘addolunursa be-câdır. Müşarün-ileyhin “Makâlid-i ‘Aşk” unvanlı eseri bu sözümüze delil olabilir.
Kâzım Paşa bin iki yüz otuz yedi senesinde doğmuş, bir müddet divan-ı hümâyûn kalemine devam etmiş, sonra tabur katipliğine rağbet ederek, sırasıyla terfi‘-i merâtip eyleyip ferikli rütbe-i refi‘asını haiz olmuşdur.
“Garîk-ı lücce-i gufrân ide revânını Hakk”
Müşarün-ileyhin pek çok eş‘ârı bulunduğu halde, bunların bir divan suretinde meydan-ı intişâre çıkmaması müntesibin-i edebi dil-hûn edecek ahvaldendir.
Kâzım Paşanın ‘ulvi fazileti, mertebe-i edebiyesi her müntesib-i edebin ma‘lumu olduğundan burada misal îrâdından sarf-ı nazar etdik.
[558]
Mu‘allim Nâcî
Az bir zamanda büyük bir isti‘dât izhar eden bu şair-i mâder-zâd Osmanlıcayı teşkil eden iki mühim lisanın dakâyık u gavamızına – cür’etimiz ‘afvolunsun – her edebimizden ziyade vâkıf bulunuduğu cihetle, bu iki lisanca olan meleke-i mahsusası tab‘-ı hüdâdâdını pek a‘lâ münbasıt etmiş ve “Muallim Naci” namı hakayık-cûyân erbâb-ı edeb beyninde bir mevki‘ ihtiram-ı ahz eylemişdir. Naci Efendinin şiirinde şiddet-i ifade, biraz da bedâyi‘-i ‘âşıkâne vardır.
Naci Efendinin mensur olan ifadesi – kendisine mahsus olamakla beraber – üslub-ı sadeye pek muvafık olduğundan, meselâ bir edebiyat dersinde müşarün-ileyhin âsâr-ı mesuresinden üslub-ı müzeyyene, yahud üslub-ı ‘âlîye misal getirilemez.
Naci Efendi İstanbul’a geldiği sırada Tercüman-ı Hakikat gazetesi edebiyat mümeyyizliğini deruhde ederek, gazeteye derc etdiği âsâr-ı edebiyat ile evald-ı vatan pek çok istifade etmiş, hatta Mu‘allim’in şakird-i irfanı olmak üzere pek müstefid gençler de yetişdirmişdir.
[559]
Sonra, Tercüman ile Mu‘allim’in beyninde vuku‘ bulan bir ihtilaf Sa‘âdet gezetesine intisabını intihac eylemiş, oradan da evlad-ı vatan müstefid etmişdir.
Müşarün-ileyhin âsâr-ı edîbânesinin bir kısmı ber-vech-i âtîdir:
Âteşpâre – Şerâre – Fürûzân – Hamiiyet – Terkib-i bend – Mecmu‘a-yı Mu‘allim – Sünbüle – Mu‘allim – Mehmed Muzaffer Mecmu‘ası – Istılahat-ı Edebiyye – Numune-i Suhen – Medrese Hatıraları – İntikam – Halasetü’l-İhlas – İ‘câz-ı Kuran – Sânehâtü’l-Arab – ‘Abîdiye – Emsâl-i ‘Ali – Terzarekin – Lugat – Şöyle Böyle – Muhaberat – Nevadirü’l-Ekâbir – Emsâl-i ‘Acem – Hurdefurûş – Sâibde Söz
Âteş-pâre’den:
‘Akla gelir fikr-i sa‘âdet mi var
Gelse de ümmid-i visâlin gelir
Pürsiş-i ahvâle hayâlin gelir
Hastanı yoksa kim arar kim sorar
[560]
***
Bilmem şu kuzu neden gam almış
Her nâlesi kalbe gag-zendir
Feyâd ederek koşar nedendir
Sütsüz mi ferîksiz mi kalmış
***
Volkan mısın ey dil-i hevâ-hâh
Âteş-gede oldı sîne senden
Durmaz ne yaparsın Allah Alah
Yandım seni şu‘le-bâr edenden
***
Buldum o Teselya diberinde
Ol kıt‘aya hâs bir melâhat
İnsan güzeli desem yerinde
Teşbih ü tekellüfe ne hâcet
***
Temkîni virüp cünûnı almış
Deryâ yine ıstıraba dalmış
Olmuş geçerek sükûn-ı zamânî
Her dalgası bir cünûn-ı cihânî
[561]
***
Sâhil görünür mi korkusundan
Gizlendi bu dalga ordusundan
Ey levha-yı yâr-ı nevha-bahşâ
Bin kerre de eylesem temâşâ
***
Doymaz sana çeşm-i girye-i mu‘tâd
Yakdıkca olur vidâdı müzdâd
Hayrân-ı nefâsetindir ervâh
Kurban-ı letâfetindir ervâh
***
Nâzik gülüşün ne rûh-perver
Kirpik-i sûzişin ne rikkat-âver
İtsen ne olur şu nâ-ümidi
Müjgan-ı siyâhının şehidi
***
Ey ebr-i latîf reng-i seyyâr
Pek şa‘şa‘alı nümâyişin var
Fesahat-gede-i sipihr içinde
Deryâ-yı ziyâ-yı mihr içinde
[562]
Mâhi gibi hoş sabâhatin var
Dur dur ne de çok seyâhatin var
Şerâre’den:
Zann iderler perde-i mehtâba girmiş âfitâb
Yûsufun nûr-ı ruhundan olsa pirâhen sana
***
Hüzn-i hicrânınla mâtem-zâr gördüm ‘âlemi
Şimdi her sahra bana bir Kerbelâ meydânıdır
***
Ey ‘aşk bildigin gibi yak yık derûnumı
Bir kimsesiz belâ-zedenin hânümânıdır
***
Hüsn ü ‘aşk itdi kemâl üzre tecelli bizde
Görecek göz var ise bir bana bir yâre bakın
***
Temevvüc itmede yer yer çemen-i latîf latîf
Payâpey olmada mevc ü mevc-zen latîf latîf
[563]
***
Bakup bakup yüzüne aglaram garîb garîb
Güler bu hâle o şirin dehen latîf latîf
***
Makâl-i hüzn alır âmiziş lisânımdan
Mâil-i mihrak olur sûziş beyânımdan
Nasıl safâ bulam ben ki bî- safâ buluram
Gelen zaman mı Nâcî geçen zamanımdan
***
Ten-i gül-reng gülşen erguvânî nîmten gülşen
Hezârân bârekallah gülşen ender gülşen oldun sen
***
Bilsen ne oldı azâde gönlüm
Sevdâ esîri sevdâ esîri
***
Naci Efendi, padişah-ı kadirdân-ı veliü’n-nimet-i bî-imtinân efendimiz hazretlerinin saye-i şahanelerinde neşr-i ma‘arife himmet ederek, hatta istikbalinde teşekkül eden Müsteşrikiye Cemiyyeti tarafından bir katre medâliyyeye nail olmuş ve muahheren
[564] nâil-i tevcih-i şehenşahî olarak (Vakanüvis-i Âli Osman) hizmet mucibü’l-mefhariyetle kadri a‘lâ edilmişdir.
Henüz kırk yaşında iken vefat etdi. Zâ‘yiât-ı azîmeden ma‘dûddur.
[565]
***
Nâ’ilî Efendi
Eş‘âr-ı latîfiyle şöhret-şi‘âr olan nevâdirdendir. Nâcî Efendi merhum Nâ’ilî-i Kadim hakkında şu mütala‘âda bulunuyor:
“Şiiri külfetli, fakat üstadâne söyler. İntihâb-ı mezâmîn, tenkîh-i elfâz hususunda birincilerdendir. Mamâfih bazen intihabda, tenkihde ileri gider, sözün letafetini kaçırır. Bazı ebyatı vardır ki nümûne-i ta‘kîd olur. Gazaliyatındaki taze taze tabirler, ince ince tasvirler, hususiyle yeni yeni zeminler ashab-ı tabi‘atı meclub eder. İnsan o zeminleri gördükce nazire söylemek hevesi düşer, fakat koca üstada yetişmek müşkildir.”
Her halde Nâ’ilî’nin eş‘ârı – hey’et-i mecmu‘ası itibarıyla – güzeldir.
Bin yetmiş yedi tarihinde irtihal etmişdir.
Nâ’ilî cennet ola Nâ’ilî-i nâdire-fenn
mısra‘ı tarih-i vefatıdır.
Bazı eş‘ârı:
[566]
Hevâ-yı ‘aşka uyup kûy-ı yâre dek gideriz
Nesîm-i subha refîkiz bahâra dek gideriz
İdince kand-ı lebin hâtır-ı mezâka hutûr
Diyâr-ı Mısra degil Kandehâre dek gideriz
Tarîk-i fâkada hem-kefş olup Senâyiye
Cenâb-ı Külhân-i Lâyhara dek gideriz
Pelaspare-i rindî be-dûş kâse be-kef
Zekât-ı mey verilir bir diyâra dek gideriz
Felek irerse kef-i Nâ’iliye dâmânın
Seninle mahkeme-i Kirdigâra dek gideriz
***
Mihr-i ‘ismetden bile şerm eyler olsa jâle-pâş
Ol hayâ gülberginin pâkî-i dâmânın görün
***
Nâyın ki çıkar zemzeme sûrâhlarından
Bülbüller öter sanki gülün şâhlarından
***
Kûyunda nâle kim dil-i müştâkdan kopar
Bir nâğmedir hicâzda ‘uşşâkdan kopar
[567]
***
Heves-i câh ile câhil mütelâşî görünür
***
Metâ‘ı âteş olan çarsûya sıgmaz imiş
***
Gelmesün eksik terâzûda metâ‘ı kimsenin
***
Eş‘ârı böyle söyler üstâd sevilince
***
Sevdik görünce ol büt-i âyîne tal‘atı
Kurbanın oldugum nice gördün muhabbeti
Kûyun dolanmadan ne kaçarsın iki gözüm
Erbâb-ı ‘aşkın elde degildir irâdeti
[568]
Nâbî
Nâbî’yi mutlak işitmişsinizdir. Hakîkat, şâyân-ı ehemmiyet olan bu şairimiz herkesce malumdur. Denilebilir. Hatta bir adamın iktidarından bahs ederken “Nâbî gibi söyler!” derler ki bu söz durub-ı emsâlden ma‘dûd olmuşdur. Fakat bu şair-i muktedirin kendisinden o kadar bahs ettiğiniz halde, acaba şu kıt‘asını tahattur etdiniz mi?
Çün rûh-ı kemîn Nâbî der-lücce-i nûr âmed
Ez-tengî-i ten vârest der-dâr-ı sürûr âmed
Tahkîk-şinâsân-ı ma‘nâ-yı şühûd u gayb
Güftend pey-i târîh Nâbî be-huzûr âmed”
Müşârün-ileyh bu kıt‘âyı hal-i ihtizârda söylemiş ve “ Nâbî be-huzûr âmed” kelimeleri târîh-i vefâtı olan bin yüz yirmi dört senesini göstermekde bulunmuşdur.
Müşârün-ileyh Ruhalıdır. Sultan Mehmed-i râbi‘ zamnında İstanbul’a gelerek Müsâhib Mustafa Paşa dairesinde perverişyân olmuşdur.
[569]
Müşarün-ileyh âheng-i ifâdede bir meslek teferrüd ihrâzına muvaffak oluşuna ve hemen hazine-i tabiatında aradığı cevâhir-i ma‘rifeti pek güzel bulub çıkarışına nazaran Nâbî’nin iktidâr-ı şâirânesi her halde teslîm olunur. Ne çare ki – gâlibâ! – çok söylemek fikriyle bazen fena söylemiş!
Bu nakîsa ise kesret-i eş‘âr ile meşhur olan hemen ekser şu‘arâda görülür.
O kadar güzel sözler içinde meselâ:
Degil hâle tutup hırmenine çarh üzre bir gırbâl
Hubûbât-ı nücûmı şeb-be-şeb ta‘şîr ider mehtâb
Ve yahud:
Nâbî kadehde zâhir olan câbecâ habâb
Kilkinde(n) bâdenin ayagında sarâçadır
Beytileri gibi manzum sözleri, şu zamanda medar-ı tezyîf ‘add eylemek, kudemaya hürmetsizlikle beraber- tabir mazur buyurulsun – ‘azamet-furuşluk olsa sezâdır. Bu beyitleri tarafımızdan şâyân-ı takdir görüldü zann olunmasın! Yalnız müşarün-ilehin seyyiâtı
[570] hasenatıyla mukayese olunmak ve binan-aleyh hangisinin galip geleceğini anlamak lazım idi dimek isteriz!
Bazı eş‘ârı:
Oldı sermâye-i hayret bana bîm ü ümmid
Bilemem eyleyecek girye midir hande midir
***
Bîmâr ise de her ne kadar çeşm-i siyâhı
‘Uşşâkı perîşân idecek kudreti vardır
***
Yâre teklîf-i visâl eyleme gelse tenhâ
Yalınız geldigi ‘uşşâka yeter mihr ü vefâ
***
Yine hem-cinsi bilir bir birinin mikdârın
Yûsufun hüsn-i peder-sûzını ihvândan sor
***
Erzân metâ‘-ı fazl ü hüner bak o rütbe kim
Bin ma‘rifet zamânede bir âferînedir
[571]
***
Ebnâ-yı dehr her hünere âferîn virir
Yâ Rab bu âferîn ne tükenmez hazînedir
***
Şebnem gibi fütâde-i hâk-i muhabbetiz
Kalmaz bir âfitâbı görünce kararımız
***
İştidim ‘azm-i hammâm itdi cân atdım temâşâya
Yetişdim ol zaman kim hem çıkup hem pîrehenlenmiş
***
Hep itdigi cefâyı unutdurdı ol perî
Bir nîm hande bir nigeh-i iltifât ile
[572]
Nedîm
Nezaket-i ifade, selâset-i fikr, nezahet-i edebiyye gibi hâssa-ı celileyi ha’iz olan bazı kudemâ-yı üdebâ içinde ser-efrâz olmağa layık nevâdir-i rûzgârdan biri de Nedim’dir.
Nedim şimdiki hayâlâtımıza, şimdiki esâlibimize muvafık pek çok eş‘ar-ı ber-güzîde bırakmış, ve bu cihetle ‘ulviyyet-i şairânesini be-hakk isbat eylemişdir.
Vakı‘a Nedim’in öyle îcaz mertebesinde denilecek suretde nâğme-perdâz-ı fesahat oluşunu, bütün bütün de kendi tab‘-ı ‘avâlim-i pesendine ‘atf etmek icab etmez. Çünkü müşarün-ileyh İbrahim Paşa gibi bir vezir-i bî-nazirin bitip tükenmeyen iltifatından başka, yine bitip tükenmeyen ihsanları arasında yetişmiş bir edibdir. Mahsul-i şiiri bâd-ı hevâ heder etmek isteyenler ve her biri bir tab‘atın hazâ’in-i bedâ‘iyinden saçılmış cevahir-i edebiyeyi yine bâd-ı hevâ sarf etmek arzusunda bulunanalar ve bu cihetle şairliği – haşa! – dilencilik mertebesine tenzil eyleyenler ihtimal ki bizim bu sözümüzü muvafık-ı hakikat olmak üzerer kabul etmezler.
[573]
Bizim o gibilere vereceğimiz cevap:
“Ma‘rifet iltifate tâbi‘dir”
“Müşterisiz metâ‘ zâyi‘dir”
hikmet-i şairânesinden ibâretdir.
Nef‘î’nin âheng-i selâseti, Fuzulî’nin rikkat-i ifadesi, Şeyh Galib’in ‘ulviyet-i tasviri Nedim’de ictima‘ etmişdir, denilebilir. Hususiyle eş‘ârında gösterdiği o parlak parlak teşbihler o ‘ulvi ‘ulvi tasvirler – ekser – îcâddır.
Üdebâ vü şuarâ-yı kirâmın ‘avflarına istinaden, ‘arz ederim ki, Nedim, eğer asrımızda bulunmuş olaydı, yine birinciliği kendisi ihraz eder ve bütün şairlerimizi peyrevânından olmak hakkını muhafaza eylerdi.
Âsârı, matbu‘ divanı ve müneccim başı tarihi tercümesinden ibaretdir. İnşâca olan kudret-i harikulade-i edibanesini bu tercüme isbat eder.
Nedim, Kazasker Mustafa Efendi namında bir zatın hafidididir. Müşarün-ileyh, bin yüz kırk üç sene-i hicriyesinde, damdan düşerek, müteessiren vefat eylemişdir.
[574]
Buraya derc edilen âsâr-ı şairanesi, müşarün-ileyhin nezaket-i ifade ve şuhî-yi tabiatından birer numune olmak üzere nakl olundu.
Yoksa – mübalağa bir taraf – Nedim’in bütün âsârı şâyân-ı intihabdır.
Eş‘ârından:
Ey ‘âlem-i misâlin seyyâh-ı hûşyârı
Hiç kasr sûretinde gördün mi nev-bahârı
Ol denlü sâyesinde feyz ü neşât var kim
Olsaydı ger zamanın âsâyiş-i vekârı
Dirdim ki gelmiş anda tarh-ı ikâmet etmiş
Cemşîd-i kâmkârın eyyâm-ı hoşgüvârı
***
Kasr-ı rûh-efzâ degil hüsn ü bahâ me’vâsıdır
Cennet-i a‘lâ bunun ferş-i cihân-ârâsıdır
Seyr idüp tarh-ı cedîd-i sakf-ı ‘âlîsin didüm
Var ise bu rûy-ı arzın ‘âlem-i bâlâsıdır
Tâk-ı kesrî kasr-ı şîrindir peder mâder ana
Bu ikisinin dahi bir tıfl-ı nev-peydâsıdır
[575]
Kûh u deryâ iki cânibden der-âgûş eylemiş
Sanki deryâ dâyesi kuhsâr ise lalasıdır
***
Zihî himmet ki koymış nev-bahârı sûret-i kasra
Zihî san‘at şebâb eyyâmın itmiş âb-veş icrâ
***
Ahâlî ’izz ü devletde re‘âyâ emn ü râhatda
Hüner erbâbı rif‘atde cihân yek-pâre nûrânî
***
Tab‘ım o bâg-bân-ı girân-ı dest-mâyedir
Kim bir gül istesem bana bir gülistân virir
***
Dök zülf-i siyehkârın o ruhsâre-i âle
Semmûrını kaplat bu sene kırmızı şâle
[576]
Al deste eger lâle bulunmazsa piyâle
Vir hükmünü ey serv-i revân köhne bahârın
***
Bülbüllerin ister seni ey gonce dehen gel
Gül gitdigini anmayalım güleşen sen gel
Pâmâl-i şitâ olmadan iklîm-i çemen gel
Vir hükmünü ey serv-i revân köhne bahârın
[577]
***
Nedim’e İlâve
Anan baban senin var ise mihr ü mâhdır cânâ
Ki bir bakışda mihre bir bakışda mâha benzersin
***
Haddeden geçmiş nezâket yâl ü bâl olmış sana
Mey süzülmiş şîşeden ruhsâr-ı âl olmış sana
Sen ne câmın mestisin âyâ kimin hayrânısın
Kendin aldırdın gönül bilmem na hâl olmış sana
Yok bu şehr içre senin vasf itdigin dilber Nedim
Bir perî sûret görünmüş bir hayâl olmış sana
***
Ben şâ‘irim o kâmeti mevzûnı dogrısı
Sevmem desem de belki yalân söylerim sana
***
Açmış oldım sînesi bir kerre ârâm ü sükûn
Sîneden bilmem ne hâletdir girîzân oldı hep
Hâl kâfir zülf kâfir çeşm kâfir el-amân
Serteser iklîm-i hüsnün kâfirsitân oldı hep
[578]
Sen dimişsin kim kimin derdiyle giryândır Nedim
Hep mürüvvetsiz senin derdinle giryân oldı hep
***
Bir nihânîce tebessüm de (mi) sıgmaz cânâ
Söyle billah dehenin tâ o kadar tenk midir
***
Nedir bu gizli gizli âhlar çâk-i girîbânlar
‘Aceb bir şûha sen de ‘âşık-ı nâlân mısın kâfir
Niçün sıksık bakarsın böyle mir’ât-ı mücellâya
Meger sen dahi kendi hüsnüne hayrân mısın kâfir
Nedîm-i zârı bir kâfir esîr itmiş işitmişdim
Sen ol cellâd-ı dîn ol düşmen-i îmân mısın kâfir
***
Bir dahi bezme dönüp gelmek degildi niyyetin
Gitdigin vakt anladım ‘ömrüm şitâbından senin
***
Ben mi sâkî olayım bezme dururken sevdigim
Böyle sîmîn sâklar billûr bâzûlarla sen
[579]
***
La‘l-i yâr agzında ammâ vâpesîn olmış nefes
‘Âşık-ı bîmârı gördüm cân virüp cân almada
***
Kaşların bâlâda seyr it ruhların gör zîrde
Kıl temâşâ huldı zîr-i sâye-i şemşîrde
***
Ey Nedîm ey bülbül-i şeydâ niçün hâmûşsın
Sende evvel çok nevâlar güft ü gûlar var idi
***
Serv-i nâzım kim büyütdi böyle bî-pervâ seni
Kim yetişdirdi bu gûnâ (kim gül-i ra‘nâ) seni
Bûydan hoş rengden pâkizedir nâzik tenin
Beslemiş koynunda gûyâ kim gül-i ra‘nâ seni
Bir elinde gül bir elde câm geldin sâkiyâ
Hangisin alsam güli câmı ki yâhud yâ seni
***
Bir nîm neş’e say bu cihânın bahârını
Bir sâgar-ı keşîdeye tut lâle-zârı
[580]
Nizâmî
Eyyâm-ı hayatının on sekizinci vev-baharında iken munkalib-i hazân-ı mevt olan pek genç, bununla beraber pek muktedir bir şairdir. Şöhret-i şairânesi cennet-mekan Fatih Sultan Mehmed-i Sânî hazretlerinin nazar-ı merhamet-i hümayunlarını celb ederek, memleketinden dârü’l-hilâfeye gelmesi ferman buyurduğu sırada vefat etmişdir.
Eş‘ârından iki beyt:
Kılmadan seyl-i fenâ ‘ömr diyârını harâb
Huzmeni’l-‘ıyş-i bekâyen ve mine’l- ‘ömr-i nisâb
***
Kâmetim ol dale dönmüşdür ki derd altındadır
Gözlerim ol ‘ayne benzer kim ‘azâb üstündedir
***
Nizâmî’nin Arabî, Fârisî eş‘ârı vardır.
[581]
Nef‘î
Hüsn-i tasavvur, âheng-i selâset gibi meziyetlerle şâirlerimizin içinde temeyyüz eden Nef‘î pek mükemmel, pek ‘âlî şiirler inşâd ederek, meselâ ‘âdi bir şeyi kendisine mahsus olan âheng-i ifâde ve letâfet-i beyan ile ‘âlî göstermek, ve ‘âlî bir maddeyi yine kendisine mahsus bir san‘at-ı şairâne ile ‘âdî olmak üzerre irâe etmek kudret-i harikuladesine mazhar olduğunu isbat eyleyen ve her sözünün ka‘bına yetişilmek kâbil olmayacağını anlatan bir şairdir.
Kendisini o kadar taklid edenler zuhur etdiği halde hiç birisi Nef‘î’nin bir kasidesini değil, bir kasidesinin girizgahını tanzire muvaffak olamamışdır.
O kadar kasideleri, o kadar gazelleri bir tarafa bırakalım, yalnız Nef‘î’nin lakırdısöyler gibi, söylediği eş‘ârından şu iki beyte bakalım ki her mısra‘ı, hatta her kelimesi âheng-dârdır:
Düşde fikr eylerim evsâfını bîdâr olıcak
Bulurum levh-i hayâlimde serâser bî-reng
Sonra tasvîr idüp âyîne-i endîşemde
Hem yazar hem tutarım nagme-i kilke âheng
[582]
Bir şairimiz Nef‘î’nin âheng-i ifadesini şu beyitlerle takdir etmişdir:
Ol hüsn-i beyân o hüsn-i üslûb
Ol tavr-ı bedi‘ o vech-i mergûb
Her matlaba hâsdır edâsı
Her nagmede başkadır sadâsı
Bir harbi iderse vasfa âgâz
Gûyâ işidir kulaklar âvâz
Bir ‘arbede bir hücûm-ı çâlâk
Bir hançer ü migfer ü çekâçek
Bir hamle ider ki hasm-ı dîne
Gûyâ iner âsumân zemîne
Öyle kılıç urdurur ki farzî
Eyler iki pâre ki’o arzı
Nef‘î, her yolda şiir söyleyeceğini isbat eden dehâtdan olduğu halde âhengdar ve latif eserler husule getirmek için, sanâyi‘-i şi‘riyyeye o kadar ehemmiyet vermemişdir ki bu ‘adem-i tenezzül hakikaten Nef‘î’ye göre bir büyüklük ‘addolunabilir.
Başka bir yerde de demiş olduğum gibi vechile, şairlerimizden maksad, ekseriyyetle hazin hazin hisleri, ulvi ulvi tasvirleri kulûba tesir edecek suretde rakîk, tabî‘i bir halde tasvir etmek meziyet-i celilesinden ve ekseriya edîbâne yalan söylemekden ‘ibâret
[583] olduğuna göre, hissiyat-ı ‘âliyyeyi tasvirden sarf-ı nazar, fakat, edîbâne yalan söylemek bahsine gelince, Nef‘î mübalağat-ı ‘acemâneyi iktidarından dolayı âdeta hakâyık mertebesine vardırmışdır.
Âsâr-ı mesuresini göremedik. Ancak Nef‘î’nin şiirde gösterdiği iktidara bakılınca “Katip şair olmaz, şair katip olur.” Cümlesinin herkesden ziyade Nef‘î’ye şümûli olmak lazım gelir.
Hatta Nef‘î bir kasidesinde şu beyti söylemişdir:
Tenezzül eylemem inşâya eylesem belki
Müsebbihât-ı felek vird iderdi inşâmı
Nef‘î Sultan Ahmed-i evvel devrinde kesb-i iştihar eden şuarâmızdandır.
Âsârı şunlardan ibaretdir: Eş‘âr-ı Fârisî – Eş‘âr-ı Türkî: yani divan – Sihâm-ı Kaza-
Sihâm-ı Kaza Nef‘î’nin bir çok hicviyelerini hâvîdir.
Bir aralık hicve tövbe eylemiş olduğundan bunu miteakip yazdığı bir kasidede:
Bugünden ‘ahdim olsun kimseyi hicv itmeyem ammâ
Vireydin ger icâzet hicv iderdim baht-ı nâ-sâzı
demişdir.
Malumdur ki eski şairler, hususiyle kaside nihayetlerinde kendi kendilerini medh ederler. Bu tafahhur pek çirkin görünür. Çünkü bunların ekseri âheng-i ifadeden, selamet-i medâdan mahrum olduğu
[584] cihetle, hudûd-ı ‘akl u fikri çâk eder bir takım garib sözlerle mâlîdir. Çünki pek soğukdur. Nef‘î her kasidesinde tefhhur usulüne riâyet etmiş ise de, kendisinin iktidarı nazar-ı dikkate alınacak ve o fahriyelerin Nef‘î’nin maharet-i şairânesi sayesinde tatlı tatlı okunduğu düşünülecek olursa şairin bu hareketi ma‘zur görüldükden başka câlib-i takdir olur.
Kasaid-i Farisisinden:
[585]
Kasâid-i Türkîsinden:
Esdi nesîm-i nev-bahâr açıldı güller subh-dem
Açsun bizim de gönlümüz sâkî meded sun câm-ı Cem
Bir câm sun ‘uşşâk içün bir kâse de ol mâh içün
Tâ medh-i şâhenşâh içün alam ele levh-i kalem
***
Sözde nazîr olmaz bana ger ‘âlem olsa bir yana
Pür tumturak u hoş edâ ne Hâfızım ne Muhteşem
Hâkâniyim ben Muhteşem yanımda serheng-i haşem
Hâfız olur lebbeste dem dâmem edince zîr ü bem
***
İde munzam yine evvleki gibi kişver-i Rûma
Çekip sağa sola şemşîr-i bürrân-ı serendâzı
[586]
Şimâlen Nahcıvan u Gence vü Tiflis ü Şirvânı
Cenûben Şehrizor u Basra vü Bağdad u Ahvâzı
***
Hâfız u ibn-i yemînim gazel ü kıt‘ada ger
Söylesem belki rübâ‘ide olurdum Hayyâm
***
Âferîn lutfuna ey bâd-ı nesîm
Bu kadar ancak olur feyz-i amîm
Âlemi gül gibi açtı nefesin
Eyledi çehre-i eyyâmı besîm
Kişver-i Çîne mi düşdi güzerin
Yâ nedir bu nefes-i nâfe şemîm
Bin cihân nükhet-i müşkî-nefesin
Etdi bir demde meşâma teşmîm
Bu kadar neşr-i şemîm itmez idin
Olmasan turra-i dilberde mukÎm
‘Âşıka sencileyin yâr olmaz
Olsa yâranıyla pür heft iklîm
Zülf-i cânâne giriftâr-ı ebed
Dil-i sevdâzede yâr-ı kadîm
[587]
***
Erişdi pertev-i feyz-i bahâr âyine-i çarha
‘Aceb mi şimdi olsa jeng-i ebr-i tîreden ârî
Nesîm ol denli nâzik tarh ider âb üzre emvâcı
Ki levh-i sîme üstâd idemez öyle kalemkârî
Sanır damga-yı zerrîndir gören bir mâî hârâda
Niyân-ı âba düşmüş ‘aks-i hurşîd-i pür envârı
***
Benim ol Nef‘i-i rûşen dil ü safî gevher
Feyz alır câm-ı safâ meşreb-i bî-bâkimden
Âsuman himmet umar kevkebe-i tabımdan
‘Akl-ı küll ders okur endişde-i derrâkimden
Ben bu hâletle tenezzül mü iderdim şiire
Neyleyim kurtulamam tab-ı hevesnâkimden
Bu heves böyle kalırsa dil-i tabımda eger
İşitilmezse sözüm sîne-i sad çâkimden
Ben ölürsem yine âşüfte olur halk-ı cihân
Hüsn-i tabir-i zebân-ı çemen-i hâkimden
***
Beyt-i ma‘mûr-ı felek reşk itmede (ebyâtıma)
Seyr iden gerçi dilim bir hâne-i vîrân bulur
[588]
Hâne-i vîrandır ammâ tîşe urdukça hayâl
Her tehî küncünde bir gencîne-i pinhân bulur
***
Cemşîd-i kâmrân ki süvâr olsa rahşına
Dârâ tutar rikâbını Hüsrev inân virür
***
Sanman ki felek devr ile şâmı seher eyler
Her vâkıanın âkıbetinden haber eyler
Bir düş gibidir hak bu ki mana bu ‘âlem
Ki göz yumup açınca zamanı güzer eyler
Tevfik refîk olmayıcak faide yokdur
Her kim burada ‘akla uyarsa zarar eyler
***
Cûylar mı devr iden tarf-ı çemenzârın yahud
Mâî pervaz ile nat olmuş yeşil hârâ mıdır
Sebz ü hürrem bir fezâ mı her kenar-ı cûybâr
Yâ miyân-ı cûda ‘aks-i künbed-i hadrâ mıdır
***
Suhen oldur ki bilâ vâsıta-i tab-ı selîm
Ola makbûl-i dil-i nâdîre-sencân-ı fehîm
[589]
***
‘Akd-i gevher gibi manzûm ola taba vârid
Çekmeye nâzım olan zahmet-i kayd-ı tanzîm
Silk-i tesbîh-i dil-i ârif-i billâh gibi
Ola pür gevher-i esrâr-ı hudâvend-i ‘alîm
Söz müdür ol ki çep ü rast düşe mazmûnı
Nice manâ-yı dürüstün boza bir lafz-ı sakîm
Çeke mazmununu fehm itmede bir nükte-şinâs
Ne kadar dikkat ederse o kadar renc-i elîm
***
Mevlevîdir san o şadırvân-ı ser-gerdânı ki
Hem döner hem eşkini eyler safâsından revân
Zer külâhıyla yahud bir dilber-i rakkâsdır
Bir ayak üzre semâ itmekde dâmen-dermiyân
Gazeliyâtından:
Kalmazsa eger kûşe-i dâmân elimizde
Elden ne gelir çâk-i girîbân elimizde
***
‘Âşıka tan itmek olmaz mübtelâdır neylesün
Âdeme mihr ü muhabbet bir belâdır neylesün
[590]
Zülfüne kalsa perişan eylemezdi dilleri
Anı da tahrîk iden bâd-ı sabâdır neylesün
***
‘Akla magrûr olma Eflâtun-ı vakt olsan eger
Bir edîb-i kâmili gördükde tıfl-ı mektep ol
***
Hüsn-i pâkinde letâfet o kadar kim gûyâ
Sînesi âyinedür âyinedân pîreheni
[591]
Nevres-i Kadîm
İktidar-ı şâirânece Nevres-i cedîdi sebk eyleyen Nevres-i Kadîm, şâir-i mâder-zâd-ı ıtlâkına sezâ-vâr olan bir edibdir.
Kendisi Kerküklüdür. Bin yüz yetmiş beş senesinde vefat etdi.
Mükemmel ve müretteb divanı yazmadır.
Müşarün-ileyh:
Goncanın gitdi başı araya bir hande ile
Var kıyas eyle bu gülşende demâdem güleni
***
Mevc-i hatırdan olmadı âsâyişe medâr
Tâ yanına oturmuş idim nâ-hüdâların
Sultân-ı lâyezâle niyâz eyle Nevresâ
K’oldur penâhı mîrlerin padişahların
Ve: ***
Hacle-gâh-ı hüsrevi bir şeb ki tezyîn itdiler
Hûn-ı Ferhâdı hınâ-yı pây-ı Şîrin itdiler
Çıkmadı bir nîm ten kadd-i bülend-i himmete
Atlas-ı gerdûnı birkaç kerre tahmîn itdiler
***
bedâ‘iyinin mü’essiridir.
[592]
Nev‘î
Şuarâmızın muktedirlerindendir. 37 senesinde Gelibolu’da kâ’in Bulbân Medresesine, 75 senesinde yine Gelibolu’da Mesih Paşa Medresesine 79’da İstanbul’da Şahkulu Medresesine 88’de Cafer Ağa Medresesine 91’de Edirnekapısı civarında kâ’in Mihrümah Sultan Medresesine 95’de Çınarlı Medresesine müderris olmuşdur.
Doksan sekiz senesinde Bağdad’da Kadı bulunurken şehzadegân hazretlerin hizmet-i talimlerine tayin olundu.
İrtihali 1007 senesindedir.
Eş‘ârından:
Bu sâde nazmı ehl-i (sanâyi‘) begenmese
Nev‘î ne gam bizim sözümüz ‘âşıkânedir
***
Mâye-i nakd-i hayât olsa eger dîdârı
Ölümümdür benim agyâr ile görmek yâri
***
Dil safhasında bakdım etrâfı cümle meşrûh
Bildim bu nüsha çıkmış bir zü-fünûn elden
[593]
***
(Vuslatda bîm-i hicrân hecrinde mihnet-i cân)
Derd-i firâk böyle vasf-ı kenâr böyle
Nev‘î’nin âsârı:
Muhassalü’l-Kelâm – Risâle-i Kudsiyye Şerhi – Sure-i Şerife-i Mekke Tefsiri – Tehafüt ü Heyakil-i Nûr Haşiyeleri – Netâyicü’l-Fünûn Tercüme-i ‘Akâ’id – Risâle-i Nutk – Nevâ-yı ‘Uşşâk – Hoca Cihanın Münşi’âtı Tercümesi – Divân-ı Eş‘âr vesaire.
[594]
Nev‘î-zâde ‘Atâyî
Dokuz yüz doksan bir senesinde İstanbul’da doğmuşdur. İsti‘dâd-ı mâder-zâdına babasına bile hayran eden bu şair oğlu şair bin on dört senesinde müderris olmuşdur. Bir çok yerlerde kadılıklarda bulundu. Bin kırk dört senesinde vefat etmişdir. “Hamse-i ‘Atâyî” ve Hadâyıku’l- Hakayık fi Tekmiletü’ş-Şakayık” eşher eserindendir.
Eş‘ârından:
Hâbda göz kalb ise bîdâr idi
Şevki ile dilde veleh var idi
Gâfil olunca beden-i hâksâr
Perdeyi ref‘ etdi dil-i perde-dâr
***
Serfirâz-ı ‘ulemâ-yı a‘lâm
Rükn-i dîn hazret-i şeyhü’l-islâm
Vâris-i vâhid-i ‘ilm-i nebevî
Bâ‘is-i zindegi-i şerh-i kavî [595]
Her su’ale virir ihsânı cevâb
Bârek-allah zihi lutf-ı hitâb
Şâ‘ire himmet ile ikbâli
Eyledi pâye-i şi‘ri ‘âlî
[596]
Vecdî
Birinci derecede bulunan en muktedir şairlerimizden biri de Vecdî’dir. Tercüme-i hâli, terâcim-i ahvâl yazmakdan bî-haber olan tezkirecilerin kayıdsızlığıyla zalâm mechuliyyetde kalmış ise de, herhalde müşarün-ileyhin Cevrî ile hem-‘asr olduğu bazı eş‘ârından istidlâl olunur.
Vecdî hakkındaki mütâlâ‘atı mufassalan Ma‘ârif Gazetesiyle neşr etmiş olduğumuzdan buraya yalnız eş‘ârından bazı bedâ‘ini derc ile iktifâ ederiz:
Cân fedâ-yı nigehi oldı beden hâk-i rehi
Eyledi cân bedene reşk beden câna hased
Rûyuna kerem nigâh etdigi te’sir etmiş
Kuvvet-i tali‘-i huşîd-i dırahşâna hased
***
Lutf-i felek ki illere âbı şarâb ider
Dil-teşne-i muhabbete bahri serâb ider
[597]
***
Dil nigâhıyla ider nâz u niyâzı bî-zamân
Meclis-i ehl-i muhabbetde suhan bî-gânedir
Hâlini eyle zebân-ı hâl ile dil-dâre ‘arz
Güft ü gû-yı ‘aşka ey Vecdî suhen bî-gânedir
***
Tag olsa nigâhına dayanmaz dil-i ‘uşşâk
Ol âfetin Allah ne zâlim nazarı var
***
Görürüz zülf-i perîşânı içinde ruhunı
Leyle-i kadrde hurşîdi nümâyân buluruz
***
Derûn-ı dilde gördüm neşve-i câm-ı neşât ey gam
Yetiş kim mülk-i hâsül-hâs-ı ‘aşka yâd ayak basmış
***
Ne oldı çeşm-i füsûn-sâzı nâzdan fârig
Ne ben dili idebildim niyâzdan fârig
***
Ol büt-i ‘âlî cenâb u serkeşin bilmez miyim
El erişmez vaslına ammâ ki âh ister gönül
[598]
***
Beni getirmez o hercâyi yâdına her kez
Lisân-ı ‘aşkda nâmım vefâ mıdır bilmem
***
Olalı meclis-i nâzikde mey-i nâb-ı harâm
Oldı ey dîde-i mahmûr bana hâb-ı merâm
***
Sâkîsin elin öpdüm olup şeyh-i harâbât
Eller ayagın öpdügi âdemden el aldım
Virdim yoluna nakd-i dil ü cân-ı ‘azîzi
Yûsuf gibi bir misli bulunmaz güzel aldım
***
Gice gördüm hâke salmış dilleri zülfin çözüp
Kimse yâ Rab böyle bir hâb-ı perîşân görmesin
Eyledim müjgânıma tasvîr-i ‘aksi rûyını
Kim ruhundan gayri dîdem mihr-i rahşân görmesin
***
Gülistân-ı gamız biz zîb-i bâg-ı sînemiz sensin
Harâb ender harâb olsak yine gencînemiz sensin
***
[599]
Dokunurdı sana ey sîne-i sûzân ammâ
Nâr-ı dilden sakınır hançer-i berrâni ucun
***
Benimdir nevbet-i faryâd-ı bülbüller hamûş olsun
Figânım ehl-i ‘aşka mâye-i cûş u hurûş olsun
***
Benim tâ‘atgehim mescîddir meyhâne mey bilmem
Ki rindî ile takva raks iderler cilve-gâhımda
***
Çekme ruhuna nikâb-ı ‘işve
Ey matla‘-ı âfitâb-ı ‘işve
Var mı daha bir muhâtab-ı nâz
Vecdîye midir hıtâb-ı (‘işve)
***
O kadd ü hadd ü hat-ı ‘anberin ne hoş düşmüş
Nihâli tâze vü gül tâze reng ü bû tâze
***
Sakınsun nüh-revâkın âteşimden eylerim sûzân
Beni incitmesün ey âh gerdûna selâm eyle
[600]
Yine deşt-i cünûn hâlî degildir söyle şâd olsun
Var ey feryâd benden rûh-ı Mecnûna selâm eyle ***
İtdi nigehin ‘âlemi esrârıma vâkıf
Sînemde nihân eyleyecek râz mı kaldı ***
Hevâ hoş her taraf gülzâr bülbül zâr gül handan
Bu esbâb-ı cünûnı seyr eden dîvâne olmaz mı
Sebû zânûda sâgar elde yâr âgûş-ı vuslatda
Bu tarz-ı hâs ile meclis ‘aceb rindân olmaz mı
***
Bir seher pertev-fürûş-ı nâz olup ‘uşşâkına
Ol sipihr-i hüsn ü ânın âfitâb-ı enveri
Gûşe-i dükkân-ı ‘attârı müşerref eyledi
Destine aldı terâzu itmege sevdâ-geri
Her tarafdan geldi ‘uşşâk elde nakd-i cân u dil
Her biri oldı harîdâr-ı metâ‘-ı dilberî
Bûse-i la‘l-i revân-bahşına bin cân virdiler
Oldı gitdikçe ziyâde kıymet-i la‘l-i teri
[601]
Oldular ser germ-i gavga cân virüp cân almada
Oldı gûyâ çarsû erbâb-ı ‘aşkın mahşeri
Ben dahi nakd-i niyâz ile varup dükkânına
Oldum ol şûhun harîdâr-ı nigeh-i kemteri Lutf idüp yanında yer gösterdi ol mihr-i münîr
Seyr edenler didiler pür-dâg olup hep dilleri
Pîr-i Ken‘an Yûsufun buldı terâzûda yahud
Burc-ı mîzânda makârın oldı şemse müşterî
***
Gönül çeşminle ben gamzenle hemdem olmak a‘lâdır
İki mestâne bir yerde iki mestûr bir yerde
***
Vecdî hakkındaki mütala‘atımı okumak arzusunda bulunanlar (Elvâh-ı Ma‘sumâne) ‘unvanlı esere müracaat buyursunlar.
[602]
Hersekli ‘Ârif Hikmet Bey
İstolçalı ‘Ali Paşa-zâde Zülfikar Nâfiz Paşanın mahdumudur. Müşarün-ileyh e‘âzım-ı şu‘arâmızdandır. Bin iki yüz elli beş senesi rebiülevvelinde Mostar kasabasında tevellüd etmişdir.
Kafile-i Şu‘arâ muharririnin rivayetine göre bu nadire-i zeka henüz on yaşında iken büyük pederlerinin inhâ vü iltimâsı üzerine timarlı süvari miralylığı ile taltif olunmuşdur.
Bin iki yüz seksen beş senesinde haiz olduğu rütbe-i sâliseye tahvil edilerek mektubi-i sadr-ı ‘âlî odasına memur olmuşdur.
Bin iki yüz seksen beş senesinde divan-ı ahkâm-ı ‘adliyye muhakemât-ı cezâiye ve temyiz-i hukuk daireleri zabd-i katabetine ve badehu dersaadet merkez-i bidâyet mahkemesi birinci hukuk dairesi mümeyyizliğine ve bilaahire mahkeme-i istinafiye mümeyyizliğine tayin buyrulmuşdur.
Elyevm e‘âzım-ı memurin-i ‘adliyyedendir.
İki gazelinden:
Bî-haberdir sanma râz-ı mekr-i hüsn ü ‘aşkdan
Öyle Mecnûndur ki dil Leylâ vü Mevlâsın bilir
[603]
Eylemişdir ‘âlemin bûd u ne bûdından ferâg
Dil ne ‘ukbâsın hayâl eyler ne dünyâsın bilir
Neşê-i idrâki var olsun nigâh-ı şûhunun
Mest-i hâb-ı nâz iken ‘uşşâk-ı şeydâsın bilir
***
Araşdırdım hezârân kerre tâb‘-ı ehl-i dünyâyı
Hele yârân ile hûbânı gâyet bî-vefâ buldum
Edânîye temellük ‘âriyet bir ‘ömr içün degmez
Bu sûretle te‘ayyuş fikrini pek nâ-be-câ buldum
Şu’ûnât-ı tabi‘atda bidâyet yok nihâyet yok
Vuku‘at-ı zamanı bir müselsel mâcerâ buldum
Nedir cürm-i fazîlet kim anın erbâbını ya Rab
Perîşân-hâl ü mahzûn u hakîr-i bî-nevâ buldum
[604]
Yeni Nâ’ilî
Manastırlıdır. Bin iki yüz otuz dokuz senesinde tevellüd etdi. Dersaadetde Mehmed Paşa Medresesinde tahsil ile meşgul iken Mısır’a ‘azîmet ve orada dâr-ı bekâya rıhlet eylemişdir.
Nâ’ilî Kadim’in bir gazeline yazdığı şu nazire ne latifdir.
Müncelî subh-ı ezel tarf-ı binâ gûşında
Muhtefî şâm-ı ebed zülf-i siyeh-pûşunda
Yok o hâsiyyet-i dem nutk-ı Mesîhâda bile
Ki var ol rûh-ı revânın leb-i hâmûşunda
Tavk-ı gisûda görüp gerdenini reşk ile mâh
Halka bend-i gam olup hâlenin âgûşında
Ehl-i dil sîne tehî-i mey-i kâm olsa dahi
Neş’e-i feyz ü safâ var dil-i pür-hoşunda
Son
[605]