TURAN’A DOĞRU
SOHBET YAZILARI
__________
- METİN HAKVERDİOĞLU
Turan’a Doğru
Copyright © 2011, (Yazar veya Yayıncı)
Tüm hakları yazarına aittir. Yazarın izni alınmadan kısmen veya tamamen çoğaltılması veya farklı biçimlere çevrilmesi yasaktır.
ISBN: 978-XXX-XXXXX-X-X
BASKI: ……….. MATBAACILIK
Yüce Türk Milletine…
İçindekiler
ÜLKÜCÜ ALPERENİN KIZIL ELMASI. 11
MİR HAMZA NİGARÎ’Yİ ZİYARET. 14
TURAN’A YÜRÜYEN ÇOCUKLAR/ BALALAR.. 16
TÜRK İSLAM ÂLEMİ VE KADIN MESELESİ. 30
DOĞUM: 1897, BAKÜ; ÖLÜM 1915, ÇANAKKALE.. 37
BAKIŞLARINIZ OK, YÜREĞİNİZ TAŞ. 39
OSMAN YÜKSEL SERDENGEÇTİ, YA BİZ?. 49
MEHMED EMİN RESULZADE’NİN YOLUNDA.. 58
İSMAİL ŞİRVANİ’DEN HAZRET-İ ÖMER’E.. 61
BİR HAYALİM VAR, HEPİMİZ İÇİN.. 68
BİR SESSİZ GEMİ DAHA KALKTI. 81
EY GENÇLİK! TİYATRO MU, O DA NE?. 91
SİZİN AKROSTİŞ YAZDIĞINIZ SEVGİLİNİZ OLDU MU?. 102
SON SEKİZ YÜZ YILI OKUMAK.. 109
ÖNSÖZ
İnsanlık tarihinde her milletin bir görevi vardır. Nasıl ki insanların her birinin farklı kabiliyetleri varsa, milletlerin de aynı şekilde farklı üstün meziyetleri vardır. Bu doğal yapının bir kurucusu bir yaratıcısı olduğu ve bunun Allahu Teala olduğu açık ve nettir. O halde geliniz, milletimizin bu dünyaya geliş sebebini tahlil edelim. Üstün yönlerimizi görelim, geliştirelim; eksik yönlerimiz fark edip gidermeye çalışalım.
Sevgili Dostlar,
İşte bu kitap bu amaca matuf olarak ortaya çıktı. Sohbet havasında, kısa ve güncelden beslenen bir beyin fırtınası gerçekleştirelim istedik. Her bir yazıda kendimizi, milletimizi; üstün veya eksik yönümüzü görelim istedik. Eğer bu amaçla okutur ve bir genci milletine ve milletinin faziletlerine inandırırsak ne mutlu bizlere.
Millet kelimesinin, özellikle Türk milleti sözünün bölücülük olarak algılandığı bir dönemde böyle bir kitabın yazılması pek çok kişinin huzurunu kaçırabilir; ancak bu kardeşlerimizden tek ricamız olacaktır: “Önce okuyunuz, sonra tenkit ediniz.”
Turan kelimesi hakkında da bazı yanlış anlaşılmalar olduğu bilinmektedir. Bilimsel kaynaklardan aktarmak gerekirse turan kelimesinin çıkışı şöyledir:
Türkler Alper Tunga MÖ 600’lerde İranlılarla karşılaşınca İranlıların bizlerin yaşadığı bölgeye verdiği addır, Turan. Turan ifade daha sonra Türkistan’a dönüşmüştür. Onun da sebebi, Kuteybe ibn Müslim (669-715)’in Horasan bölgesinde hüküm sürmeye başlaması ve Arapların bizim yaşadığımız bölgeye ad vermesi ile ilgilidir: Türkistan. O halde Türklerin yaşadığı her yer Turan’dır ve oralara doğru gitmek üzerimize farzdır. Turan bazen Türk milletinin içine doğru bir yolculuktur: Hoca Ahmet Yesevî’dir; bazen uzak bozkırlara koşmaktır: Orhun Abideleridir.
Turan aslında bir milletin “İla-yı Kelimetullah- Nizam-ı Âlem” davasıdır.
İşte dostlar,
Bu milletin, Türk milletinin görevi tam bu noktada şekillenmektedir: Dünyaya Nizam vermek ve Allah’ın Kelamını Dünyaya Yaymak.
Bu kitabın yazılış gayesi de bu ilkeyi “Kızıl Elma” haline getirecek bir gençliğe hitap etmek ve onlara genetik kodları hakkında bir şeyler fısıldamaktır.
Duyanlara ve duyuranlara selam olsun!
Metin HAKVERDİOĞLU
Amasya/ 03. 07. 2015/ Cuma
TURANA DOĞRU
Sevgili Dostlar,
Şu şiiri hatırlarsınız, Ziya Gökalp’in ünlü beyti:
Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan
Vatan, büyük ve müebbet bir ülkedir, Turan
Geçen hafta Kazakistan’dan bir profesör ağırladık. Kendisi yıllarca sürgünde kalmış bir ailenin ferdi. Aynen biz Azerbaycan göçmenleri gibi onun da ailesi yıllarca sürgünde yaşamış, çile çekmiş. Ruslar Komünizmi Kazakistan’a yaymaya başlayınca dostumuzun ailesi önce Özbekistan’a, orası da Rusların eline ve Komünizme teslim olunca, İran’a kaçmışlar. 1991 yılından sonra Perestroyka ile yurduna kavuşan Profesör dostumuz, kendisini halkının uyanmasına ve seksen yılın tahribatını düzeltmeye adamış.
Dostlar,
Kazak hocamızla konuşurken pek çok önyargımın yıkıldığını fark ettim. Gerçekten de ne çok önyargılara sahipmişim. Mesela, bana göre Kazaklar, Türklüğü kabul etmeyen bir boyumuzdu; oysa sohbetlerimiz sonunda anladım ki öyle bir şey yok, Kazak kardeşlerimiz Rus baskısı ile adeta farklı bir millet gibi gösterilmiş bize. Hem onlar bizden farklı görmüşler kendilerini hem de biz kendimizi onlardan uzak. İnanın bu ziyaret ile anladım ki dünyanın altıncı geniş ülkesi, torakları kadar geniş bir sevgi besliyor bizlere. Onları bizden ayıran sadece duvarlardı, kalpleri hep bizimle birlikte attı, atıyor, atacak.
Kazak dostumuzun bitmez tükenmez enerjisi ile açtığı yeni yollar bana Ziya Gökalp’in yukarıdaki beytini hatırlattı:
Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan
Vatan, büyük ve müebbet bir ülkedir, Turan
Kazak Profesörün Azerbaycan tarihini ve edebiyatını da ele aldığını ve iki kitapta bu çalışmalarını topladığını duyunca ayrıca heyecanlandım. Artık Kazak Türk’ü, Azerbaycan Türk’ünü; Oğuz Türk’ü, Özbek kardeşini araştırıyor ve anlıyor, demektir.
Dostumuzun vizyonu bana, İsmail Gaspıralı’yı hatırlattı. Sordum, “İşte, dilde, fikirde birlik”e ne dersiniz? Cevabı gayet netti: zaten şu anda o umdeyi hayata geçirmek için buradayız.
Dostlar,
Türkler için yeni bir çağ açıldı, yeni bir bahar çiçeklerimizi rengarenk açtırmakta. Gelin hep beraber dua edelim; bu duamız çalışma, araştırma, eğitme gibi fiili dua olsun. Bu duamız, aynı Rabbe, aynı kıbleye, aynı peygambere el açma şeklinde olsun. Ne olur Allah’ım bu çiçekleri bir daha kuzey rüzgarları yakmasın.
İki devlet bir millet umdesi her kardeş cumhuriyet için temel ilke kabul edildiği gün, Turan ellerinde bayramlar bayram olarak yaşanacak, Turan illeri dünyayı bayram yerine çevirecek.
Dostlar,
Elimizde…
Dünyanın altıncı büyük toprak parçasına sahip bir kardeş ülkemiz var. Dünyanın en zengin yer altı zenginliklerine sahip bir coğrafyamız var. Dünyanın en faal ve dinamik ruha sahip gençliğimiz var. Dünyanın en büyük medeniyetlerini kurmuş tarihimiz var. Ve dünyanın en güzel dini ile yıkanmış kalplerimiz var.
O halde gelin yeni bir dünya inşa edelim. Kazakistan’ı, Azerbaycan’ı, Türkmenistan’ı, Türkiye’si, Özbekistan’ı, Kırgızistan’ı, Doğu Türkistan’ı, Kıbrıs’ı ve Türk milletinin yaşadığı tüm memleketleri ile Turan’ı kuralım.
Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan
Vatan, büyük ve müebbet bir ülkedir, Turan
ÜLKÜCÜ ALPERENİN KIZIL ELMASI
Sevgili Dostlar,
Ülküsünü, idealini hep dünyevî arzular üzerine kuran bir nesille iki cihan saadeti kazanmak mümkün müdür? Bir gençlik düşünün ki dünyanın her yerini saran kapitalizm virüsü ile mankurtlaşmış ve onun emrettiği şekilde, sadece dünyevî makamları ve kazanımları önceliyor. Şu anda maya tutan harika bir gençlik mevcut; ancak bu gençliğin iki şeyi eksik: kaynağını bilmek, hedefini bilmek.
Dostlar,
Ahmet Yesevî yüzyıllar önce bize bir alperen ruhu hediye etti. Bu ruh, adım adım Anadolu’ya geldi ve bizim Hacı Bektaş’ımız, Yunus’umuz; Yavuz’umuz, Kanuni’miz oldu. Ahmet Yesevî, insanlığın temel meselesinin idealsizlik olduğunu görmüş ve kendisine bir kızıl elma kararlaştırmıştı: İlay-ı kelimetullah, Nizam-ı âlem.
Dostlar,
Kılıç ile Kur’an’ın kardeşliği alp ile eren kelimesinde tam karşılığını bulur. Mangal yürekli yiğit Türklerin kılıçları, “alp” insanları doğurdu; Pamuk gibi Kur’an nuru taşıyan Türklerin duaları “eren” insanları yoğurdu. İşte bizler bu hamurun mayasından çoğaltılarak dünyaya nizam verdik, iki cihan saadetine erdik.
Bir gün insanlar dünya ahvalini sorgularken bizi şöyle anacaklar: Onlar Allah’ın kelamını dünyaya yaymak için yola çıkan ve nizam-ı âlemi sağlamadan evine dönmeyen yiğitlerdi.
Dostlar,
Bizler gittiğimiz yere adaletin, düzenin, kardeşliğin ve İslam’ın selametini taşıdık; kaos yerine kozmosu inşa ettik. Yani, ülkeleri içinden karıştırıp kan döküp veya aralarında ikilik çıkarıp onların en değerli mallarını çalmayı düşünmedik. Bizler ülküsü “nizam” olan, hedefi “insan” ve insanlık olan alperenleriz. Bize hangi elbise giydirilirse giydirilsin, biz buyuz, bu olarak yaşayacağız, bu akitle haşrolacağız.
Sevgili Dostlar,
İşte bu ülkü uğrunda, bu alperenlerin ruh ikiz olan Türk gençliği, mayasındaki sağlamlıkla mutlaka yeni ufuklara yürüyecektir. Meşhur hikayede Ömer Seyfettin, “Kızıl Elma Neresi?” sorusuna tüm yeniçerilerin ağzından cevap buluyordu: “Padişahımızın bizi götürdüğü yerdir!”
İşte Dostlar,
O padişahlar ki bir “kızıl elma”ya sahiptiler o da Ahmet Yesevî’nin ülküsüydü: İlay-ı kelimetullah ve nizam-ı âlem.
Şu anda, çok mümbit bir devir yaşıyoruz; tüm Türk yurtları kucaklaşmak için birbirine koşuyor. “İki devlet bir millet” sloganı her Türk yurdunda bayraklaşmış durumdadır. O halde gelin, şu pırıl pırlı gençliğimize bir kızıl elmayı hedef gösterelim. Araba, ev, makam, mevkii, şan, şöhret gibi dünyevî kızıl elmaların elinden sıyırıp, vatan, millet, adalet, nizam, ülkü, Alplik, erenlik, Müslümanlık gibi yüce değerleri değerler piramidimizin en zirvesine koyalım.
Sözlerin en kısa ve özü şair sözüdür. İşte Ozan Arif ne demek istediğimizi açık ve net ortaya koyuyor. Teşekkürler Ozan Arif ne güzel demişsin:
Benim davam açık, Allah davası
Geçen geçsin ben vazgeçmem davamdan.
İlay-ı Kelimetullah davası
Geçen geçsin ben vazgeçmem davamdan.
Dedem Saltuk Buğra Han’dan bu yana,
Türk-İslam ülküsü demişim ona,
O yüzden ülkücü denilmiş bana
Geçen geçsin ben vazgeçmem davamdan.
Bu dava vatandır, dindir, millettir,
Bu dava devlet-i ebet müddettir,
Bendeki sevdası ilelebettir
Geçen geçsin ben vazgeçmem davamdan.
Kan bozuk olmazsa mazi satılmaz,
Takım tutar gibi dava tutulmaz,
Moda da değildir her yıl atılmaz
Geçen geçsin ben vazgeçmem davamdan.
Bu Ozan Arif’i bey yapsanız, bey!
Diyecektir size ‘Bu beylik de ney? ’
Davama kölelik daha güzel şey.
Geçen geçsin ben vazgeçmem davamdan.
Günlük siyasi çekişmelerin üstünde, bir ve beraber olan tüm dünyadaki ülkücü alperenlerin kızıl elmasının aynı olduğunu görüyor ve kendimi çok ama çok mutlu hissediyorum.
Ne mutlu Türküm diyene!
TURAN’IN İNANÇ MİMARLARI
MİR HAMZA NİGARÎ’Yİ ZİYARET
Sevgili Dostlar,
Dünyanın hangi noktasına baksanız mutsuz Müslümanlar, mutsuz Türkler mi görüyorsunuz? O halde bir yerlerde yanlış yapılan işler var demektir. Belki şöyle deyip kendimizi rahatlatabiliriz: “Dünya denilen şu gemide her zaman kavga, gürültü olmuştur ve olacaktır.” Ancak her dönemin bir acı ve gözyaşı sınırı olmalı değil mi?
Dostlar,
Son yıllarda Müslümanların ve Türklerin gözyaşının daha çok aktığını ve bu sıkıntının giderek büyüdüğünü esefle görüyorum. Peki, ne yapmalı da bu gözyaşı ve kan bir an önce dursun?
İşte dostlar bu noktada yine, “Çare Turanın inanç mimarlarındadır.” diye düşünmekten kendimi alamıyorum.
Güney komşularımızın Müslüman kimliği ile birbirine girmiş olması ve adeta bir cadı kazanında birbirini boğazlıyor olması ancak ve ancak inanç mimarlarının eksikliği veya göz ardı edilmesi, sesinin duyulmaması ile izah edilebilir. Bu coğrafyada yüzyıllarca huzur ve güvenliği sağlayan bir örnek varken neden devayı başka diyarlarda arıyoruz, anlayamıyorum.
Herkesin bildiği bir kıssa vardır: “Elmas bulmayı hayatının ana gayesi edinen bir kişi evini, ocağını terk edip dünyayı dolaşmaya ve elmas tarlaları keşfetmeye karar verir. Zavallı karısını yıkık dökük bir bağ evinde bırakır, küçük derenin üzerinde kendi kurduğu köprüden geçip gider. Ancak yıllarca aramaya rağmen elmas bulamaz. Ölmeden önce bir kişiye elinde kalan birkaç eşyayı emanet eder. Eğer o ülkeye uğrarsa eşine vermesini rica eder. Emanetleri alan kişi bir süre sonra zavallı elmas avcısının evine uğrar ve emanetleri verir. Ancak küçük köprüden geçerken derede bir ışıltı fark eder. Merak edip dereye girer ve parlayan şeyin elmaslar olduğunu hayretler içinde görür.”
Yani Dostlar,
Elmas tarlası aslında bahçemizde olabilir, şöyle bir dönüp bakalım.
İşte ben bu bahçeye bakıyorum kardeşlik, dostluk ve cehaletle mücadele adına Mir Hamza Nigarî’yi görüyorum.
Geçen gün teravih namazına onun camiine misafir oldum. Şöyle camii-i şerifi dolaşıp etrafı seyrettim. Karşıda bir duvar gibi yükselen Amasya Kalesinin üzerinde altı-yedi günlük ay mutlu bir şekilde gülümsüyordu. Yeni yeni çiçeklerini patlatan ıhlamurlar cennet kokularını etrafa salarken, şadırvanda şakırdayan suyun sesiyle cennette miyim acaba dedirten bir halet-i ruhiye doğuyordu içimde. Şirvanlı Camii adını verdiğimiz mabet yavaş yavaş dolarken arka taraftan türbeye doğru ilerledim. Türbe yanındaki dut ağacı eliyle uzatır gibi bana tam tadında birkaç olgun dut verdi. Bunları Mir Hamza’nın ikramı olarak kabul edip türbeye yöneldim. Türbenin içi teravih namazına hazırlanan kadınlarla doluydu. Adeta bir sevgi çemberinin içinde mutlu gülümseyen sandukasını uzaktan selamladım. İnsanlar onun yanında kendini huzurlu, mutlu ve daha bir barışçıl hissediyordu. Camiye girince içimde ayrı bir ferahlık hissetim. Burayı restore ettiren ve bu ferah ortamı sağlayan Nermine Hanıma içimden dua ettim. Mir Hamza, oğlu Siraceddin, Akrabası Hacı Hasan Efendi ile içeride; dört karısı da türbenin haziresinde bizleri misafir ediyordu. Ruhumuz onların hiç ölmediğini, başka bir boyutta bizimle beraber olduğunu açıkça görüyordu.
Dostlar,
Eğer, yönümüzü Mir Hamza gibi alimlerin bulunduğu nurlu camilere çevirir, onların feyz ve bereketi ile kardeşlik ilahileri söylersek, ne kavgaların anlamı kalır, ne kısır çekişmelerin. Emin olun, biraz okumuş olsak, Mir Hamza gibi velilerin, bizler adına bu dünya ile savaştığını ve onu yendiğini aynelyakin görür, anlarız. Yani, onlar, “Dünya denilen şu gemide her zaman kavga, gürültü olmuştur ve olacaktır.” diyenlere, “Hayır, kavga ve gürültünün; kan ve gözyaşının şeytanın bir oyunu olduğunu anlayın, bilin.” demektedir. Onlar da acı çektiler, yanlış anlaşıldılar, iftiralara uğradılar; ancak her zaman onların hedefi dünya makamları veya dünya refahı yerine; nizam-ı âlem ve ilâ-yı kelimetullah oldu.
Dostlar,
Şeyh Seyyid Hamza Nigarî’nin sizlere selamı var. Şöyle deyin kurtulun diyor:
Allah’ı Muhammed’i âli seven dostânız
Ne Sünnî’yiz ne Şiî bir halis Müslümanız
Şiî- Sünnî kavgasıyla bitap düşen Müslümanlar ve Türkler! Doğu Türkistan’da Müslüman Türkler katlediliyor, kafanızı kaldırıp bakabilecek gücünüz var mı?
TURAN’A YÜRÜYEN ÇOCUKLAR/ BALALAR
Sevgili Dostlar,
Yıllardır kafa yorduğumuz meselelerden birisi de çocuk eğitimi ve çocuk ruhunu inşa etmektir. Bir çocuk düşünün ki binlerce saldırıya maruz kalıyor ve sonunda doğru, dürüst ve ahlaklı olması isteniyor.
Bir çocuk düşünün ki televizyonu, interneti, gazete, dergi ve radyosu ile sürekli bir yerlere doğru itilirken kendi kültürüne sadık kalması umuluyor.
Bir çocuk düşünün ki annesi dahi onu televizyon karşısında unutuyor; kızgın güneşte yanan yavrucak gibi yanıp kavrulmasına göz yumuyor.
Bir çocuk düşünün ki babası, cep telefonu ile onu başından savmanın mutluluğu içinde kendisini TV programlarına teslim ediyor.
Ve bir çocuk düşünün ki her elini attığının alınacağını sanacak kadar doyumsuz bir nefisle büyütülüyor.
Dostlar,
Turan’a doğru yürüyen bir neslin ilk nüvesi çocuklarımız, bebelerimiz, balalarımız değil midir? Onların kaybı geleceğimizin kaybı değil midir? Bakınız, sizlere çarpıcı bir haberden bahsedeceğim. “İstanbul’da etkinliğe katılan Almanya’nın 10. Cumhurbaşkanı Christian Wulff, ilk olarak bir anaokulunu ziyaret etti.” Şimdi sizler “Bunu neresi çarpıcı haber?” diyeceksiniz. Dostlar, bu, çok çarpıcı bir haber; çünkü Batı bir gerçeğin farkına çoktan varmış durumda: Çocuk yedisine kadar ne ise yetmişine kadar da odur. O yüzden Alman idarecileri en çok altı yaşına kadar olan çocukların eğitimini önemsiyorlar.
Peki bizde durum nedir?
Dostlar,
Bizim en çok ihmal ettiğimiz yaş grubu 0-6 yaş arasındaki çocuklarımızdır. Onlar çoğu zaman “eğitim için erken” denilerek ihmal ediliyorlar veya “nasıl olsa çocuktur” denilerek uzman olmayan insanların eline bırakılıyorlar.
Lütfen şöyle etrafınıza bir bakınız, insanlar çocuklarını kreş veya anaokuluna gönderdiği zaman nasıl bir halet-i ruhiyeye kapılıyor. Açık ve net söylüyorum işte onların cümlesi: “Para veriyorum; çocuğumu kreşte sekiz saat oyalasınlar diye ortam sağlıyorum.” İşte bu “para veriyorum.” sözü maalesef bizlerin anaokulu kreş mantığımızı ve burada çalışan öğretmenlere bakışımızı özetliyor.
Dostlar,
Sizler para verseniz de anaokullarında ve kreşlerde istediğiniz gibi hareket edemezsiniz, etmemelisiniz.
Sorunlu bir ailenin çocuğu anaokulunda mesele çıkardığı zaman; babası şiddet filmlerini oğlu ile izlediği için, anaokulunda o çocuğun şiddet eğilimi gösterdiğinde “Çocuk benim değil mi, istediğimi izletirim.”deme hakkımız var mıdır?
İnanıyorum ki on yıla kadar Turan’ın her yerinde, Batı’da olduğu gibi, bu çocuk sizin malınız değil; bu çocuk toplumun bir bireyi, ferdi, denilecek ve sizler istediğiniz gibi onları yönlendiremeyeceksiniz.
Dostlar,
Belki izah etmekte zorlanıyorum; ama bir felaket üzerimize kara bulutlar gibi gelmekte. Görenler ve haykıranlar vardır mutlaka. Fakat, gelen felaketin büyüklüğü öyle kolay izah edilecek gibi değil. Nesiller ellerimizden kayıp giderken, medya denilen canavar “Medusa Etkisi” ile yavrularımızı taş keserken, anneler-babalar bu canavara yavrusunu seve seve teslim ederken, kime ve neye şikayet edelim.
En iyisi ben sizlere yaşanmış bir hadise ile durumun vahametini anlatmaya çalışayım:
Günlerden bir gün, Turan’ın bir şehrinde bir anne adayı hamile olduğunu öğrendi. Sevinçli geçen birkaç günden sonra, anne adayı sigara içme ve stresli hayatına devam etmede bir beis görmedi. Dokuz aylık sıkıntılı ve hırpalayıcı bir dönemden sonra dünyaya gelen çocukcağız, belki de başına gelecekleri bildiği için gün boyunca ağladı.
İlk sağlık problemini annesinin içtiği sigaradan yaşadı: Astım.
Anne, yoğun iş hayatını doğumdan hemen sonra da devam ettirdi; baba, zaten çocuğa bakmakla yükümlü değildi. Babanın görevi para kazanmak ve aileye reislik etmekti. Çocuk için bakıcı anne bulmakta zorlanan çift, en sonunda hiçbir şart koşmadan bir kadına çocuklarını bırakmak zorunda kaldılar. Sekiz-beş mesaisinde bakıcıya bırakılan yavrucak, gün be gün solgunlaştı. Bu durumun farkına varamayan anne ve baba, hayatın hızı içinde yorgun argın geldikleri evde yavrularını doyurup yatırmakla görevlerini yaptıklarını sandılar.
Gün geldi çocukcağız kreşe ve sonra da anaokuna gönderildi. Artık daha fazla isteme ve istediğini koparma fırsatı olduğunu fark eden çocuk, her gün bir şeyler ister oldu. Yıllar boyu o istedi, anne- babası aldı. Hiç sorgulamadılar, “yarın bu isteklerin sonu gelmezse”diye.
Anaokulu öğretmenleri sürekli onları uyardı: “Çocuğunuz çok yaramaz, istekleri bitmiyor, arkadaşları ile uyumsuz, TV alışkanlığı hat safhada, şiddet eğilimi çok yüksek…”
Anne ve baba her seferinde “Parasını veriyoruz. İdare etmek, sizin görevinizdir.”dediler.
Gün geldi, babası başından savmak için eline oyun dolu telefonunu tutuşturdu; gün geldi annesi onun bütün sevdiği çizgi filmleri izlemesine izin verdi. Saatleri ve günler hep sanal âlemde geçen çocuk ilgisizlik denizinde kaybolmuş bir sandala döndü. Bazen şiddet ve yaramazlık krizleri ile, bazen içine kapanıklıkla kendini ifade etmeye çalıştı; ama olmadı. İnternet oyunları içinde binlerce insanı öldüren bir “counter strike” kahramanı oldu.
On sekiz yaşına geldiğinde her şeye isyan halindeki genç, artık çılgınca ve tedbirsizce hareket etmeyi kendini ispatlama yolu olarak görmüştü. Her türlü bağımlılık ve kötü alışkanlık yanında, hız tutkusu onun sonu oldu.
Anne babasından son istediği şey, son model bir motosiklet oldu.
Anne baba hiçbir zaman çocuklarının bu hâle nasıl geldiğini anlayamadılar. Sadece şöyle dediler: “Oysaki biz onun her istediğini almıştık!”
Dostlar,
Bilmem anlatabildim mi? Turan’ın çocuklarını yetiştirirken bir kez daha düşünelim. Özellikle Kazak Türklerinin çocuk yetiştirme yöntemlerine biraz dikkat edelim. Türklerin en güzel çocuk yetiştirme özellikleri onlarda daha hâlâ yaşıyor.
Geliniz Dostlar,
Şu Türk oğlu Türk nesillerimizi Türk gibi dürüst, ahlaklı, hareketli, imanlı, irfanlı, başarılı ve ülkülü yetiştirelim. Onlara bir kızıl elma olarak “nizam-ı âlem ve îlây-ı kelimetullahı işaret edelim.
Arif Nihat Asya’nın dizeleri ile sözlerimizi bitirelim:
Delikanlım, işaret aldığın gün atandan
Yürüyeceksin… Millet yürüyecek arkandan !
Sana selam getirdim Ulubatlı Hasandan ….
Sen ki burçlara bayrak olacak kumaştasın;
Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın.!
İSMAİL ŞİRVANÎ’Yİ ZİYARET
Dostlar,
Dün akşam namazını İsmail Şirvanî Hazretleri ile birlikte kıldım. Onun seyrine doyum olmaz manzaraya sahip Yukarı Türbesinde beni beklediğini biliyordum. İçimde bir ürperme ile kapısına vardım, selam verip içeri girdim. Mezarların bulunduğu bahçeye doğru ilerlerken ayaklarımın yerden kesildiğini hissettim. Dünyanın tüm güzel kokuları yanında, ahretin tüm ürperten duyguları koluma girip beni kanatlandırdı. Adeta uçarcasına dolaştığım bahçe, sanki Mekke- Medine toprağı gibi ferahlatıcı ve huzur verici idi. Allah’ım bu mekanın bir sırrı olmalı, deyip kendimi İsmail Şirvanî’nin sandukasına doğru uçmaya zorladım. Etrafımdaki hanımelleri, zambaklar, güller, hercailer, menekşeler… hem gülümsüyorlar hem de kokuları ile mest ediyorlardı. Evet, cennet vardır ve haktır, dedirten bir âleme geldiğimi anladım. Gözlerimde damlamak üzere titreyip duran bir gözyaşı damlası ile onun sandukasını görebileceğim açık bir pencereye geldim. İçeride yatan insan sanki benim babamdı, eşi ise benim annemdi. Başımı gökyüzüne kaldırdım. Gözümden iki damla yaş yanaklarıma süzülürken, mayısın dolu dolu bulutları da bir iki damla ile gözlerime yoldaş oldu. İçimi ürperten serin akşam yeli ile göklere daldım, onu andım, ona en kalbî dualarımı gönderdim. Ondan, Allah’a dua etmesini istedim: İstedim ki biz de onun gibi Hak âşığı olabilelim, istedim ki biz de onun kadar sevelim sevilelim.
Bu duygularla girdiğim mescit bölümünde Kur’an okuyan bülbüller ruhumu ayrı bir hazla huzura kavuşturdu. Kur’an Kursunun pırıl pırıl yavrucukları, yanlarındaki Şeyh, Hafız, Âlim, Fâzıl ve Allah dostu ve mücadele insanından habersiz bülbüller gibi şakıyordu.
İnanın Dostlar,
Her veli kula da böyle bir mekan nasip olmaz. Ona Allahu Teala, öldükten sonra da Kur’an okunan bir mekanı nasip etmiş ve etrafını her daim Kur’an sesleri ile mamur etmiş. İçimden tüm insanlığa, Alevîsine, Sünnîsine, Şafîsine, Hanbelîsine; Türk’üne, Kürd’üne, Çerkez’ine büyük bir muhabbet besleyerek tekbirimi aldım, namazımı kıldım. Herkese ama herkese dua ettim. Tüm insanlara, tüm canlılara Allah’ın sonsuz rahmetini diledim. İnanıyorum ki o mübarek makamda Rabbim, benim o dualarımın hepsini kabul etti.
Dostlar,
Özellikle Azerbaycan’daki Dostlar,
İstemeden ayrılmak zorunda kaldığım bu huzur adasından çıkarken Şirvanî Hazretleri yüreğime şunları fısıldadı:
Ey Oğul,
Sen ki beni arzu edip kapıma kadar gelmişsin, ben de sana iki çift söz hediye etmek isterim. Öncelikle Allah, bu mekana gelip bana selam verenleri selamete kavuştursun. Onlar bana değil, Rablerinin dergahına geliyorlar; ne mutlu Rabbinin dergahında el açanlara, ne mutlu Peygamberimizin sünnetini ihya edenlere.
Ey Nevelerim,
Azerbaycan’dan beni ziyarete geldiğinizde nasıl şad olduğumu bir Allah biler. Oraların; Kürdemir’in, Şamahı’nın, Kazak’ın, Bakü’nün, Gence’nin hasretini ancak sizi görende unuduram. Gelin, beni ziyaret eyleyin; gelin, bana dua edin. Ben de size dua edeyim.
Nevelerim,
Amasya boş bir şeher değildir. Burada Mir Hamza’m ve benim bulunmam tesadüf değil. Yüzlerce evliyanın mekanı olan bu memleket bizi bağrına bastı. Biz her daim burada kendimizi ana kucağında gibi rahat hissettik. Burayı ve bizleri yanız bırakmayın. Türbemin üst tarafındaki sudan bol bol için; o su Allahın izni ile her derde devadır. İşte bu da size ziyaretiniz için vereceğim dünyalık hediyemdir.
Ey Oğul,
Sesin Azerbaycan’a kadar yetiyorsa, aynen böyle söyle, dedi. İçimin ta derinliklerinden duyduğum bu sesi sizinle paylaştım dostlar. Keşke o uhrevî anı, o serin mayıs akşamında, o tek tek damlayan yağmur damlalarının altında, yüzlerce binlerce kişi olarak yaşasaydık.
Ama inanıyorum ki sizler o güzel insanı İsmail Şirvanî’yi benden daha iyi tanıyor ve onun halifesi Mir Hamza’yı benden daha çok seviyorsunuz.
Mir Hamza’nın,
Külbe-i ahzânıma gel ey habîb
Gör ne belâlar çereim ey tabîb
Âteş-i firkat ne sitemkâr imiş
Veh ne cefâ çekermiş garîb
Dizelerindeki ayrılık ızdırabını benden iyi anlarsınız.
Dostlar,
Gelin, bu mübarek insanları her fırsatta ziyaret edelim; onları sevelim, onlar tarafından sevilelim. Ben gittim işte bu kadar doldum, bu kadar taştım.
Sizler de bu, manevî sofradan nasipsiz kalmayın.
Not: Amasya’mızda Azerbaycan’dan gelecek karıdaşlarımıza mihmandar olacak bir derneğimiz mevcut: Azerbaycan Türkleri Kültür- Sanat ve Dayanışma Derneği. Bu dernek, eğer yeterince desteklenirse binlerce Azerbaycan göçmenini ata yurdundakilere aparar, oradaki qohumları ile tanış eyler; oradan gelenlere de Anadolu’nun kalbi Amasya’da mihmandar olar.
Gelin tanış olalım
İşi kolay kılalım
Sevelim sevilelim
Bu dünya kimseye kalmaz.
TURAN’IN ABECESİ
Sevgili Dostlar,
Bugünden itibaren saymaya başlayınız, on yıla kadar Türklerin büyük çoğunluğu aynı abece’yi kullanacak. Bu müjdeli haberin bir de artçı tesiri var onu da haber vereyim: Her bir Türk şivesi kendine has güzellikleri terk etmeden korunacak; sonuçta ise anlaşma konusunda büyük sıkıntı olmayacak.
Dostlar,
Düşünebiliyor musunuz, dünya Türklerinin artık tek bir abecesi olacak ve bizler büyük bir engelden daha kurtulacağız, can gardaşlarımızın yazdıklarını kolayca okur olacağız. Xaberiniz olsun ki bugün Azerbaycan Latin alfabesi ile tüm kaynaklarını tecdid ediyor. Yüz yıl önce kısacık ömürlü olan Azerbaycan devleti, şimdi ebedi var oluşunun simgesi olarak abecesine dönüyor.
Dostlar,
Bendeniz Azerbaycan’da bir gazetede yazılar neşrediyorum, öğrencilerime oradaki gazetelere yazı yazmaları için teşvikte bulunuyorum. İnanın Türkiye’deki gazetelere nasıl yazıyorsam, oraya da aynı dil ve üslup ile ve aynı abece ile yazıyorum. Hiç itiraz almıyorum, anlamadık diyen çıkmıyor. Oradan gelen yazıları da kendi dergilerimizde paylaşıyoruz. Sadece q,w,x harflerinin ne anlama geldiği bilinince iş bitiyor. Orada “qabaq” (kabak), xaber (haber) kelimeleri daha doğru yazılıyor; çünkü kalın ses ayrımı net olarak ortaya çıkıyor.
Dostlar,
Müjdemi isterim, yakında Kazakistan da Latin abecesine geçiyor. Artık onlarla da alfabe penceremiz açık olacak. Kazak Türkçesi ile de aramızda “ye” lerin “je” olarak kullanılmasından başka büyük farklar olmadığını görünce şaşıracaksınız.
Bekle dünya Türkler dilde, işte, fikirde birliğin ilk kapısını tekrar açıyorlar: Aynı abecede birleşiyorlar. Özellikle sosyal medyanın bu kadar imkanlar sunduğu günümüzde, yeni bir çağ açılıyor, yeni bir nesil geliyor!
Sevgili Dostlar,
Abece birliğine bu kadar önem vermemi belki yadırgamış olabilirsiniz; ancak bizi en çok zorlayan husus, her Türk boyunun kendi şivesini ortak dil yapma isteği idi. Şimdi halklar kendi ortak söylemlerini kendileri geliştirir ve orta yolu bulur, diye düşünür oldum.
Size Azebaycan’ın bir gazetesinde aynen kopyaladığım bir şiir ile veda etmek istiyorum; bakalım anlamakta zorlanıyor musunuz?
Savadsızdır,
Adını da yazabilmir
Menim anam.
Ancak mene
Say öğredip,
Ay öğredip,
İl öğredip,
En vacibi dil öğredip
Menim anam.
Bu dil ile tanımışam
Hem sevinci
Hem de gamı.
Bu dil ile yaratmışam
Her şiirimi,
Her nağmemi.
Yoh, men heçem,
Men yalanam…
Kitap kitap sözlerimin
Müellifi: Menim anam. (Bahtiyar Vahapzade)
Kesin olan şu ki okumakta zorlamıyorsunuz.
Turan’ın yeni abecesine selam.
NOT: Gönül isterdi ki bu alfabe bin yıllık birikimimiz olan Arap alfabesi olsun; ama buna da şükür.
ERMENİLER HAKLI
Sevgili Dostlar,
Ermeniler hakkında sürekli konuşuyoruz ve genellikle onların yalanlarına dünyanın kandığını, altını çize çize haykırıyoruz.
Bu nasıl bir dünya ki “akı kara, karayı ak” olarak kabul ediyor, bu nasıl bir dünya ki zalimleri mazlum mazlumları zalim ilan ediyor.
Dostlar belki kızacaksınız ama dünya haklı, hem de sonuna kadar haklı.
Ermeniler o kadar çok çalışıyor ve tezlerini o kadar çok mecrada savunuyor ki, dünya milletleri bunlara “hayır” diyebilecek bir noktayı bulamıyor. Yani rakipsiz bir rakibimiz var.
Hoca neler saçmalıyor diyenlere hemen konuyu açıklayayım.
Dostlar,
Bundan yıllar önce Bulgaristan’da Türklere zulmedildi ve binlerce Türk ya öldürüldü ya da esir edildi. “Belene Kampı” hafızamıza bir mıh gibi saplandı kaldı. İşte bu yıllarda bendeniz Bulgar zulmünü anlatan birkaç tane roman okudum. O romanlarda belki biraz da abartı vardı; ancak genç bir Türk’ün böyle zulümleri kabullenmesi imkansızdı. İnsanlık adına olsun onlardan nefret etmem gerekiyordu; ettim. Daha hala da o ülkeye karşı içimdeki duygular düzelmedi, belki de hiç düzelmeyecek.
İşte Dostlar,
Tam bu noktada bizim Ermeni Diasporası karşısındaki acziyetimiz ortay çıkmakta. Kesin rakamları bilmiyorum ama, sadece Paris’te Ermeni tezlerini anlatan binlerce edebi eser; roman, hikaye, anı, otobiyografi… yayımlanmaktaymış. İşin garibi bu eserler öyle güçlü bir destek görmekte ki neredeyse dünyadaki tüm dillere çevrilmekteymiş.
Şimdi soruyorum,
Almanya’da on yaşında bir çocuk bu hikayelerden okusa, Nijerya’da bir genç bu romanlara kendini kaptırsa, Amerika’da bir memur bu otobiyografilerden etkilense ve dünyanın pek çok yeri gibi Türkiye’de bir yazar bu anıları tek gerçek zannedip kaleme sarılsa sonuç ne olur.
Dostlar,
Biz, sadece barım barım bağırıyoruz: Biz soy kırım yapmadıııık! Ancak unutmayın, bağırdığınız zaman sadece o salondakileri, o kanalı izleyenleri etkilersiniz; oysa yazar ve yayarsanız nesilleri etkiler ve ikna edersiniz. Belki okumaya ve yazamaya serin duran bir millet olarak, “Kim okuyacak ki” deyip geçiyoruz. Ama dostlar, dünya duyduğundan çok okuduğuna inanıyor. Dünya, sanal alemde gördüğünden çok, gece yatağında dalıp gittiği romandaki veya anı kitabındaki olaylara inanıyor.
Kendimden misal verdim, belki de o romanları okumasaydım, Bulgarlara bu kadar nefret hissiyle dolmayacaktım.
Şimdi biraz da işin içine kendimi katayım.
Dostlar,
Bir roman yazdım, adı: Gül Kokulu Mevlana. Bu kitapta Ermeni-Rus zulmünden ülkesini terk etmiş büyük bir âlimi anlattım. Azerbaycan’ın bu en yüce âlimi, 1700’lü yıllarda keyfinden yurdundan olmadı. Yetiştirdi Mir Hamza Nigari adlı şair ve âlimde Ermeni zulmünden dolayı Karabağ’ını terk etti. O da keyfinden yurdundan olmadı. Benim dedemin babası Süleyman Efendi Azerbaycan’ın Kazak bölgesinden kaçıp Amasya’ya geldi. O da keyfinden buralara kaçmadı. Hepsinin altında Ermeni zulmü vardı. Kendi köyüm, ki Amasya’nın merkez köyüdür, Samsun’a ticarete giderken helallik isteyen insanların yurduydu. Biliyorlardı ki yolda Ermeni çeteleri yol kesip kelle alabilirlerdi. Yüzlerce bölge insanının ırmak kenarındaki Ermeni değirmenlerine atıldığı ve bir daha bulunamadığı herkesin dilendedir.
Dostlar,
Romanımda bunlar var; ancak romanımın satış sayısı sadece onlarla ifade ediliyor.
Şimdi soruyorum: Bin bir Ermeni olsaydım ve Ermenilere Türklerin yaptığı zulmü anlatan bir roman yazsaydım, bu roman Paris’te basılıp yüz binlerce satılmaz mıydı? Onlarca dile çevrilmez miydi?
Dostlar,
Kendimiz kandırmayalım. Biz bağırarak sonuç alamayız, alamayacağız. Biz ancak insanların kalbine giden yoldan, sanat yolundan tezimizin haklılığını dünyaya yayacağız. On insan makale okur; ama yüz binlerce insan roman, hikaye, anı vb. okur. Bu okurlar da bir gün Rusya’nın, Amerika’nın, Almanya’nın başına geçer. Çocukluklarında okudukları romanların etkisini bir türlü hafızalarından atamazlar. Yeri gelince de parlamentolarında “Ermeni Tezleri” için ellerini kolayca kaldırırlar.
Kendi kitabım diye demiyorum ancak, bu sağırlık çok canımı sıkıyor, çoook.
BİR TİMUR GEREK (Mi?)
Sevgili Dostlar,
Dünya karmaşası içinde, her şey yerini kaybetmiş, insanlar doğru ile eğrinin ne olduğunda tereddüde düşmüş durumda. Şimdi her şeyin tekrar yerine oturtulması ve gerçekle yalanın ayrılması için yeni bir Timur beklenmeli. Belki Timur bir zalimdi, nasıl doğru ile eğriyi onun sayesinde ayırt ederiz, diyeceksiniz.
Dostlar,
Dünyada işler karıştığı zaman bir “lider” çıkar ve bazen kılıçla bazen de kalemle her şeyi düzeltir. İşte bugün görülen manzaraya bir “Timur” gerekli bence. İnsanların ortak korkulu rüyası olan ve herkesin birbirine kenetlenme sebebi olan Timur, Anadolu’da ve dünyanın pek çok bölgesinde insanları “kılıç” korkusu ile yola getiren.
Ziya Paşa’nın aşağıda bahsettiği “yeni çıkma” rezaletlerini ancak Timur-vari bir kişi korkusu kesip atabilir. Bakınız yüz yıl önceden halimizi tespit eden Ziya Paşa neler söylüyor:
-İkbâl için ahbâbı siâyet yeni çıktı
Bilmez idik evvel bu dirâyet yeni çıktı
Yüksek bir makama erişmek için “dost” dediğinin lafını yapmak yeni çıktı
Bu beceriksizliği önceden bilmezdik,yeni çıktı.
-Sirkat çoğalıp lâfz-ı sadâkat modalandı
Nâmus tamam oldu hamiyyet yeni çıktı
Hırsızlık çoğalıp sâdıklık sözü moda haline geldi
Namus bitti,koruma çabası (hamiyyet) yeni çıktı.
-Düşmanlara ahbâbını zemm oldu zerafet
Dildardan ağyâra şikâyet yeni çıktı
Düşmanlarına dostlarını yermek incelik haline geldi
Gönül dostlarını başkalarına şikayet etme yeni çıktı.
-Sâdıkları tahkîr ile red kaide oldu
Hırsızlara ikram ü inayet yeni çıktı
Sadık kişileri inkar etmek şart oldu
Hırsızlara ikram ve yardım yapmak yeni çıktı.
-Hak söyleyen evvel dahi menfûr idi gerçi
Hainlere amma ki riayet yeni çıktı
Doğruyu söyleyenler önceleri nefretle karşılanmışsa da
Hain ve doğru olmayanları kabul görmek,onlara uyum sağlamak yeni çıktı.
-Evrak ile ilân olunur cümle nizâmât
Elfâz ile terfîh-i ra’iyyet yeni çıktı
Tüm düzenlemeler belgelerle,kağıtlarla duyurulur (aslında)
Sözle halkın refaha getirilmesi (!) yeni çıktı.
-Âciz olanın ketm olunur hakk-ı sarîhi
Mahmîleri her yerde himâyet yeni çıktı
Güçsüz olanın hak ettiği (hakkı) saklı tutulur (aslında)
Güçlüleri korumak yeni çıktı.
-İsnâd-ı ta’assub olunur merd-i gayûra
Dinsizlere tevcîh-i reviyyet yeni çıktı
Gayret sahibi kimseler bağnazlıkla suçlanırken
İmansızların,dinsizlerin düşüncelerinin derin bulunması yeni çıktı.
-İslam imiş devlete pâ-bend-i terakki
Evvel yoğ idi işbu rivâyet yeni çıktı
Devlete yükselişte engel İslam’mış
Evvelinden yoktu,bu rivayet de yeni çıktı.
-Milliyyeti nisyan ederek her işimizde
Efkâr-ı Firenge tebaiyyet yeni çıktı
Milli benliğimizi unutarak hareket edip her işte
Batı’ya bağlılık yeni çıktı.
-Eyvah bu bâzîçede bizler yine yandık
Zîra ki ziyan ortada bilmem ne kazandık
Eyvah!…Bu oyunda yine biz yandık
Zîra,zararımız-ziyanımız ortada,bilmem ne kazandık?…
Yeni Türk gençliğinden, içimizdeki “Çin’e” sefere çıkacak bir Türk oğlu Türk Timur beklenmeli ve “yeni çıkan” tüm yozlukları yakıp yıktığını görmeliyiz. Aksi takdirde “yeni çıkmalar” devam edip gidecektir.
YENİ BİR GENÇLİK
Sevgili Dostlar,
Dün, Yeşilırmak kenarında yürürken bir beyti, bir gencin dilinden dökülürken dinledim. Ne kadar duygulandığımı tarif edemem. Beyit şuydu:
Gitdi ammâ ki kodun hasret ile cânı bile
İstemem sensiz olan sohbet-i yârânı bile
Üniversite öğrencisi olması muhtemel bu genç, Neşatî’nin bu beytini konuşmasının doğal bir parçası gibi söyledi ve açıklama ihtiyacı dahi duymadı. Yanındaki arkadaşı da “bu ne demek şimdi” demedi. Emin olun hayretim kat be kat arttı. Nasıl olur da yirmi yaşlarında bir delikanlı bu mükemmel beyti hafızasına alır ve diğer arkadaşları ile, açıklamasını yapmaksızın, paylaşır?
Dostlar,
İşte, yeni gençlik bu yönden takdire şayan bir yol bulmuş durumda kendine. Yalnızca son seksen yılını değil, sekiz yüz yılını okuyan, araştıran ve seven bir gençlik. Bizi İngiliz gencinden ayıran en temel noktayı bu gençlik tespit etmiş durumda. Görülecektir ki bir İngiliz genci gibi son sekiz yüz yılını merak eden gençlik, çok daha yüksek ufuklara kanat çırpacaktır.
Düşünebiliyor musunuz, bir Türk genci Fuzulî’yi, Bakî’yi, Neşâtî’yi, Mihri’yi, Mir Hamza’yı anlayabiliyor ve onlardan kendisi için hayaller devşirebiliyor. Şimdi bazı itirazların yükseldiğini hissedebiliyorum: “Kardeşim o kadar eski şairlerden bu gençler ne devşirebilir ki…” Bu itirazı serdeden dostlarıma şunu sorarım: Sizce Shakespeare ile Nedim arasında kaç yıllık bir fark vardır? Nedim Shakespeare’den kaç yıl daha eskidir?
Örnek olması hasebiyle aruzla yazdığım kendi şiirimden birkaç beyit sunayım, bakın bakalım eski şiir o kadar mı anlaşılmaz:
Dün İmâretten geçerken anladım ki rûhumuz
Şu Amasya şehrinin sonsuz bahârında susuz
Kalbimin zümrüt tepesinden kopardın bir nidâ
Huzr ile doldu bu gönlüm kaldırımda kaldı da
Mâverâya uzanan bir ses ezandan çağladı
Bunca yıldır aç olan kalbim bu sesle ağladı
O azâmet karşısında hep kesildi nefesim
Sanki sonbahârıma estirdin ılık bir nesim
Ey azîz mâbet yüce mâbet güzel mâbet nesin
Aldı benden benliğimi âh o uhrevî sesin
Aruzla yazılan bu şiirin ahengi yeni nesle estetik bir duygu yüklüyorsa neden bir kenarda kalsın?
Mihri Hatun’un altı yüzyıl önce söylediği şu beyit eskimiş mi?
Şöyle teşhîs eyledim Mihrî cihânın lezzetin
İlm ile savm u salat imiş kalanı hiç imiş
Veya Azerbaycan’nın Fuzulî’si Mir Hazmza’nın şu beyti:
Alıptır cânımı gamze düşüptür gönlüme lerze
Her bir âşık Seyyid Hamza her bir dilber Nigâr olmaz
Dostlar,
Shakespaere, Nedim’den tam 130 yıl daha eskidir. Yanlış duymadınız. Fuzulî ile ise çağdaştır. Şimdi şunu sormak gerekmez mi, “Bütün dünya bu kadar eski bir Shekeaspeare’de ne buluyor? İngilizler bu yazarı okuyarak ne kazanıyor?
Biz, geçliğimizi kendi kaynaklarına o kadar uzak yetiştirmişiz ki, sorsanız hiçbir genç Shakespere’nin Nedim’den daha eski olduğunu bilmez. Neden? Çünkü o şairler hayatın içinde sürekli tekrarlanıyor, yeni yorumları ile güncelleniyor ve daha ince ayrıntıları üzerine akıl yoruluyor.
Goethe de Şeyh Galip ile çağdaştır. Emin olunuz, Şeyh Galip felsefi derinlikte Goethe’den aşağı kalmaz. İnanmayan Hüsn ü Aşk mesnevisini okusun. Kendi değerlerini araştırmaya değer bulmayanların başka değerlerin hayranı olması gayet doğaldır.
İşte Dostlar,
Yeşilırmak kenarında bir üniversite gencisinin “To be or not to be” demek yerine yukarıdaki beyti zikretmesi beni bu yüzden çok heyecanlandırdı. O gazelin beytül-gazeli de çok güzel, onu da diğer gençler için yazarak sözümü tamamlamak istiyorum:
Bağa sensiz varamam çeşmime âteş görünür
Gül-i handanı değil serv-i hıramânı bile
Ne kadar güzel bir bahar ve ne kadar güzel bir gençlik geliyor, etrafınıza bakıp da görebiliyor musunuz?
TÜRK İSLAM ÂLEMİ VE KADIN MESELESİ
Sevgili Dostlar,
Ben bir erkeğim ve tüm erkekler gibi bir anadan doğdum. Annem benim için bu dünyaya gönderilmiş bir melekti; ben onun sayesinde dünyalı oldum, onun sayesinde ayakta durdum, onun sayesinde adam oldum. O melek olmasaydı ne dünyanın bu cennet baharlarını görür, Rabbimin Musavvir sıfatını seyrederdim, ne ahretimde sonsuz bir cennet hayalim olur. Beni bir kadın doğurdu, o benim annemdi.
Dostlar,
Ben anne dediğim bu meleğin çocukluğunda, genç kızlığında ve annem olduktan sonra şiddete uğramasını kabullenemem. Siz annenizin tacize hatta tecavüze uğramasını kabullenebilir misiniz?
Asla! Dediğinizi duyar gibiyim.
O halde dostlarım, bugünün minicik kızları yarının anneleridir; onlara yapılacak sözlü ya da fiili bir saldırı, yarınının, meleklerde de üstün olan annesine yapılmış değil midir? O kızımız yarın gelin olmayacak mı, çocuklar doğurmayacak mı, çocukları bizim gibi adam olmayacak mı?
Dostlar,
Ben bir erkeğim ve pek çok erkek gibi kız kardeşlerimle birlikte büyüdüm. Onlar benim için hep saçını süpürge eden, ağladığımda beni teselli eden, küçükken kucağından düşürmeyen, büyüdüklerinde ütümü yapan, annemin olmadı zamanlara bana annelik yapan insanlardı. Onların kılına zarar gelmesi benin canımı yakardı. Onların yolda taciz edilmesi benim namusumdan önce insanlığımı ayaklar altına alırdı. Ve inanın öyle bir şeyin olduğunu anlasam veya görsem neler yapabileceğimi Allah bilirdi. Belki de bu durumu bildikleri için pek çok sıkıntılarını onlar, benimle paylaşamazdı. Ben şahsen her kız arkadaşını kız kardeşi görmeyi ilke edinmiş bir insanım; benim kız kardeşime yapılamasını istemediğimi başkasının kız kardeşine yapmam. Bilirim ki ona yaptığım her hakaretin, sözlü ve fiili saldırının kendi kardeşime de yapılmasını meşrulaştırmış olurum. Bilirim ki “men dakka duka” diye bir Arap atasöz vardır ve “ çalma kapımı, çalarlar kapını” demektedir. Peki siz kız kardeşinize saldırılmasını veya otobüslerde sıkıştırılmasını kabul edebilir misiniz?
Asla! Dediğinizi duyar gibiyim.
O halde dostlarım, otobüs şoförü olarak taciz ettiğiniz bir genç kızın bir benzeri sizde yok mu? Sizin kız kardeşiniz, kızınız veya kız yeğeniniz yok mu? Erkeklik, aciz olan bir kız evladının hayatını bakışlarınızla veya tehdit dolu sözlerinizle karartmak mıdır?
Dostlar,
Ben bir erkeğim ve eşim var. Şöyle düşünüyorum, eşimin genç kızlığında erkekler tarafından tehdit edilmiş olması veya sözlü sarkıntılığa uğramış olması beni kahreder. Hatta, bu durum hayatımızda büyük bir travma haline gelir; çünkü eşimin erkeklere güveni kalmadığı için benimle ilgili de ön yargıları olur. Bu durum hayatımızı çekilmez bir noktaya taşıyabilir.
Peki dostlar, değer mi?
Asla! Dedeğinizi duyar gibiyim.
O halde dostlar, gelin erkekler olarak kendimize bir çeki düzen verelim. Kadının dünyadaki en güzel varlık olduğunu anlamak için annemizi, eşimizi, kız kardeşimiz, kızımızı kaybetmeyi beklemeyelim. Arada bir eşini kaybetmiş insanlarla sohbet edelim. Evlerindeki müthiş yalnızlığı kalbimizde hissedelim ve gidip eşimize, annemize, kızımıza, kız kardeşimize sarılalım. Unutmayın sizin bu sevdikleriniz nasıl namuslu ve biricikse; diğer insanların bu sevdikleri de o kadar namuslu ve biriciktir.
Genç erkekler, sevdiğiniz kızları isteyin, evlenmeye çalışın; ancak sizi istemeyeni bacınız kabul edin. Unutmayın, nikah bu dünyada değil ukbada kıyılır. Orada yazılmamışı burada tehdit ederek alamazsınız.
Erkek kardeşler, kız kardeşlerinizi koruyun ama ezmeyin, potansiyel tehlike görmeyin. Onlar sizin ruh ikizinizdir; siz göz kapaklarınızı tesettür olarak kullanın, onlar örtülerini. Kısalığı uzunluğu bırakalım da onların bilinçlenmesine bağlı olsun. Sen başkasına bakmazsan, umulur ki senin kız kardeşine de bakılmaz.
Kız kardeşler, babanızı ve erkek kardeşlerinizi zor durumda bırakacak, namus davasına düşürecek tutum ve davranışlardan ve giyinişten elinizden geldiğince uzak durun. Her yörenin bir müsamaha sınır vardır, o sınırı biraz gözetin.
Dostlar,
Ben inanıyorum ki, Türk-İslam âleminin erkeleri annesini, kızını, kız kardeşini, komşusunun kızını, sokaktaki delikanlı kızını namusu bilir ve ona kem gözle bakmaz. Kim ki bakar, Müslümanlığını ve Türklüğünü tekrar bir gözden geçirsin, derim.
Dostlar,
Gelin, yeni bir Ahi Evran çıkaralım da hepimizin harama uzanan elini, dilini, belini ve gözünü bağlasın.
NEVRUZ MU O DA NE?
Sevgili Dostlar,
Baharın güzel yüzünü iyiden iyiye gösterdiği şu günlerde, dünyanın tüm faniliğine rağmen cennete nispet ettiği şu mevsimde, çiçeklerin, semenilerin Allah’ın Musavvir sıfatını fısıldadığı şu anlarda “nevruz” bayramını kutluyoruz. Belki Azerbaycan’daki dostlar bu sözlerime, kalpten bir “eveeeet!” diyecekler; ancak Türkiye’deki ve Avrupa’daki kardeşlerim “Benim haberim yok!” diyerek şaşıracaklar.
Dostlar,
Gerçekten de bir gelenek öldüğü zaman onubir daha diriltmek imkansızdır. İşte nevruz geleneği de ülkemizde öldü, gitti. Şimdi onu ne kadar diriltmek istesek de olmuyor, olmuyor… Geleneğin canlı bir varlık gibi düşünülmesi ve öldüğü takdirde bir daha canlandırılamayacağının bilinmesi lazımdır. Resmi kutlamalarla bayram olmuyor.
İşte Dostlar,
Dünyanın baharla buluştuğu, çiçeklerin dünyayı selamlamaya başladığı, her şeyin yeniden hayat bulduğu bu güzel günlerde, üzerimizde bir kış uykusu hakim. Neden bizler de baharın geldiğini bir semeni ile, bir lale ile, aile içi güzel adetlerle fark edemiyoruz? Çünkü biz bu güzelliği yok ettik.
Dostlar,
Kırk yıl kadar yasaklanan Nevruz Bayramı bir anlamda ülkemizde ayrışmaların da bir vesilesi yapıldı. Mesela Kürt kardeşlerimiz bu bayramı gizli gizli kutladıkları için kendi bayramları zannetti. Biz Türkler ise yasağın etkisi ile geleneği unuttuk. Sonra birleri kulaklarımıza fısıldadı; onlarla sizler farklısınız; bakınız, onların nevruz bayramı var sizin ise yok!
İnanın yıllarca böyle düşünen insanlar yetiştirdik, durduk. Ne oldu? Sonunda aynı geleneği binlerce yıldır yaşatan iki millet birbirinden bir konuyla da olsa farklılaştırıldı. İyi mi oldu? Aslında en ortak olan noktamız “nevruz “ iken birilerinin hatası ve birlerinin kışkırtması ile koptuk.
Mehmet Akif’in dediği oldu: Girmeden tefrika bir millete düşman giremez
Toplu vurdukça kalpler onu top sindiremez
İşte tefrika girdi ve bizi kırk yıl birbirine kırdıran bir oyun tezgahlandı. Kazanan!?
Dostlar,
Bahar bayramı olan nevruz bizim bayramımız değildir; hepimizin bayramıdır. Onu kutlayan topluluklar din olarak bile farklıdırlar; ancak aynı coğrafyanın, aynı kültürün insanlarıdır; onlar Doğu toplumunun kardeş insanlardır. Elimizde birlik beraberlik için ne kadar çok imkan olduğunu görsek, ne İran-Turan çekişmesi kalır, ne Türk-Kürt ne de Alevi- Sünni.
Gelin bu bayramda şairin dediği gibi bahar güneşine sevgiyle seslenip mutlulukları davet edelim:
Bir bahar bulutu ol da gönlüme
Yağ be çisil çisil bahar güneşim
Şu kuru kalbimi bahar yelinde
Duy be fısıl fısıl bahar güneşim
Sanma ki zincirler bileklerime
Bağ be şakır şakır bahar güneşim
Çiçekli bir umut salıp ömrüme
Gül be ışıl ışıl bahar güneşim
Saadet hükmünü alıp eline
Gel be tıpır tıpır bahar güneşim
Bir eşsiz gülüsün gönül bağımın
Gez be tiril tiril bahar güneşim.
Nevruzunuz mukaddes olsun,
Newroz piroz be,
Happy nowruz,
Nevruz-ı mubarek,
Nevruzunuz kutlu olsun.
HASANOĞLU İBRAHİM:
DOĞUM: 1897, BAKÜ; ÖLÜM 1915, ÇANAKKALE
Sevgili Dostlar,
Bir millet, iki devlet şuurunun en güzel belirtisi nedir biliyor musunuz? Aynı cephede, aynı uğurda, aynı kelimeleri kullanarak şehit olmaktır.
İşte dünyadan bir Hasanoğlu İbrahim geçti ve canını aynı uğurda, aynı cephede, aynı kelimelerle, “Allah Allah!” diyerek feda etti.
Dostlar,
Hasanoğlu İbrahim Çanakkale’de can veren yüzlerce Azerbaycan Türkünden biridir. Onun da hayalleri, sevdikleri, düşündükleri vardı; ancak on sekiz yaşının tüm havailiklerini bir kenara atıp binlerce kilometre ötedeki Çanakkale’ye koştu.
Bakü’de doğan bir gencin Çanakkale’de işi ne olabilir? Bence işte onu buraya getiren ruh bizi de Bakü’ye çağıran ruh halidir: yani kardeşlik hukuku.
Nuri Paşa’yı 1918’de Azerbaycan’a gönderen duygu da işte bu kardeşlik hukuku idi. Hatta o günlerin anısına kırmızı fesli Türk askerlerini tasvir eden şu şiiri Talman Hacıyev’e yazdıran da bu kardeşlik hukuku idi:
Yazın evvelinde Gence çölünde
Çıhıblar yene de dize laleler
Yağışdan ıslanan yaprağlarını
Seripler dereye düze laleler
Hayalimden neler gelib ne geçer
Yaz gelir ellere durnalar göçer
Bulağlar semaver ağ daşlar şeker
Benzeyir çemende köze laleler
Meylim üzündeki gara haldadır
Hicranın elacı ilk vüsaldadır
Ne vakittir aşığın gözü yoldadır
Bir gonağ gelesiz bize laleler
Aynı muhabbetle Çanakkale’ye gelen Hasanoğlu İbrahim de yüreğinde vatan sevgisi, Allah aşkı ile savaşıp şehit oldu. Şimdi Bakü’de Şehitler Hıyabanı denilen yerde yüzlerce Anadolu gencinin isimleri; Çanakkale Şehitliğinde ise yüzlerce Azerbaycan gencinin ismi altın harflerle tarihe kazınmış durumda.
Sevgili Dostlar,
Bu kan birliğinden, bu can birliğinde, bu amaç birliğinden, bu ülkü birliğinden daha güzel ne olabilir. Gelin dünü bir olan, hedefi bir olan, yarını da bir olmak zorunda olan bir milleten, dünyaya hükmeden bir medeniyet güneşi çıkaralım.
Akif’in bir hilal uğruna ne güneşler batıyor dediği gençlerin kanlarının kızıllığından yeni bir fecr-i sadık dileyelim, Allah da bize nasip etsin.
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi…
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın?
‘Gömelim gel seni tarihe’ desem, sığmazsın.
.
BAKIŞLARINIZ OK, YÜREĞİNİZ TAŞ
Sevgili Dostlar,
Üniversite yıllarımdan bir anımı aktarmak istiyorum. Yakışıklı olduğunu zanneden bir arkadaşım, tüm Türk ve İslam değerlerini hiçe sayarak kız arkadaşlarını tuzaklara düşürmeye çalışıyor ve bununla bizlere hava atıyordu. Onun hikayelerini birkaç ay dinledik; kimi zaman güldük, kimi zaman hayret ettik. Bir gün, kızları nasıl aldattığını anlattığı sırada ona şu soruyu sordum: “Senin kız kardeşin var mıydı?” Arkadaşım rengi atmış bir halde “evet” dedi. Şu anda başka bir kişi de senin yaptığının aynısını, senin kardeşine yaptığını anlatıyor, dedim. Arkadaşım aşırı sinirli bir şekilde üzerime yürüdü; diğer arkadaşların sakinleştirmesi ile durumu izah ettim. Sen başkasının kız kardeşine tuzak kuruyorsun, evlilik vadiyle kandırıyorsun, onunla eğleniyorsun: bu hakkın! Başka bir erkek senin kız kardeşini aldatıyor: bu onun hakkı değil! Bu mantıkta bir bozukluk yok mu? Ben yaparsam erkeklik, kız kardeşime yapılırsa hainlik, ne kadar saçma.
Dostlar,
Emin olun toplumumuzda derin bir yara içten içe bizi kangrene götürüyor. Kadınların tehdit edildiği, sokakta laf atılarak tahkir edildiği, giyinişi yüzünden ön yargılı tutumlara maruz kaldığı bir dünyada yaşanmaz, yaşanamaz. Şunu iyi bilmeliyiz ki bir kadın açık giyiniyor diye ona hakaret etmek veya laf atmak, onu bizim düşüncemize veya bizim kriterlerimize yaklaştırmayacak veya çarşaf giyen bir kadına “kara böcek” demek, hemen onu sizin istediğiniz kriterlerde giyinen bir insan yapmayacak. Siz kırdığınız kalple baş başa kalacaksınız ve hem bu dünyada hem de öbür dünyada hesap vereceksiniz.
Sevgili Dostlar,
Esnafın eline, diline, beline sahip çıkması gerektiğini belirten “Fütüvvetnameler” artık yok. İşte o zamanlarda, bu tür ahlaksızlık yapanlar, yani sokaktan geçen kadını rahatsız edici şekilde süzenler veya laf atanlar ağır cezalar alırlardı. Mesela kulağı kesik deyimini oradan geldiğini söyleyen kaynaklar vardır. Bir esnaf ahlaksızlık yapar ve bunda ısrar ederse onu kulaklarından kapıya çivilerlerdi ve kulak yırtılmadan da o kişi o durumdan kurtulamazdı.
Dostlar,
Kulağımıza küpe olsun ki Peygamberimiz “kadınlar sizin emanetinizdir.” sözü ile kainata seslendi. “Öyle kadını bul, emanetim olsun.” diyenlere de “Sizin kriterlerinize uymayan tüm insanları yok etmek hakkınız mı var.” demek gerekiyor.
Dostlar,
Bakışlarımızın ok, yüreklerimiz taş olduğu bir dünyada o oklardan nasip almamak imkansızdır. Sizin karınız açık olduğu için, diğerinin karısı kapalı olduğu için, bir diğerinin mavi gözlü olduğu için… sokakta taciz edilecek. Bunun sonu yok!
Çözüm ise karşılıklı silahları bırakmakta. İki cinsi birbirine düşman gibi gösteren tüm yanlışları hayatımızdan elememiz gerekiyor. Eşimiz haricindeki kadınları “bacımız” görebilmeyi Türk kültüründen alabilmeliyiz; Hz. Yusuf gibi iffet abidesi olmayı, Müslüman olmanın şiarı olarak görebilmeliyiz. Bir kadına tacizde bulunan kişi binlerce sebep bulsa da, sonuç olarak kendi nefsi için hareket etmekte ve şeytanın oyuncağı olmaktadır. Onun yapacağı tek şey vardır: Türk milletinin kendinden utandığı bilmek, Peygamberimizin suratına tükürdüğünü hissetmek.
Tekrar ediyorum, kadına laf atamak, onu taciz etmek, yolda rahatsız etmek için her ne bahane buluyorsanız bulun, hepsi sizin şeytanınızın ve nefsinizin pisliğidir.
Sokakta kadına şiddet uygulayan biçare insanlar: Bakışlarınız ok, kalbin taş!
Dikkat et, aynı ok senin de kalbini delebilir!
İLK GÖZYAŞI
Sevgili Dostlar,
Hocalı Katliamının acıları içinde geçirdiğimiz bu hafta, aklıma bu olayın benzerinin yaşandığı ilk yıllar getirdi. Azerbaycan’da ilk katliamlar Rusların saldırdığı 1720’li yıllarda olmuştu. Ben de o devrin Mücahit ve Mutasavvıfı olan İsmail Şivanî’yi anlattığım Gül Kokulu Mevlana adlı romanımda ilk çatışmayı şöyle kurgulamıştım:
İsmail Şirvanî diyordu ki,
“Ermeniler her yerden toplanıp Karabağ’a doldurulmaya başlandı. Bu arada pek çok yerde zulümler ve gözyaşları birbirini izledi. Yermelov’un sardığı bir köyde çatışma çıkınca kıyamet kopmuş ve adeta köylerde kimse kalmamacasına katliam yapılmıştı. Bu durumun aynısı diğer bir gün Karabağ’ın kuzeyinde bir köyde vukuu buluyordu. Yüzlerce köylü karyesini terk etmişti; ancak bir kısmı kalmayı ve direnmeyi seçmişti. Bunlara karşı kullanılan güç, akıllara durgunluk verecek cinstendi. Köyün dışında yakaladıkları insanları işkenceyle öldürüyorlar; çocukları ise diri diri toprağa gömerek korkuyu daha bir dehşetli boyuta taşıyorlardı. Özellikle toprağa diri diri gömülen çocukları duyunca kendimi tutamayıp ağladım. Bu alçaklık, bu insanlık dışı muamele, Cahiliye Devrinde kalmamış mıydı?
Silahlı tüm güçleri bu iş için toplayıp o karyeye yardıma gitme ve ilk çatışmamıza girme kararı aldık.
Köyün yakınındaki tepelerden Rus ve Ermenilere ateş etmeye başladık. Yüzlerce asker bir anda bize doğru dönüp ateşe başladı. Aramızda kalan bölgedeki eski evleri de siper ederek gün boyu çatıştık.
Aldığımız istihbarata göre, Rusların ve yandaşı Ermenilerin içinde Kazak Türklerinden de ne için savaştığını bilmeyen kardeşlerimiz varmış.
Halifelerime özellikle de Has Mehemmed’ime, gece bir damın üzerine çıkıp Kazak kardeşlerime sesleneceğimi ve beni engellemeye kalkışmamalarını söyledim. Hepsi birden, efendim bir sütre gerisinden seslenseniz, dedi. O kadar üzgündüm ki bir çocuk daha toprağa gömüleceğine ben gömüleyim, dedim. Gece bastırınca bir damın üzerinden elimi ezan okur gibi yanaklarıma bitiştirip avazım çıktığınca bağırdım. Bu yolla Rusların aldatmacasına kanan Kazak kardeşlerimi saflarımıza çekmeyi umuyordum.
Çok iyi bildiğim Kazak Türkçesiyle, Tekvir Suresinden bölümler okumaya başladım:
“Güneş katlanıp dürüldüğünde, Yıldızlar bulandığında, dağlar yürütüldüğünde, kıyılmaz mallar bırakıldığında, vahşi hayvanlar bir araya toplandığında, denizler ateşlendiğinde, nefisler eşleştirildiğinde, diri diri toprağa gömülen kıza sorulduğunda, hangi günahtan dolayı öldürüldün, diye. Amel defterleri açıldığında, gök sıyrılıp açıldığında, cehennem kızıştırıldığında ve cennet yaklaştırıldığında herkes ne getirmiş olduğunu anlar. Şimdi yemin ederim o sinenlere (yıldızlara), o akıp akıp yuvasına girenlere, yöneldiği an geceye, nefeslendiği an sabaha ki kuşkusuz o Kur’an değerli bir elçinin sözüdür.”
Ayetler bitince Kazak kardeşlerime bağırdım: “Bu okuduklarım sizin de bizim de inandığımız kitaptan; şimdi hangi yüzle Allah’ın katına döneceksiniz. Müslüman kardeşini öldürmüş olarak mı?” diye seslenip bir adım ileri attım. O anda, bir silah sesi ile herkes siperlere atladı. İçimden, şahadet burada ise ne mutlu, deyip sözlerime devam ettim.
“Bugün!”, dedim, “Birbirini yiyen biz Müslümanlar kime hizmet ettiğimizi biliyor muyuz? Benim bildiğim, biz kendi yurdumuzu savunuyoruz; sizin bildiğiniz nedir? Bir Müslüman ülkesini Ruslara teslim etmek midir? Sizce buna dininiz, inancınız, örfünüz, adetiniz; Türk kanınız izin verir mi?” Bir kurşun daha sağımdan geçti.
Artık susup neticeyi bekledim. Biliyordum ki Kazak Türkçesini hiçbir Rus merak edip öğrenmez; ancak her Kazak, Rusça bilir. Ne dediğimi Rusların anlamaması en çok istediğim şeydi.
Sabaha karşı silah sesleri ile sarsıldık; ancak silahlar ne köyün içinde ne de bize karşı idi. Bir saat kadar sonra Kazak kardeşlerimizin bağladıkları Rus ve Ermeni askerleri ile bize doğru bayrak salladığını gördük. Evet, bir kez daha vicdanın sesi galip gelmişti. Öldürülen ve esir alınan düşman askerleri ile ilgilenmeyi Kumukî’me bırakıp Kazak kardeşlerimle Kürdemir’e döndüm.
Mir Hamza Nigarî de şöyle diyordu:
Merd ü merdâne o kaplan-sıfat Moskof ilen
Eylemek ceng ü cidâl şîr-i Dağıstâna düşer
[Moskof ile mertçe ve erkekçe savaşmak o kaplan sıfatlı Dağıstan aslanı İmam Şamil’e düşer. ]
(İmam Şamil İsmail Şivanî’nin icazeti ile cihat etmiştir.)
Dostlarım,
Amasya’dan, İsmail Şirvanî’nin ebedî istirahat-gâhından tüm Türk dünyasına selam olsun.
TURAN TURAN DİYE
Sevgili Dostlar,
Bundan yirmi üç sene önce Turan’ın kalbine bir hançer indi ve bu hançerin yarası o kadar çok kanadı ki, bundan kızıl bir deniz, üstünde de Türk’ün ay yıldızlı bayrağı oluştu. Bu hançer, Ermeni hançeriydi, bu akan kan Türk oğlu Türk Azerbaycanlı kardeşimin kanıydı; bu vahşet Hocalı katliamı idi.
Dostlar,
Yüreğinizin derinliklerine inin, gözlerinizi kapayın ve şunu tefekkür edin: Bir kasabadasınız ve etrafınız Ermeni sırtlanları ile çevrilmiş; kaçacak yol yok, sığınacak yer yok. Günlerce bombardımandan sonra düşman adım adım evinize doğru ilerliyor. Ne yaparsınız? Hemen gözünüzü açar, kalbinizin derinliklerini terk eder, böyle bir durumda olmadığınız için sevinirsiniz değil mi? Ama orada öyle olmadı. Orası Hocalı kasabasıydı ve binlerce insan, gözünü açınca kendini selamette bulamadı.
Belki bir umut diye bekledikleri helikopterler Türkiye’den gelmedi.
Azerbaycan’ın denemesi, helikopterinin düşürülmesi ile sonuçlandı. Ve acılar, vahşetler başladı. Bu acıları anlatmaya hiçbir insanın kalbi dayanmaz; ancak kalbinize taş basıp şunları dinleyin lütfen,
Gazeteci, Zarife Guliyeva’nın bir mektubundan:
“Ben helikopterin camından bakıyordum ve gördüğüm, bu insanlık dışı dehşet verici manzara gerçek anlamda beni hayretler içinde bırakıyordu. Karın eridiği dağ yamacının gölgesinde sararmış otların üzerinde insan cesetleri bulunuyordu. Büyük bir alan kadın, yaşlı ve çocukların cesetleri ile doluydu. Cesetler arasında bulunan ninesine (anneannesine) sarılmış küçük kız cesedi, insanı yakan bir manzara idi. Beyaz saçlı, başı açık ninenin yanına küçük kız uzanmıştı. Nedense, onların ayaklarını dikenli tellerle bağlamışlardı. Ninenin elleri de bağlıydı. Her ikisinin kafasında kurşun yarası vardı. Yaklaşık 4 yaşındaki kız çocuğu hayatının son anında ellerini, ölmüş anneannesine uzatmıştı. Bu sahneden o kadar etkilendim ki, kamerayı bile unuttum…”.
Dostlar,
Benim kalbim Hocalı ile ilgili fotoğraflara bakmayı kaldırmıyor; ancak gönlüm şöyle bir arzu ile yanıp tutuşuyor: Allah’ım biz Türkleri öyle bir maya ile birleştir ki, bir daha düşmanlar; değil katliam yapmak, parmağını bile kıpırdatırken bizden korksun. Dünyada adaletle, nizam- âlemi sağlayan Türkler bir kez daha âleme nizam versin ve bu acıları ne Türkler yaşasın ne de diğer milletler.
Dostlar,
Kesin olan bir şey var o da bu acıların egemen güçlerin telkini ve kışkırtması veya göz yumması ile ortaya çıktığıdır. Egemen güç olmanın her türlü yolunu araştırmak Hocalı’nın intikamını almanın tek yoludur. Hiçbir Türk boyu tek başına egemen güçleri alt edemez; hiçbir Türk boyu emperyalistleri tek başına karşısına alamaz. İlle de birlik, ille de birlik. Hocalı’nın aynısını yüzyıl önce yaşayan Anadolu Türkleri, bu katliamla o günlere geri döndü ve acıları tazelendi; ancak ülke yönetimi aynı acıyı yüreğinde hissedemedi ki yardım göndermekte tereddüt etti.
İşte Dostlar,
Peygamberimizin tarif ettiği insanlardan olamazsak ve “ Müslümanlar bir vücudun uzuvları gibidir, nerede bir ağrı, sızı olsa; diğer uzuvlar onu hisseder ve o acıyı gidermeye çalışır.”diyemezsek, yazık bizlere, yazık ki ne yazık.
Mir Hamza Nigari Hazretleri sanki yüz yıl öncesinden Karabağ’ın bu halini görmüş de şöyle söylemiş:
Dağlayupdur beni bir lâle-i zâr-ı Karabag
Yandırupdur beni bir nar-ı Nigar-ı Karabağ
Hocalı fotoğraflarını görünce benim de Karabağ’ın kara bahtlı lale yanaklılarının kanlar içindeki hali kalbimi dağlıyor; onların yakılmış cesetlerini görünce benim de kalbimi o güzel yavrucakların acısı yandırıyor.
Allah’ım, biz Türk milletiyiz. Senin dinini Avrupa içlerine kadar biz yaydık; ilâ-yı kelimetullahın sancaktarı bizdik. Yalvarıyoruz, o sancağı bize yine nasip et.
Allah’ım dünyada adaletli nizamı binlerce yıl bizimle sağlattın. Yalvarıyoruz, nizam-ı âlemi yeniden bize kurdur.
Allah’ım bunlar için Türk birliğine ihtiyacımız var, Müslüman kardeşliğine ihtiyacımız var; bizi Hira dağı kadar Müslüman, Tanrı dağı kadar Türk eyle.
“Ya Turan Başa, Ya Kuzgun Leşe!”
BİR ÖZGECAN
Dostlar,
Amasya’da Pir İlyas adlı bir âlimin kabri mevcuttur. Bu kabirde yatan kişi ilmini Amasya’dan feyzini ise Azerbaycan’ın kalbinden, Şamahı’dan almıştır. Anadolu’da Halvetiğinin ilk temsilcilerinden olan Pir İlyas, Şamahı ve Bakü’den dünyaya ışıklar saçan bir tarikatın Anadolu’ya akan nuru olmuştur. Bu şahsın dünyaca ünlü bir torunu vardır: Mihri Hatun. Mihri Hatun, o devir kadın hakları üzerine şöyle bir şiir yazıyor:
Çünki nâkıs ‘akl olur dirler nisâ
Her sözüñ magrûr tutmakdur revâ
Lîk Mihrî dâ’inüñ zannı budur
Bu sözi der ol ki kâmîl usludur
Bir müennes yegdurur kim ehl ola
Biñ müzekkerden ki ol na- ehl ola
Bir müennes yeg ki zihni pâk ola
Biñ müzekkerden ki bî- idrâk ola.”
“ Kadınlar eksik akıllı olur derler, o yüzden ( ey Mihrî ) her sözünü – kadınları temsil ettiğin için- mağrur tutman gereklidir. Lakin bu hususta Mihrî kardeşinizin fikri şudur: Bu kadar sözler söyler- bu kadar güzel şiirler söyler- o halde her kadın gibi-o kamil ve akıllıdır.
İşinin ehli bir kadın yeğlenmelidir işinin ehli olmayan bin erkeğe. Zihni açık, zeki bir kadın yeğlenmelidir bin anlayışsız erkeğe.”
Dostlar,
Bu şiirin yazıldığı yıllar 1400’lü yıllar, bu şiiri yazan bir Halveti şeyhinin torunu, bu şiiri yazan bir kadın ve bu şiiri devrin şehzadesi Bayezid’e sunuyor. Garip değil mi demokrasi ve insan haklarının herkes tarafından dillendirildiği bir devirde, artık bu kadar kolay hak savunuculuğu yapamıyoruz. Geçmişin karalandığı ve kadın düşmanı ilan edildiği bir dönemde, ne kadar cahil ve cani insanlar yetiştirdiğimizin farkında mıyız?
Dostlar,
Mihri Hatun çok eski bir örnek olarak görüldüyse size yenilerden, Lale Devrinden bir kadın tanımı aktarayım. Bakın, Nedim kadını nasıl tarif ediyor:
Haddeden geçmiş nezaket yâl ü bâl olmuş sana
Mey süzülmüş şîşeden ruhsâr-ı al olmuş sana
Bûy-ı gül taktir olunmuş nazın işlemiş ucu
Biri olmuş hoy birisi destmâl olmuş sana
“Ey sevgili, nezaket denilen “incelik kavramı” tekrar tekrar hadde makinesinden geçirilip inceltilmiş ve bir kıl haline getirilmiş; sonra da sana boy pos olmuş.
Mey denilen kırmızı şarap da tekrar tekrar süzülmüş şişeden; sonra senin yanağındaki allık olmuş.
Gülün kokusu ise tekrar tekrar damıtılmış sana mis gibi kokan bir hoy (huy) olmuş; naz denilen şeyin de ucu işlenmiş ve senin eline mendil olmuş.”
Dostlar
Bir kadının bu kadar ince tasvir edildiği toplumda kadının değeri nedir, varın siz karar verin.
Biraz daha yakına gelelim 1960’lı, 70’li yıllarda Muzaffer İlkar bir bestesinde şöyle diyor:
Şarkılar seni söyler dillerde nâme adın
Aşk gibi, sevda gibi huysuz ve tatlı kadın
Ona Vecdi Bingöl şu güftesi ile destek oluyordu:
Leyla bir özge candır,
Kara gözlü ceylandır
Doyulmaz hüsn-i ândır
Kanılmaz bir içim su
Leylâ Leylâ âh Leylâ
Peki ya şimdi:
Nazan Öncel bir şarkısında şöyle bağırıyor:
Al aşkını götür cehennemin dibine
Şanslı köpek
Koca bebek
Ayıp sana
Hakan Altun:
Yaklaşık bir senedir
Tedavülden kalktın sen
Bendeniz:
Sen çekirdeksin yavrum hayatımda
Üç kuruşluk aklınla benle oynama
Çelik:
Al başını git bu evden, görmesin gözüm
Usandım, bıktım usandım dırdırından
O köpeği de sakın unutma
Al onu da götür yanında
Kalmasın bir şeyin bu evde,
Bana da böyle bağırma
Dostlar,
Bu garabetin Azerbaycan da dahil pek çok Türk yurdunda pop kültürü adına artık kadını meta’laştırdığını kim inkar edebilir.
Diyorum ki,
Kadınların şiddet gördüğü bir dünyadaysak sebebi, Mihrî gibi kadınlık abidelerinin azalmasından olmalı, eski şiirlerdeki kadın figürünün kabalaşmasından olmalı ve pop adına kadını alınıp atılan bir şey gibi görmemizden olmalı.
Ama olamamalı dostlar, olmamalı; çünkü,
Leylâ bir Özgecan’dır.
OSMAN YÜKSEL SERDENGEÇTİ, YA BİZ?
Sevgili Dostlar,
İnsanlar çok sevdiklerini kaybettiğinde arkasından ağıtlar veya mersiyeler yazardı. İşte ben de Osmanlı ardından bir mersiye yazısı yazma ihtiyacı hissediyorum. Bunu oturup haline ağlamak gibi yorumlayanlar olursa hata edeceklerdir; çünkü ağıtlar, mersiyeler hayata yeniden bağlanışın işaretidir. Kaybedilenin ardından akan yaşlar tarlaları sulayan çeşmeler misali yeniden doğuşun da müjdesidir; insan kavuşmak için mücadele ettikten sonra mutlaka sevdiğine bir şekilde tekrar kavuşur. Bu ahrette de olsa fark etmez, yeter ki sonunda kavuşulsun.
Dostlar,
Benim gözyaşı döktüğüm ve mersiye yazdığım sevgilim, “yurtta ve cihanda sulhu” sağlamış bir devlet: Osmanlı. Kim ne derse desin yüzlerce yıl nizam-ı âlemi sağlayan ve ilâ-yı kelimetullahı bayraklaştıran bu devleti özlememek imkansızdır. Hele de bugünlerde. Yüzlerce Müslümanın kanının oluk oluk aktığı şu devirde “Dur!” diyebilecek bir gücümüzün olması fena mı olurdu?
Dostlar,
Şah mı, Sultan mı? soruları ile gönlümüzü bulandırmak yerine, İran mı, Turan mı deyip bir birimiz yemek yerine; Şii mi, Sünni mi diye küsüşmek yerine; “illa da İslam, İlla da İslam” deyip birbirimize sarılsak ne güzel olur. Aramızdaki anlaşmazlıkları azaltıp, uzlaştığımız konuları geliştirsek ne güzel olur.
İşte size kaybedilen bu birliğin sonunda ciğer yakıcı hezimetlerin mersiyesi. Ağlayın, ağlayın dostlar, düştüğümüz ayrılık odlarına, girdiğimiz küçük çıkar bataklıklarına ağlayın:
Osman Yüksel Serdengeçti, bizim için ağlamış ve şöyle demiş:
Bin yıl oldu toprağına basalı
Hayli oldu kılıçları asalı
Bülbüllerin onun için tasalı,
Sazlar kırık ayar tutmaz telleri
Biz neyledik o koskoca elleri?..
Evet biz, koskoca cihan devletini ne yaptık, şimdi kırık sazlarla onun ağıtını söyleyip göz yaşı döküyoruz. Bu gözyaşı tam yüz yıldır akıyor, yetmez mi? yetmez mi? dostlar…
Yol görünür, hakan emir verirdi,
Dalga dalga ordularım yürürdü,
Hamlemizden dağlar taşlar erirdi
Dolu dizgin aştık nice belleri,
Biz neyledik o koskoca elleri?..
Şimdi bu ordular, bu hakanlar yok diye ağlamalı mı? Yoksa gözyaşlarımız kurudu, artık tekrar diriliş zamanı deyip ayağa kalkmalı mı?
Yıldız doğar, tarihimiz belirir,
Sabah olur, ulufeler verilir,
Bir seferde dört krallık serilir,
Al al ettik kara kara tülleri,
Biz neyledik o koskoca elleri?..
Bir zamanlar bir seferde dört krallık deviren Türkler artık Hocalı’da, burnun dibinde, Türkler katledilirken parmağını bile oynatamıyor. Biraz daha ağlayalım…
Ferman çıkar, dal kılıçlar takınır,
Meydanlarda Rabb’a dua okunur,
Gölgemizden bütün cihan sakınır,
Andırırdık coşkun akan selleri ,
Biz neyledik o koskoca elleri?..
Artık gölgemizden değil, gövdemizden bile cihanın haberi yok. Biz neyledik o koskoca elleri? diye ağlamaya devam mı edelim, kalkıp “Yeter artık bu dünyada bir de Türk gerçeği var.” mı diyelim.
Hocalılar, Plevneler bizsizdir,
Yosun tutmuş camilerim ıssızdır,
Boynu bükük minareler öksüzdür,
Açmaz olmuş kızanların gülleri,
Biz neyledik o koskoca elleri?..
Hocalı, Hocalı, Hocalı âh Hocalı, bu dizelerin arasına girmeseydin ne güzel olurdu. Acizliğin son halkası kırılsaydı ve bizim kızanlarımıza göz dikenlerin gözleri bir daha dünyayı görmeseydi. Bu da sadece bir dilek oldu. Dilek yerine bilek olmaya ne dersiniz; hem de tek bilek; Türkün bükülmez bileği…
Hali görür, geleceği sezerdik,
Bir zamanlar ta Vistül’de gezerdik,
Haritayı biz kendimiz çizerdik,
Fetheyledik deryaları, çölleri,
Biz neyledik o koskoca elleri?..
Rodopların ak başları yaslıdır,
Serdengeçti gönül artık usludur,
Rüzgarları bile matem seslidir,
Zafer zafer der, eserdi yelleri,
Biz neyledik o koskoca elleri?..
Rüzgarların matem sesini artık Kafkasya’nın gür fırtınasına, Rodop dağlarının kasırgasına, Torosları haşmetine döndürmenin zamanı gelmedi mi, dostlar, gelmedi mi?
Ne olur Necip Fazıl gibi umutlar dağıtalım, ağıtları bırakalım. Yetişir bu kadar gözyaşı, bu kadar kan, bu kadar mersiye. Haydi döndürelim şu gidişi tersine:
Kırılır da bir gün bütün dişliler,
Döner şanlı şanlı çarkımız bizim.
Gökten bir el yaşlı gözleri siler.
Şenlenir evimiz barkımız bizim.
Yokuşlar kaybolur çıkarız düze.
Kavuşuruz sonu gelmez gündüze.
Sapan taşlarının yanında füze,
Başka âlemlerle farkımız bizim.
Kurtulur dil, tarih, ahlâk ve iman.
Görürler nasılmış neymiş kahraman.
Yer ve gök su vermem dediği zaman,
Her tarlayı sular arkımız bizim.
Gideriz nur yolu izde gideriz.
Taş bağırda, sular dizde, gideriz.
Bir gün akşam olur, biz de gideriz.
Kalır dudaklarda şarkımız bizim
Dostlar, gelin şu dünyadan göçüp gitmeden önce torunlarımıza yeni bir dünya hazırlayalım. Onlar Turan ellerinde serbestçe gezen, deste deste kardeşliği biçen, yudum yudum mutluluğu içen, adaletle dünyaya nizam veren bir Türk Birliği asrına doğsunlar.
İNADINA KARDEŞİZ
Sevgili Dostlar,
Meşhur bir hikâye vardır. Adamın birisi çok güzel ballar satıyormuş; ancak suratı sirke sattığı için hiç kimse ondan bal almıyormuş. Bir adam da sıradan ballar satıyormuş, ama her daim gülümsediği için herkes ondan bal alıyormuş. Bugünlerde şöyle düşünüyorum: Acaba herkes gül bahçesi istiyor da kendini ifade etmekte yanlış bir mimik mi kullanıyor?
Dostlar,
Sizlere Alevî-Sünnî kardeşliğinden bahsetmek için bu girişi kullandım. Hayata bakışından, çiçeğe bakışına kadar aynı duygulara sahip bu iki kardeş, nasıl oluyor da bir birini anlamakta bu kadar zorlanıyor? Acaba kendilerini ifade etmekte mi zorlanıyorlar; vücut dillerini kullanmakta mı?
Dostlar,
Anadolu’nun bağrında, Aleviliğin ve Sünniliğin en güzel yaşandığı Çorum’dan bir akademisyenden cümleler aktaracağım. Bu akademisyen Prof. Dr. Osman Eğri hocamız. Onun aşağıdaki Alevî- Bektaşî tanımını okuyup da altına imza atmayacaklar lütfen bana sebebini yazsın. Bana göre, Sünnî ile Alevî-Bektaşî bu metnin içinde Müslümanlığın müşahhas halini almışlar. Ben en küçük farklılık göremiyorum: ya siz?
İşte, hocamın o anlamlı yazısı, düşünün bakalım Sünniler için mi yazılmış, Alevî- Bektaşiler için mi?
“Gül ağacı gibi Hakk meydanında, mürşid huzurunda “Allah Allah”, “Lâ ilâhe illlallâh” zikirleri ile yanan ve etrafına gül kokusu yayan cânlar, gül yüzleri, şirin sözleriyle de çevrelerini gül bahçesine çevirmişlerdir. Marifetullah, muhabbetullah ve müşahedetullah makamlarına yükselen, zikir ve fikir ehli talipler, aşk meydanında kanat çırpan zahir batın kanatlı Ankâ Kuşu olmuşlardır. Elbiseleri edep ve hayâ, azıkları töğbe ve istiğfar, arkalarına aldıkları rüzgar ise İlahî aşk ve iştiyaktır. İlm-i ledünden aldıkları zevk-i rûhâni ile âlemi kalp gözüyle seyretmişler, bakırı altına, kömürü elmasa çevirmişlerdir. Nefis ve ruhları arasındaki amansız savaşı sona erdirdikleri için, onların gözüne düşmanlar dost görünmüş, aldıkları her nefeste İlahî nağmelere tercüman olmuşlardır. Erenlerin sözü sohbeti ile marifetlerini artıran talipler, mertlik ve merdanlığın ne demek olduğunu yetmiş iki millete gösteren hakikat sultanlarıdır. Hz. Muhammed’in Kur’an ve Ehl-i Beyt mirasına sıkı sıkıya sahip çıktıkları için Kevser havuzunu bu dünyada bulmuş, gönüllerindeki kirleri Hızır çeşmesi misali bu havuzda arıtmışlardır. Onlar artık ariftir. Arifler hem arı hem de arıtıcıdırlar. Onlar gül alıp gül satmaya, tekkeleri de gül kokmaya başlayınca nice bülbüller onları ziyarete gelmeye başlamışlar, mihman Ali’dir anlayışınca gelenler de gülle karşılanmışlardır.” (Hünkar Alevilik Bektaşilik Akademik Araştırmalar Dergisi/Sayı 1/ sayfa 29)
Dostlar,
Size de bu sözler tanıdık geldi değil mi? Aynen Mir Hamza Nigari’nin şiirlerinde bahsettiği insan modeli. Hatta şu sözün tefsir:
Allah’ı Muahmmed’i âlî seven dostânız
Ne Sünnîyiz ne Şiî bir halis Müslümanız
Bir gün etrafınıza bakıp da gül kokulu, gül yüzlü, gül alan ve gül satan insanlar görmek isterseniz, ne olur elinizi ve gönlünüzü açık tutun. Mutlaka sizi bir dost ve kardeş sıcaklığı ile saracak insan bulacaksınız; çünkü biz Müslüman’ız. Çünkü biz selamette olmanın yegane kalesiyiz. Birbirimizi Allah’ın emaneti olarak görürüz ve severiz. Çünkü biz Yunus gibi,
Elif okuduk ötürü / Pazar eyledik götürü/ Yaratılanı hoş gördük/ Yaratan’dan ötürü
diyen insan oğlu insanlarız.
Ve çünkü biz, dünyaya Allah’ın kelamını yayan, âleme nizam veren Türk oğlu Türk’leriz.
Dostlar,
Belki, hepimiz gül bahçesi istiyoruz; ama duygularımızı karşıdakine anlatamıyoruzdur. Gelin hem güzel ballar satalım, hem de yüzümüzde gülümsemeler olsun; insanlar bizi yanlış anlamasın.
Yunus, Mir Hamza, Osman Eğri, Metin Hoca ve bil-umum Alevi’si, Sünnî’si aslında şunu diyor:
Ben gelmedim dava için
Benim işim sevi içi
Dostun evi gönüllerdir
Gönüller yapmaya geldim.
RUS-ERMENİ DÜETİ
Sevgili Dostlar,
İşte bir ocak ayı daha geldi. Acılar yine tazelendi. 137 insanın bir gecede katledilmesinin yıl dönümünde kalpler yine yanık, gözler yine yaşlı.
Dostlar,
Biliyoruz ki, 20 Ocak 1990 sabahında, 137 şehidin kanı ile kıpkırmızı şafak atmış ve acıların içinden parlak bir devlet çıkmıştı: Hür ve Müstakil Azerbaycan.
Ben bu yazımda olayları tekrar anlatmak yerine, bir daha bu olayların yaşanmaması için ne yapılmalı hususunda kafa yormak istiyorum.
Sevgili Dostlar,
Mehmet Akif Ersoy diyor ki,
Tarih’i tekerrür diye tarif ediyorlar
Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?
Geçmişten adam hisse kaparmış. Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
Ben, bu pesimist düşüncelerin geçmişte kaldığına inanıyorum; ancak ibret alınması hususunda Akif’e aynen katılıyorum.
Biz Türkler, bin yıllardır dünyanın kaderine yön verirken binlerce acıyı da sineye çekmek zorunda kalmışızdır. Onlarca devlet kurmuş, onlarcasının da yıkılmasına engel olamamışızdır. İşte, dünya yeniden mümbit bir zaman dilimi daha sundu bizlere. Artık bu özgürlükçü ortamda birbirimize sarılmanın ve geleceği yeniden kurgulamanın tam zamanı. Türk milleti, beklediği şafağın sökmesi ile yeni bir dünya inşa ediyor. Şimdi geçmişten ibret alma ve aynı hatalara düşmeme zamanı.
Dostlar,
Gelin, yarınlara ümitle bakmak için yapmamız gereken birkaç husus açıklayalım.
Biliyorsunuz, Türklerin burnunun ucundaki bir sivilce gibi, en büyük sıkıntısı, Ermenilerdir. Ne zaman bizler zayıflık göstersek, ilk onlardan darbe yiyoruz. Peki gelecekteki en büyük Ermeni tehlikesi nedir?
Bana göre, Ermeniler şu anda bir ağ örmekle meşguller. Bu ağ göze çarpan bir ağ değil. Dünyanın her yerinde kendi fikirlerinin doğru olduğunu yayan bir ağ.
Belki duymuşsunuzdur, Paris’te bir yılda basılan Ermeni yayını, Türkiye’de seksen yılda yazılandan fazladır. Bu adamlar, hem çok yazıyor, yazdırıyor; hem de pek çok dile çeviriyorlar eserlerini. Bir iddiaya göre Afrika’da Fransızca konuşan ülkelerde Ermeni tezini kabul etmemiş insan kalmamıştır. Bu nasıl bir handikaptır; insanlar gerçekleri sadece bir taraftan öğrendiğini zannediyor.
İşte Dostlar,
Ermenilerin son kalesi burasıdır: Yalanlarını süsleyip gerçek gibi dünyaya yaymak.
Peki, bizler tarihimizi aynı coğrafyalara doğru anlatan kitaplar yazıp, yüzlerce dile çevirip, anti propaganda yapabiliyor muyuz? Maalesef hayır!
Bu noktada bir soru geliyor aklıma: Bu kadar romanı, denemeyi, hikayeyi, sözde araştırmayı Afrika’nın göbeğine kadar yayan güç nedir? Yazarın kendisi mi, yazdığı eserin objektifliği mi, yazarın ünü mü?
Hayır, bu eserleri oralara götüren, yüzlerce dile çeviren, binlerce insana ulaştıran güç Diasporadır. Ermeni kopuntuları, özellikle Paris’te, dünyanın gözünü boyayacak her eseri cilalayıp, evirip, çevirip yayımlıyor ve dünyanın en ücra yerlerine gönderiyor. Hem para kazanıyor hem de kendi savını zihinlere kazıyor. Yarın Çin’deki, Amerika’daki, Avrupa’daki, Afrika’daki insanların, özellikle çocukları, bu savların işlendiği romanlarla bizlere düşman olması ne büyük bir felaket doğurur, düşüne biliyor musunuz?
Şahsen ben, 1990’larda, Bulgarların orada yaşayan Türklere zulmünü bir romandan okumuş ve çok olumsuz duygulara kapılmıştım. Yani sanatın gücü asla küçük görülemez. Yarının dünyasında en büyük cephelerden birisi edebiyat cephesi olacaktır.
Dostlar,
Daha önceki yazılarımda bahsettiğim bir romanım var, biliyorsunuz. Ben, Anadolu’da bir akademisyen olarak, bölgemdeki Ermeni zulmünden bu eserimde bahsediyorum; İsmail Şirvanî’nin Ermenilerden çektiklerini romanlaştırıyorum; ancak sesimi Amasya dışına dahi duyuramıyorum. Bir akademisyenin sesi ancak tanıdıkları kadar yüksek çıkar; ancak bu, Ermeni bir akademisyen olursa, arkasındaki koca bir diaspora kadar çıkar.
Dostlar,
Eğer kara yanvar’ların(kara ocak) tekrarlanmasını istemiyorsak, ayağımıza dolanacak bu ağın farkında olalım. Edebiyat deyip geçmeyelim. Bir gün kendimizi anlatmakta çok büyük sıkıntılar çekebiliriz.
Bu konuda yapılan olumlu girişimleri de takdir etmek gerekir; özellikle MİRAS Derneğinin Azerbaycan’da, Azerbaycan Türkleri derneklerinin Türkiye’de çabaları her türlü takdire şayandır. Ancak bu konuyu başka bir yazımda ele almam gerekir. Bu ağların farkında olan ve bir bir yırtan bu insanlardan birkaç cümle ile bahsedip geçmek haksızlık olur.
Dostlar,
Allah, Türk milletine bir daha 20 Ocak acıları yaşatmasın.
Ey Türk uyan ve kendine gel!
MEHMED EMİN RESULZADE’NİN YOLUNDA
Sevgili Dostlar,
Her şeyin karma karışık olduğu bir devirde yaşadığımızın herhalde farkındayızdır. Bu karışık dünya düzeni acaba biz Türklerin eseri mi? Bizler dünyada kaosun mu, kozmosun mu temsilcisiyiz? Dünyanın kaderinde olumlu bir hissemiz oldu mu, olacak mı?
İşte dostlar, bütün bu sorular bence her Türk’ün kafasında, her gün binlerce defa çakan şimşekler gibi alevlenip durmaktadır.
Dünya üzerindeki iki yüz elli milyon Müslüman Türk, bu gezegenin tarihinde nasıl altın sayfalar yazmışsa inanıyorum ki yine aynı şanlı destanları yazacaktır.
Türkleşmek tabiri ile dünyayı sadece Türkler yönetsin demediğimizi açıklayarak yazıma başlamak istiyorum. Hitler gibi üstün ırk olduğunu iddia eden bir faşist olmak hiçbir Türk’ün akılından geçmez. Bizler bir realite olduğumuzu haykırmak ve bizim olmadığımız yerde birlikten ve güvenlikten bahsedilemeyeceğini anlatmak istiyoruz. Düşünün, dünyada Batılı devletlerin- buna Rusya ve Çin de dahil- karıştırmadığı bir ülke var mı? Kim ki var, der, onun kafasını kumdan çıkarmayan devekuşundan farkı yoktur. Peki, bu realiteyi kabullenip sıranın bize gelmesini mi bekleyeceğiz?
Dostlar,
Biz Türkler, bu coğrafyanın en temel gerçeğiyiz, Allah bize şu misyonu yüklemiş: İlâ-yı Kelimetullah, Nizam-ı Âlem. Bu coğrafyada Allah’ın adını Avrupa içlerine götüren, yüz yıllarca dünyanın düzenini sağlayan başka bir millet varsa söyleyin. Yok! Delhi’den, Viyana’ya kadar tüm bu mümbit coğrafya bizim malımızdır ve bizimle hür ve müstakildir.
Diğer milletlerin bu gücün içindeki durumu nedir, derseniz; gayet basit bir açıklaması vardır: Bir devletin her kuruma ihtiyacı vardır.
Yani, devletin başı Türk olmalı; çünkü en yoğun nüfus onların, en güçlü devlet kurma ve yönetme iradesi onlarda, en teşkilatçı ruh onlarda. Ancak bu devletin işleri sadece yönetimle bitmez ki, adalet, sanat, ticaret, para… bu hususları kim idare edecek?
Dostlar, size ilginç bir misal vereyim: Osmanlının neredeyse tüm para işlerini Yahudiler idare ediyordu. Devlete zararları dokunmadıkça hiç kimse onlara yan gözle bakmadı. Aynı şeklide sadrazamların çoğu Balkanlardan çıktı, hiç kimse onları hor görmedi. Kürt’ü, Arap’ı, Çerkes’i, Arnavut’u sosyal hayatta hak ettiği yeri aldı ve en iyi yaptığı işi icra etti.
Dostlar,
Herkes baş olmaya kalkışınca olanlar oldu.
İşte Türkleşmekten kastedilen budur. Ben bunu bilir bunu söylerim: Ya devlet başa ya kuzgun leşe!
Peki muasırlaşmakla neyi kastediyoruz?
Dostlar,
Batı dünyası kaderinin onlara çizdiği oyunu oynuyor: Alan el olmak. Avrupa’da ham maddenin olmayışı onları doğal “alan el” haline getirmiştir. Bu zor şartların insanı, gidebildikleri her yerin değerini almayı şiar edinmişlerdir. Bu alınan şeyler hem maddidir, hem de manevî. Bizden aldıkları ile hem maddi planda zenginleştiler, hem de akli ve fikri anlamda.
Şimdi karar vermemiz lazım: Bu arsız, almaya devam mı etsin? Bizi birbirimize düşürüp altımızdan kilimimizi çalmaya gayret mi etsin? Yoksa ifşa edilip hesap mı versin?
Bu düzen böyle kurulmuş, böyle devam eder, diyorsanız siz bilirsiniz. Fakat dünyanın acılar içinde gözyaşı dökmesine seyirci kalmak hak ve adalete sığar mı?
Batı için Mehmet Akif gibi:
Alınız ilmini Garb’ın, alınız sanatını,
Veriniz mesainize hem de son süratini
Sade Garb’ın, yalnız ilmine dönsün yüzünüz
Çünkü kabil değil artık yaşamak bunlarsız
Çünkü milliyeti yok sanatın, ilmin yalnız.”
diyebilsek herhalde çalınan en değerli şeyimizi, ilmimizi geri alabiliriz. Batı ile ilişkimiz “Batılılaşma” değil “Geri alma” olmalıdır.
Sevgili Dostlar,
Batı, materyalisttir; çünkü öyle olmazsa hayatta kalamayacağını sanır. Batı, alıcıdır; çünkü kendi hammaddesi yoktur. Batı, medeniyet gelinini misafir etmektedir; çünkü kendi içinde harika bir birlik sağlamıştır. Batı, ilmimde ileridir; çünkü çalışmaktan başka şansı yoktur.
O halde gelin onların ilmini alalım; karşılığını verelim. Onlarla düşman değil, ortak olalım; ancak eşit şartlarda ortak. Onların bize layık gördüğü kadar özgür, onların bize layık gördüğü kadar zengin olmayalım. Onlarla birilikte zengin ve müreffeh olalım. Bizler biliyoruz ki, adaletli kullanılırsa bu dünya nimetleri binlerce yıl daha insanlığa yeter de artar bile. Gelin Batıya insanlığı ve insaflılığı öğretelim; onlardan da ilmini ve tekniğini isteyelim. Bizim ham maddemiz, onların mamul maddesi kardeş olsun. Kaos yerine, kosmosta birleşelim. Kan dökmeden de petrol, gaz ve teknik paylaşılabilir. Yeter ki adaletin topuzu Türk milletinin elinde olsun.
İslamlaşmak ile kast ettiğimiz ise, ruhumuzdaki Allah ve Ahiret inancını canlı tutmaktır. Kim ki hiç kimsenin görmediği yerde “Beni gören biri var.” diyor; ondan kötülük beklenmez. O yanında polis olarak daima Allah korkusunu taşır. Kim ki “Yarın ahrette hesap günü var.” bilinci ile hareket eder, o insan Yaratan’a ve yaratılana kem gözle bakamaz.
Dostlar,
Bizler Müslüman olarak şu şiardayızdır, bizim iki temel direğimiz vardır: “Bizi yarattığı için teşekkür amaçlı Allah’a ibadet; O yarattı diye yarattıklarına hizmet.” Yani sadece ibadet etmek tek ayakla yürümek gibidir. Yaratan’a tabii ki ibadet edilecek; ancak Allah’ın yarattıkları içinde hizmet farz kılınmıştır. Sadece ibadet edenler, nasıl çıkmaza düşerse, sadece hizmet edenler de çıkmaza düşerler. Dinsiz ilim topla, ilimsiz din kördür.
Gelin Dostlar,
Ölümünün 60. Yılında Mehmet Emin Resulzade’yi bu yönü ile bir kez daha inceleyelim. Ondan yola çıkıp yeni ufuklara yürüyelim. Onun “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” fikrinden yeni bir gelecek inşa edelim.
Bu mümbit günlere ulaşsaydı herhalde Resulzade de bunu isterdi.
Ne mutlu Türküm diyene!
Ne mutlu Müslüman’ım diyene!
Ne mutlu “Yurtta sulh cihanda sulh” diyene!
İSMAİL ŞİRVANİ’DEN HAZRET-İ ÖMER’E
(Adım Başı Camilerin Şehri)
Sevgili Dostlar,
Dün, dünyanın en yekpare kentini tekrar adımladım. Bu şehir Ferhat ile Şirin’in kenti, Amasya. Kendime dedim ki, bu şehrin camilerini adımlasam, araları ne kadardır acaba?
Samsun girişinde, Şamlar Mahallesinde, İsmail Şirvani Türbesinden başlayan yolculuğum, bir anlamda camiler arasını adımlama oyununa dönüştü. Acaba bu şehirde kaç adım sonra bir camiye ulaşabilirdiniz? Ezan okunduğu zaman, cemaatle namaz kılamama ihtimali var mı, bu şehirde? Bakalım camiler arası kaç adım?
İsmail Şirvani’nin türbesini kucaklayan mescitten aşağı doğru salınıp, iki yüz adım kadar atıp kendimi Şamlar Camiinde buldum. Küçük Ağa Medresesi de denilen bu cami, küçük ve çok şirin. Hızlı geçelim…
Yanında yine medrese ve mescid olarak kullanılan Büyük Ağa Medresesi, sekizgen sahn-ı semen yapısı ile bana gülümsüyor.
Beş yüz adım ters yöne yürüyüşten sonra yeni yapılmış bir camideyim: Fatih Camii. Bu cami Bahçeleriçi mahallesinin incisi gibi parlıyor. Son dönemde yapılmış en büyük cami.
Geri dönüyorum. Beş yüz metre sonra Künç Köprüdeyim. Karşımda Bayezid Paşa Camii. Minaresiz camilerin en güzeli. İçindeki minberi görmeyenler henüz dünyanın en güzel taş işçiliğini görmemiş demektir. O kadar mağrur olup da bu kadar narin durmak nasıl bir şey Allah’ım. Taşın bu kadar güzel işlendiği bir başka cami var mı acaba?
Var! der gibi bir ses işittim, yirmi adım yukarıdaki Şirvanlı Camiinden. Gerçekten de kahverengi taşları ile ışıl ışıl bir camii bu. İçindeki türbede yatan Mir Hamza Nigari gibi şiirsel bir mabed. Kalem gibi minaresi, sanki Bayezid Paşa’ya nispet eder gibi dimdik…
İki yüz adım yokuş tırmanmak şartıyla, Halvetiliğin ilk güzel mabetlerinden birine kendinizi yorgun argın atabilirsiniz: Çilehane Camii. Çilehaneleri ile insana, kendini dinleme ve kendine dönme imkanı sunan bu cami, Pir İlyas’ın türbesinin gölgesinde asude ve fersude duruyor. Ayrılmak istemiyorsunuz bu küçük çilehane odalarından; ancak hayat sizi size bırakmıyor ki.
Aşağı salınırken, Sofular camiine elli adım yakındasınız. Bir merhaba demeden geçmeyin ne olur!
Mehmet Paşa Camii’ne ara sokaklardan inip onun da manevi feyzini alıyorum. Bu cami, haziresinde misafir ettiği âlimleri ve velileri ile ne kadar övünse azdır.
Ancak Selağzı/ Anıt/ Yavuz Sultan Selim Meydanına inince karşınıza dimdik duran bir Osmanlı camii çıkacak: Gümüşlü Camii. Bu caminin yüzyıllar boyu böyle dimdik durması insanı hayretten hayrete düşürüyor. 1326’dan 2015’e varın siz hesaplayın. Kubbesinin ahşap olması da ayrıca hayret-amiz bir durum.
Artık etrafınızda yirmi adımda bir cami bulmanız mümkün. Nereye baksanız bir minare görebilirsiniz. Bir şehrin en büyük serveti olan üç şey buradan açık ve net görülüyor: Kale, Kule, Kubbe.
Ana caddede ilerlerseniz, on adım sonra Pir Mehmet Çelebi Camii, küçücük ama o kadar da inci tanesi gibi değerli duruyor karşınızda. Bu caminin ön cephesindeki tuğlaların dizilişine iyi bakınız; çünkü her biri Muhammed, Muhammed, Muhammed… adını ifade ediyor. Tabii ki eski yazı ile…
On, on beş adım sonra Kilari Süleyman Ağa Camii sizi karşılıyor, gülümseyerek. Çarşının ortasında ve “Burası bir Müslüman kentidir.” demek için dikilmiş gibi.
Başınızı kaldırın yukarıya doğru bakın, ne gördünüz? Burmalı bir minare değil mi? Evet, işte bu burmalı minare Selçukludan kalma bir şaheserdir. Sivas’a gitmeden, Sivas’ı yaşamak isteyenler için ideal bir mekandır. Sivas’taki camilerin bir kardeşi gibi, sessiz ve sakin konumu ile sizi çarşının hay huyundan çekip alabilecek güce sahip.
Burası Amasya, yarım saatten fazla bir mekanda kalmak gezinizi birkaç güne çıkarmanızı gerektirir. Bu yüzden, hızlı adımlarla oradan da aşağı iniyorum; ancak aklım Amasya’nın ilk camii Fethiye’de kalıyor. Fetihten sonra kiliseden camiye çevrilen bu eser, daha hala büyük camları ile kilise havasını yaşatıyor, biliyorum; ancak oraya çıkmayı gözüm kesmiyor.
Aşağıda saraçların, yani ayakkabıcıların camii: Saraçhane Camii. Bu cami iki ayrı dönemde yapılmış ve iki ayrı kitabeye, iki ayrı mihraba, iki ayrı kubbeye ve ortada tek minareye sahip. İki kubbe arasında böyle bir minare başka yerde görülemez; çünkü bu cami bir istisna.
Sizi bir de Basık Köprü’den Yeşilırmak’ın karşısına geçirmek zorundayım. Merak etmeyin orası da yirmi adım. İşte dar sokakları ile Hatuniye Mahallesi ve Hatuniye Camii. Fatih’in hanımı Bülbül Hatun için yapılan bu eser, sanki pek çok badire atlatmış gibi. İçinde hiç süslemesi olamaması, bir kadın için yaptırılması ile mütenasip değil. Başına neler geldiğini Allah bilir…
Madenüs Köprüsünden tekrar Yeşilırmak’ın karşısına geçince kendinizi birden İstanbul’da hissediyorsunuz. Karşınızda selatin camilerinin en güzellerinden biri: Sultan II. Bayezid Camii. Bu cami hakkında bir saat konuşsanız yeri vardır; ne var ki gezecek daha bir düzine eser daha bizi beklemekte. Yine de İmaret Camii de denilen bu caminin tam bir külliye olduğunu söylemeden geçmek olmaz. Bir selatin- yani sultan- camiinin tüm özellikleri bu camide mevcuttur: çifte minareler, görkemli sütunlar, müezzin mahfilleri… kuş sarayına kadar her şey bu camide mevcuttur. Etrafında ise medreseden aşevine kadar her türlü hizmet kurumları sıralanmış.
Sizi, bu sefer beş yüz adım öteye götürmem gerekecek: Gökmedrese Camii. Bu caminin bir medrese olarak yapıldığı ve özellikle gök bilimleri ile ilgilenen bir rasathane olduğu rivayetleri var. Ancak bugün için “gök-yeşil” çinilerden yapılmış kubbesi onu gök medrese yapıyor. Yıldız piramidal denilen bu kubbe, insanı kendine hayran bırakıyor. Caminin banisi Torumtay’a dua okuyup on beş adım aşağıdaki Yörgüç Paşa Camiine iniyorum.
Yörgüç Paşa ise Fatih’in paşalarından birisidir. Caminin en ilginç yanı giriş kapısının üzerindeki tonozun birleştiği noktada bir kuş evinin olmasıdır. Ne kadar ince bir düşünce ki mimari ile tabiat birbirini korumaya söz vermiş. Bu huzurlu mekan Amasya’daki son tarihi camidir. Ancak sizleri yeni yapılan Hz. Ömer Camii’ne kadar götürmeden bırakmayacağımı yazının başlığından anlamışsınızdır.
Yörgüç Paşa’dan ırmağın karşısına geçmeli ve yeni yapılan İstasyon Camiine beş yüz metre yürümeliyiz. Artık camilerin arası beşer yüz metreyi aşıyor; çünkü buralar tarihi bölgeler değil. Ancak İstasyon Camiinin yirmi adım sonrasında bir mescid var ki söylemeden geçilemez: Kurtboğan Evliyası Türbesi ve Mescidi.
Bu mescid de huzurun yudumlandığı mekanlardan biridir. Buradaki evliya şöyle diyor:
‘Yetişmez mi bu şehrin halkına bu nimet-i bâri
Burada medfundur Şeyh Hamza hazretleri
Şeyh Hamza Hazretleri Akşemseddin’in babasıdır, bir dua okumadan geçmeyin, sakın.
Bu mescitten sonra yine irili ufaklı camiler mevcut olmakla birlikte, Amasya’nın son büyük camii, Hz. Ömer Camii adıyla, bin adım ileride, Şeyhcui Mahallesinde yükseliyor. Sultan Bayezid Camiinin bir kopyası olan bu eser, adım başı cami geleneğinin son ürünüdür. Bittiği zaman Amasya’nın Cumhuriyet Devri camileri içinde en güzeli olacak, belli.
Bu çil çil kubbelere birileri israf diyebilir; ancak insanların kendilerini huzurun kollarına atıp sağlık buldukları bu yerler olmasa, aynı sıklıkla hastane yapmak zorunda kalırdık.
Ey Amasya, İsmail Şirvani Türbesinden buraya kadar cemaatle namaza yetişemeyeceğim bir mekan bırakmamışsın. Ey ecdadım sad hezar şükran.
EVLAT ACISI
Sevgili Dostlar,
Dünyada en büyük acılardan birisi de evlat acısıdır. Bu acıyı en yakıcı hali ile yaşayan iki insan, birbirini çok seven İsmail Şirvanî ve Mir Hamza Nigarî’dir. Kaderin cilvesi bu iki Allah dostu, kader ve gönül birliği gibi acıda da beraberlik yaşadılar. İkisi de yavrularını en ummadık zamanda kaybettiler. İsmail Şirvanî, Abdülhamid adlı oğlunu Yeşilırmak’ta yitirdi. On, on iki yaşlarında olan bu yavrunun acısını aşağıda kendi ağzından anlatmaya çalıştım. Metnin sonuna ise oğlunu on sekiz yaşlarında, bir civanken delikanlıyken kaybeden Mir Hamza’nın haykırış şiirini ekledim.
Aşağıdaki metin Gül Kokulu Mevlanâ adlı romanımdan alınmıştır ve Mir Hamza’nın gazeli İsmial Şirvanî’ye söyletilmiştir. Acı aynı, babalık duygusu aynı, kader aynı…
“O günlerde ağır bir hastalıktan dolayı Hatme-i Haceganı dahi vekilim ve kayınbiraderim İsa Ruhi’ye bırakmak zorunda kalmıştım. Odamdan çıkamıyordum. Periana, tüm gün sıkıntılıydı; sürekli odama girip çıkıyor, huzursuz bir tavır sergiliyordu. Hanımım, hayatımın en büyük serveti, ahretimin en büyük destekçisi ve beni annemden sonra en çok teselli eden Zahide’m, odaya bulutlu gözlerle girdiğinde bir şeyler olduğunu anladım. Zahide’m, haberi vermeden önce bir soru sordu: “Efendi, sana çok değerli bir emanet verseler ve sen ona alışsan; sonra da o emaneti geri isteseler ne yaparsın?” En değerli emanetin ne olduğunu bildiğim için gözlerimde iki damla yaşla; “Tabii ki emaneti sahibine veririm.” dedim. “Oğlumuz Abdülhamid’i Yeşilırmak’ta şehadete yolculadık bey!”, dedi ve hüngür hüngür ağladı.
Bu durumda söylenecek tek şey vardı: “İnnalillah ve innâ ileyhi raciun.” Yalnız yüreğimdeki yangının büyüklüğü beni hayretlere düşürdü; daha hâlâ dünya ile bu kadar sağlam bağlarım mı vardı? Evlat acısı insanın içini neden bu kadar derinden yakıyordu?
Rabbime yönelip sevgili Peygamberimi düşündüm. O da aynı acıyı, Hazret-i Kasım’da yaşamıştı. Şimdi onun kalbindeki acıyı, en tazesinden yaşıyor ve iliklerimden sızı sızı geçişini tadıyordum. Belki de kimse görmediği için olsa gerek, Zahide’m ile birlikte uzun bir süre gözyaşı döktük; sonra birbirimizi teselli ettik. Anne yüreği daha bir alevli yanıyordu. Uzun süre onun gözlerindeki hüznü silemedik.
Bu hüznün en büyük sebebi de, yavrumuzu ellerimizle kabrine koyamamamız oldu. Yeşilırmak oğlumu, Abdülhamid’imi geri vermedi.
Bir gün Yeşilırmak kenarına gidip içimden dökülen şu dizeleri sulara fısıldadım:
Nazarımdan bugün ol serv-i revanım gitdi
Ne durursun yürü ey dil yürü cânım gitdi
Takatim yok ne edem âh ki ma’zûram tâ
Çıkdı canım bedenimden ki cananım gitdi
Hâk-i pâyi ki ırağ oldu gözümden o gün
Dedim eyvah gözüm nuru vü îmânım gitdi
Ne edem çâre ne, azm eyledi ol ayrılığa
Ne edem çâre nedir, çıkdı revanım gitdi
Bî-kesem yokdu kesim, lutf-ı Hudâdan gayrı
Kalmadı tâb u tüvanım, ki emânım gitdi
Derin bir nefes alıp gökyüzünün engin maviliğine baktım. Burada her şey; ama her şey fâni idi. Ancak fâni olduğu kadar da güzel ve cezp ediciydi. Allah-u Teala her şeyi bir sebeple halk etmek ve her şeyi bir mantığa oturtmak için insanları anne, baba gibi vesilelerle göndermiş ve onları birbirine sevdirmişti. Dünyaya gelecek çocuğa, anne karnında iken, seni orada iki melek bekleyecek desen inanamaz; ama gerçek bu. Anne ve baba birer melek misali onu koruyor, kolluyor; hatta o kadar sahipleniyor ki emanet olduğunu unutuyor. Bâki âlemin tarlası olduğu için bu dünyada başımıza gelenlerin tam sebebini bir türlü anlayamıyoruz; ancak çabalayıp duruyoruz. Belki de en güçlü ateşlerde saflaştırılan madenlerin en değerli madenler olduğu gibi, biz de en güçlü acılarla pişiyorduk.”
Allah İsmail Şiravnî’ye ve oğlu Abdülhamid’ine; Mir Hamza Nigarî’ye ve oğlu Siraceddin’e rahmet eylesin.
Şiir: Mir Hamza Nigarî
BİR HAYALİM VAR, HEPİMİZ İÇİN
Sevgili Dostlar,
Bir hayalim var, hepimiz için. Hepimiz için, bir hayalim var. Birlik adına kurulan hayaller bunlar.
Dostlar,
Yarınları düşündüğümüzde mutlaka daha güzel günlerin gelmesini dileriz. Ben de yarınların güzel olacağından son derece ümitvarım. Biliyorum ve görüyorum ki yarınlar çok ama çok güzel günlere gebedir. Gelecek günlerin fecir pırıltıları doğu ufuklarında yükselmeye başladı bile. Eğer bu fecir, fecr-i kazip, yani yalancı fecir değilse, aydınlık günler çok yakındır. Yok eğer bizi aldatan fecr-i kazip beyazlığı ise, biraz geç de olsa güneş yine de doğacak demektir.
Dostlar,
Doğu ufuklarında pırıl pırıl ışıkların, pırıl pırıl insanların doğduğunu Azerbaycan ziyaretim sırasında gördüm, içim seher vaktinin huzuru ve mutluluğu ile doldu. Yahya Kemal’in şiirini kalbimin derinliklerinden çıkarıp Hazar’a doğru haykırdım: “Yürü hür maviliğin bittiği son hadde kadar/ İnsan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar.”
Dostlar,
Bir hayalim var, hepimiz için. Hazar’dan, Aras’tan, Kür’den; Aral’dan, Seyhun ve Ceyhun’dan doğan nurlar bütün dünyayı tekrar pırıl pırıl edecek ve yeni bir dünya kurulacak. Bu dünyada yine “nizam-ı âlemi” sağlayan alpler olacak; yine ila-yı kelimetullahı yayacak erenler olacak. Bugünün yakın olduğuna adım gibi eminim; çünkü Müslüman dünyanın çıkış yolları kapandığında hep bir ümit ışığı ortaya çıkmıştır. Bu ışık, İstanbul’u fethetme şerefine nail olan, o güzel komutanın ve ordusunun milletinden tekrar yayılacaktır. Buna aynelyakin inanıyorum. Biliyorum ve görüyorum ki tüm Türkler “İki devlet bir millet” şuuru ile hareket ettiği gün bir inkılap vukuu bulacak ve kırılmaz zannedilen zincirler kırılacaktır.
Sevgili Dostlar,
Bir gün insanlarımız ata yurtlarında bıraktıkları amca, teyze, dayılarını tekrar ziyaret edecekler. Şahsen benim dedemin babası ve diğer tüm kardeşleri Azerbaycan’da kalmış. Yani kalbimin yarısı Kür’de, yarısı Yeşilırmak’ta akıyor. Düşünün bir kez, Yeşilırmak ve Kür birleşmiş gürül gürül akıyor. Neler olamaz ya Rabbim, neler olmaz. Gençler akın akın ilim için, irfan için bu akan ırmaklara kendini atıp arı ve duru olarak çıkar; şairler yeni yeni ilhamlar devşirir bu nehirden; ilim adamları yeni buluşları bu sularda keşfeder; erkeği, kadını bu nurla yıkanıp dinini, diyanetini öğrenir.
Dostlar,
Bu hayalin yaşanma ihtimali yüzde yüzdür. Neden? Çünkü aynı hayal Yahya Şirvanî tarafından kuruldu, gerçekleşti. Halvetilik tüm dünyada gönülleri fethetti. İsmail Şirvanî tarafından kuruldu, gerçekleşti. Tüm Anadolu’da Nakşıbendî halkaları kuruldu. Ali Kuşçular, İbni Sinalar, Sabuncuoğlu Şerefeddinler tarafından kuruldu, gerçekleşti, insanları tedavi etti. Ve yine şairler, şairler, şairler tarafından kuruldu, gerçekleşti, tüm Müslümanların kalplerini aşk ile, Allah aşkı ile doldurdular.
Dostlar,
Bu ırmaklar aktığı sürece bu hayalim tertemiz, pırıl pırıl akıp gidecek. Gençlerin bu maya ile mayalandığı bir çağa girerken, ellerimi uzattığımda beni ve hayallerimi tutacak milyonlarca el görüyorum.
O zaman,
Karabağlar, Plevneler bizsizdir
Yosun tutmuş camilerim ıssızdır
Boynu bükük minareler öksüzdür
Zafer zafer der eserdi yelleri
Biz neyledik o koskoca elleri
diyen şaire “sus” diyebileceğiz. Ve Necip Fazıl gibi,
Kurtulur dil, tarih, ahlak ve iman
Görürler nasılmış neymiş kahraman
Yer ve gök su vermem dediği zaman
Her tarlayı sular arkımız bizim
diyeceğiz.
Son olarak Mir Hamza’nın Karabağ’ını hayal olmaktan çıkaracak bir gençlik, bir gençlik, bir gençlik…
Hayâlâtıyla gülgeşt-i Karabağ’ı gezer gönlüm
Gelür kim kûy-ı dildâra kalur zevk-i murâd eyler.
AZERBAYCAN YOLLARINDA
Sevgili Dostlar,
Bugün Azerbaycan ile Türkiye arasındaki paralel durumdan bahsetmek istiyorum. Ancak öncelikle niçin özellikle din ve tasavvuf konusuna yoğunlaştığımı açıklamak istiyorum.
Dostlar,
Benim branşın eski Türk edebiyatı. Araştırdığım dönem Osmanlı Dönemi. Divan şiiri denilen ve tamamı tasavvuf ve din eksenli bir sanat üzerinde yoğunlaşıyorum. Yani kısacası benim gözlüğüm hep dinî ve tasavvufî edebiyattır. Ben bunu bilir bunu söylerim. Gider eski şiirden bir konuyu alır, bugünkü yansımalarına bakarım. İyi ve güzelin pörsümez bir çiçek olduğunu bildiğim için, hemen yeni nesle aktarırım. Bilirim ki insanlığın temel değerleri hiç değişmez. O değeri Balzac’ta görürsem alır, aktarırım; Fuzuli’de görürsem alır, satarım. En küçük bir fark görmem aralarında. Ancak dediğim gibi asıl çalışma saham eski Türk edebiyatı, divan edebiyatı olduğu için daha çok din ve tasavvuftan bahsederim.
Azerbaycan’da da yine bu tarikin izlerinde yürüdüm. Nerede din, tasavvuf ve edebiyat varsa oraları gördüm. Beni Azerbaycan’ın ekonomisi ilgilendirmez, ilgilendiremez. Ekonomiden anlayan bir akademisyen mutlaka ondan bahsetmiştir. Herkes işine bakar, ben de kendi penceremden Fuzulî’ye, İsmail Şirvanî’ye, Mir Hamza’ya, Seyyid Yahya Şirvanî’ye bakarım.
Bakarım ve görürüm ki çok şeyler kaybolmuş gitmiş. Hem de paralel olarak. Yani hem orada hem de burada.
Bazıları, Azerbaycan’da dinî hayatın sönüklüğünden bahsederken şunu görebiliyor mu acaba: Türkiye’de de durum farksız.
Azerbaycan’da, Kürdemir’de, İsmail Şirvanî’nin şehrinde namaz kılacak yer bulamadım, derken hayıflanıyoruz; ancak Amasya’da durum nedir diye bakmak da gerekmez mi?
Geçen günlerde Mir Hamza’nın yanında yetişmiş bir nineye sahip olan arkadaşıma mahsustan sordum: Mir Hamza namaz kılar mıydı, diye. Gözleri fal taşı gibi açıldı: O ne biçim soru, dedi. Ninem, Mir Hamza’nın abdestsiz yere bastığını görmemiştir, dedi. Yani Mir Hamza ibadetinde, taatinde bir insandı ve bizim medar-ı iftiharımızdı öyle mi, dedim. Tabii ki öyle, dedi. Peki “sen”, dedim, sen onun gibi ibadetinde taatinde misin. “Hayır!”
Anlamadığım şey bu işte: Ya Mir Hamza gibi bir örnek var, ibadet aşkı her şeyin üstünde; ya Mir Hamza yanlış tanınıyor, başka felsefeler var.
Açık söyleyeyim, Mir Hamza 1886’daHakk’a yürüdükten elli altmış yıl sonra onun yolu hem Azerbaycan’da hem de Türkiye’de ters yüz edilmiştir. Azerbaycan’da durumu anlarım, Rus baskısı; ancak Türkiye’deki bu değişimin nedeni nedir? Ruslar bütün İslamî motifler gibi onu da unutturmuş olabilir; ancak Türkiye’de buna neden olan amil nedir?
Azerbaycan’da, İsmail Şirvanî bağını gezerken bunları düşündüm, içim bir tuhaf oldu. Benim mahzunluğumu anlamış olmalı ki, mübarek bağdan gül kokuları duymaya başladım. Aynı anda yanımdaki Ahmediye Bey de: “Hocam gül kokusunu aldınız mı?” dedi. Etrafta bir tane bile gül fidanı yokken üstelik.
Belki de İsmail Şirvanî, bana bir teselli nefhası gönderip, üzülme “ Şu istikbal inkılabatı içinde en gür sada yine islam’ın sadası olacaktır.”diyordu.
Dostlar, tekrar söylüyorum, benim işim, mutasavvıf şahsiyetleri ve şairleri araştırmak. Ben, onlarda bu özellikleri görüyorum; bugüne aktarıyorum. Farklı anlayan varsa o da o yönden anlatsın. Güneş balçıkla sıvanamayacağına göre hakikat er geç ortaya çıkar.
Mir Hamza diyor ki;
Fikrimde budur salat-ı kaim
Gönlümde dilimde ola daim
Her dem sana salatım olsun
Her lahza bu varidatım olsun
(salat: namaz)
AZERBAYCAN YOLLARINDA
Sevgili Dostlar,
Bakü’de gerçekleşen Mir Hamza Nigarî sempozyumu bir anlamda Mir Hamza Nigari’yi yüz yıldır ayrı kaldığı memleketine geri döndürdü. Belki pek çok kişi bundan haberdar bile olmadı, belki Bakü’deki liseli gençlerin hiç biri Mir Hamza’dan ve onun hakkında yapınla bu faaliyetten haberdar olmadı; ancak yüzlerce bilim insanı bir gerçekle yüzleşti: Bu topraklardan Anadolu’ya gönül ferahlığı serpen bir çınar yetişti, o da Mir Hamza Nigari’dir.
Bu sözü Azerbaycan’ın payitahtında söylemek şimdi kolaydır; ancak yirmi yıl önce insanların sürüm sürüm sürülmesine sebep olabilecek bir faaliyetten bahsettiğimizi de unutmayalım. Yani şöyle demek kolaydır: Ne oldu, Mir Hamza Bakü’de anıldı da? Dostlar, bir tabu yıkıldı. Bir korku imparatorluğu yerle bir oldu.
Abarttığım söyleyecek dostlara sadece şunu söylemek istiyorum: Yüz elli yıldır Azerbaycan okullarında Mir Hamza Nigari, düşman ve yobaz olarak gösterildi. Ruslar ondan ve İsmail Şirvani’den korkmasa böyle ifadelerle onları unutturmaya çalışırlar mıydı?
İşte bu sempozyumda, mübarek insan Mir Hamza’nın değişik yönleri tekrar ele alındı. İran, Rusya, Gürcistan ve Türkiye’den katılan elliye yakın akademisyen onun değişik yönlerini dile getirdi. İlginçtir, hangi branşta olursa olsun, Nigari’nin bir zirve olduğu vurgulandı. Edebiyat yönünden onun ne kadar kamil olduğuna bizzat kendim şahit olduğum için çok şaşırmadım. Onun bir Fuzuli hayranı ve onun şiirleri kadar güzel eserler verdiğini biliyordum; ancak sosyoloji, psikoloji, ilahiyat, tasavvuf, felsefe gibi konularda da onun yol gösterici olduğu gerçeği ortaya çıktıkça hayretimiz bir kat daha arttı.
Dostlar, her zaman dediğim gibi “evliya” yaftası ile “bir Elham” okuyup görevimizi yaptık dediğimiz kişileri anlamıyoruz, anlatamıyoruz. Şirvanlı Camii’nde kim medfun deyince herkes, “Mir Hamza adlı bir evliya.” der. Peki, onun kim olduğunu ve eserlerinin neler olduğunu biliyor musun? Hayır!
Bu durumda onu sevebilir misin?
Seviyorum.
Baksana, üç ihlas bir Fatiha gönderiyorum. Daha ne yapayım?
İşte dostlar, evliya denilip geçilen bu insanlar aslında birer deryadır, biz ise bu deryaların yanına gidip aç dönüyoruz. Diyorum ki, gelin bu deryanın yanında durmayalım, açılalım şu deryaya. Bakalım bize ne inciler, mercanlar; ne lezzetli balıklar verecek. Neden bu Hazar gönüllü insandan kalbimizi doyurmayalım?
Otelin penceresinden Hazar’ı seyrederken bunları düşündüm ve kendimi Nuri Paşa gibi hissettim. O da herhalde Hazar’ı görüp gözleri dolmuş ve “Allah’ım bu deniz gibi bereketli ve hayırlı nesiller ver, demiştir.
Ben de aynısını yaptım. Yeni nesillerin Anadolu’da ve Azerbaycan’da daha bilinçli ve tarih bilincine sahip olarak yetişmesi için dua ettim, dua ettim, dualar ettim.
Dilimde “Laleler” adlı şarkı ile, lale başlı bir (fesli) Osmanlı askeri olarak da kendimi düşündüm ve kalbimi cahillikle savaşa hazır ve iştiyaklı hissettim.
Laleler Şiiri:
Yazın evvelinde Gence çölünde
Çıkıplar yene de dize laleler
Yagışdan ıslanan yarpaklarını
Seribler dereye düze laleler
laleler laleler, laleler laleler
Heyalimden neler gelib de geçer
Yaz geler ellere turnalar göcer
Bulaklar semavar, ağ taşdan şeker
Benzeyir çemende köze laleler
laleler laleler, laleler laleler
Meylim yüzündeki kara haldadır
Hicranın ilacı ilk vüsaldadır
Ne vaktin Reşid’in gözü yoldadır
Bir konak gelesiz bize laleler
laleler laleler, laleler laleler
AZERBAYCAN YOLLARINDA
Sevgili Dostlar,
Azerbaycan sınırlarına girince bir şey dikkatimi celp etti: köylerde, kasabalarda, koca koca şehirlerde minare görmek imkansız. Ezan sesini beş gün boyunca hiç duymadım. Tuhaf bir durum. İnsanlar gerçekten yıllarca Sovyet rejimi altında dinden soğutulmuş. Bu konuyu sorduğum sakallı bir dede ilginç bir cevap verdi. “Evladım sen bizim kaç yıldır Rus zulmü altında olduğumuzu biliyor musun?” dedi. Ben de doğal olarak; “Yetmiş- seksen yıldır.”dedim. Yaşlı amca acı acı gülümsedi ve : “Tam iki yüz yıl evladım, tam iki yüz yıl!” dedi.
Gerçekten de iki yüz yıldır Azerbaycan’ın eğitimini, kültürünü, ekonomisini Ruslar yönlendirmişti. 1828 Türkmençay Anlaşmasından bu yana Azerbaycan adlı bir devlet söz konusu değildi. Bu süre içinde tüm Azerbaycan Türkleri onların istediği şekilde eğitilmiş, buna karşı çıkanlar da ya Türkiye’ye kaçmış ( Bizim gibi. Ben de Azerbaycan göçmeni bir ailenin ferdiyim.) ya da hapislerde çürütülmüş.
İşte bu manzara içimi dağlarken Kürdemir şehrinde, ki bu şehir İsmail Şirvanî’nin doğduğu yerdir, bir mola verdik. Doğal olarak namaz kılacak yer aradık. Lokantanın sahibinden mescidin yerini sorduk. Aldığımız cevap acı vericiydi: “Mescid de ne?” en azından bir seccade verinde bir yerde namazımızı eda edelim deyince de aynı anlamaz bakışlarla karşılaştık. İsmail Şirvanî gibi Anadolu ve Kafkasya’ya Nakşıbendilliği taşımış bir âlimin yurdu işte bu haldeydi.
440 kilometre sonra Bakü’ye inince ilk tuhafımıza giden bir deniz kenarında olmaktı. İnsan Karadeniz’i deniz olarak kabul edebiliyor da Hazar’ı deniz olarak görünce şaşırıyor. Belleğimize göl gibi yerleşmiş olan bu büyük maviliğin karşısında hayretten ağzımız açık kalıyoruz.
Bakü, bana hem Ankara hem de İstanbul görüntüsü verdi. Denizi ve havası ile İstanbul, başkent ağırbaşlılığı ile Ankara.
Rüzgarlı bir gün olmasına rağmen kendimizi Şehitler Hıyabanına attık. Bakü’ye gelip de orayı görmeden yatmak bir zül addedilmeliydi. Bu hıyaban, yani bahçe, şehitler için düzenlenmişti. 1991 yılında Rusların yaptığı katliamın tüm acıları resim resim buraya taşınmıştı. Fotoğraflar içinde 15-16 yaşlarında çocukları gördükçe içim parçalandı. Bu hıyabanda ayrıca Osmanlının Azerbaycan’ı korumak için gönderdiği ordudan şehit olanların da adları yazılı bir anıt mevcuttu. Amasya’dan Yozgat’a kadar, alfabetik sıra ile şehitlerin adı ve ili yazıyordu. Kendimi Çanakkale’de hissettim. Bu kadar mı aynı kader olabilirdi. Yine şehit ve yine il il Anadolu.
İçerişehir denilen ve Şirvanşahlar döneminin kalıntısı olan saray, bir sonraki rotamız oldu. Modern Bakü’nün içinde kaybolup gitmiş ancak bir inci tanesi gibi değerinden hiçbir şey kaybetmemiş bu mekan, insanı bir anda yüz yıllar öncesine götürüyor. Şahsen kendimi Şirvanşah İbrahim Han döneminde hissettim. Bu hissin uyanmasında, sanal ses ve görüntü oyunlarının oldukça büyük yeri vardı. Sarayın her odasında sanal bir gerçeklikle o günlere gidiş söz konusu. En çok da bir minyatürün hareketlendirilmiş ve seslendirilmiş hali hoşuma gitti.
Bu saray hakkında anlatacak o kadar çok şey var ki, bu yazı onları anlatmaya yetmez. O sebepten, sadece şunu söyleyip diğer yazıma bırakacağım bu sarayı.
Dostlar,
Yüzlerce yıl sürmüş bir Şirvanşahlar devleti varmış, duyanınız, bileniniz, göreniniz; hatta okuyanınız var mı? Okul kitaplarında Amerika’nın en küçük kasabasının adını öğrenirken, yüzlerce yıllık koca bir Türk devletini duymayan Türklere “Günaydın !” diyorum.
Azərbaycan! Azərbaycan!
Ey qəhrəman övladın şanlı Vətəni!
Səndən ötrü can verməyə cümlə hazırız!
Səndən ötrü qan tökməyə cümlə qadiriz!
Üç rəngli bayrağınla məsud yaşa!
Üç rəngli bayrağınla məsud yaşa!
AZERBAYCAN YOLLARINDA
Sevgili Dostlar,
Uzunca bir aradan sonra sizlerle sohbet etmenin mutluluğunu yaşıyorum. Yoğun çalışmalarımdan dolayı bir süre sizlerden ayrı kalmış olmanın üzüntüsü; yeni şeyler söyleyecek olmanın sevinci ile karşınızdayım.
Dostlar,
Amasya’da medfun iki gönül sultanı hakkında sık sık yazılar yazdığımı ve Şirvan, Şirvan diye inlediğimi bilirsiniz. İşte bu gönül sultanları, İsmail Şirvanî ve Mir Hamza Nigarî beni kendi memleketlerine gitmekle görevlendirdiler. Aslında bu görev benim de kendi ata toprağıma kavuşmam anlamına geliyordu.
Mir Hamza Nigarî hakkında Bakü’de bir Sempozyum düzenlemeyi iki yıldır hayal eden bizler, oradaki dostumuz Fariz Halili ve Prof. Dr. Mehmet Rıhtım’ın her şey hazır haberi ile yollara düştük.
Eskilerin teşrin-i evvel dedikleri ekim ayının soğuk bir gecesinde Merzifon’dan yola çıktık. Uluslararası bir yolculuk yapmak ve bunun yirmi dört saatten fazla süreceğini bilmek beni, biraz daha üşüttü, içim titredi. Otobüsü görünce ayrı bir üşüme geçti içimden; aracın yarısı eşya ile dolu idi. İstanbul’dan çıkmış ve perişan görünen yolcular, yeni binen yedi kurbanlara acıyan gözlerle baktılar. Gecenin ikisinde ağır bir hava ile ılınmış bu ortam “Acaba yanlış bir yolculuk şekli mi seçtim?” sorusunu sordurdu; ancak artık dönmek imkansızdı. Koltuğuma oturup gözlerimi kapattım. Sabaha yakın Gürcistan sınırına ulaşıp ilk gümrük maceramızı yaşamaya başladık. İnsanların şüpheli ve suçlu gibi incelendiği vize bölümünde kendimi hakim karşında bir suçlu gibi hissetim.
Nedense, Gürcistan, özellikle Batum, hayallerimdeki yerlere hiç benzemiyordu. Sovyet döneminden kalma evlerin önünden geçerken insanların nasıl kavanoz gibi yerlere sokulduğunu hissettim. İnsanları ile aramda bir yakınlık duygusu oluşmadı. İlginç olan bir durum dikkatimi çekti; insanlar tarım konusunda çok isteksiz görünüyorlar. Bizim tarafta bir karış yeri bile değerlendiren Karadeniz uşakları, orada göz alabildiğine geniş arazileri boş bırakıyorlardı. Eğer bu ovalarda tarımla uğraşmak ve köşeyi dönmek isteyen dostlar varsa hemen bir bilet alıp işe başlasınlar. Sulak ve dümdüz bir ova sizi bekliyor. Oraları görünce “Dünya nüfusu bir gün kendine yetecek kadar yiyecek üretemeyecek.” diyenlere kahkahalarla güldüm. İnsanlar daha elindeki ovaların büyük bir bölümünü kullanmıyor ki… Yol boyu bunu düşündüm. Belki de çiftçi çocuğu olduğum için olsa gerek; nasıl bir ürün burada yetiştirilip dünyaya satılır, dedim. El-cevap: ceviz ve fındık. Binlerce dekar arazi kiralanıp bu işler yapılabilir. Gürcistan, kanunların sağlamlığı yönünden en sağlıklı devlet kabul ediliyor, bu çevrede.
Yol boyunca güzel, tek katlı, bahçeli evlerin sıralanması şunu gösteriyordu: İnsanlar köyler yerine ana yol yanında evler yapıp, hizmet ve ticaret sektörüne yöneliyordu. Tarım ise hep geri planda kalıyordu. Bu evlerin önünde beyaz beyaz domuzların koşuşturduğunu görmek de ayrıca ilginç geldi.
Mola verilen yerlerdeki işletmelerin Türk lokantası olması biraz içimizi rahatlatsa da, genel alkol kokusu, ortama içimizin ısınmasını önlüyor ve yemek konusunda isteksiz olmamıza neden oluyordu.
Azerbaycan sınırına gece bir gibi ulaştık. Sınırdan girer girmez Türkçe konuşan ve bizimle aynı yüz hatlarına sahip; muzip, neşeli insanları görmek içime büyük bir ferahlık verdi. Sanki Erzurum’a gelmiştim ve etrafımdakiler neşeli doğu insanları idi.
İşte önümde boydan boya gideceğim bir Azerbaycan platosu vardı ve ben, atayurduna gelmenin sevinciyle mest idim.
Merhaba Azerbaycan, ben geldim.
Azerbaycan, güneş her gün batanda
Yavaş-yavaş dağ dalında qalanda
Quşlar göyde deste-deste uçanda
Selam olsun senin gözel sözüve
Sözlerim var üregimden özüve
ESKİ ŞİİRİN RÜZGARIYLA
Sevgili Dostlar,
Yine sonbahar, yine sonbahar, yine sonbahar…
İşte kapımıza dayanan sarı renkli ve ayva kokulu bu mevsimle bir kez daha yüzleşmenin zamanı geldi. İçimizi titreten serin rüzgarlar eğer gönül ağacımızın yeşil yapraklarını solduruyorsa, artık yaşlanıyoruz demektir. Yok sonbaharın geldiğinin farkına bile varmıyorsak, içimizdeki güller dört mevsim rengarenk açmaya devam ediyorsa, gençlik iksirimiz bizi daha hala ter ü taze kılıyor demektir.
Dostlar,
Yahya Kemal yıllar önce böyle bir sonbaharda içindeki gençlik iksirini kaybeder ve şöyle seslenir:
Fânî ömür biter, bir uzun sonbahâr olur.
Yaprak, çiçek ve kuş dağılır, târümâr olur.
İşte yaşlılık ile sonbahar arasındaki en net benzerlik bu mısralarda gizlidir: Darmadağınık olan bir evren…
Sonra, şair dağların ve denizlerin artık bu ayrılıkla ininim inim inlediğini hisseder:
Mevsim boyunca kendini hissettirir vedâ;
Artık bu dağdağayla uğuldar deniz ve dağ.
Yaz, her insan için bir biriktirme mevsimidir. Sanki hem rızkımızı hem de güneşten alınması gereken vitaminleri ve ümitleri biriktiririz:
Yazdan kalan ne varsa olurken haşır neşir;
Günler hazinleşir, geceler uhrevîleşir;
Teşrinler, yani ekim ve kasım ayları, soğukla beraber iliklerimize bir hüzün sızısını da şırınga eder ve bu sızılarla yaşlılar anlar ki bir başka dünyaya yolculuk yaklaşmıştır:
Teşrinlerin bu hüznü geçer tâ iliklere.
Anlar ki yolcu, yol görünür serviliklere.
Dünya artık daraldıkça darılmıştır. Sanki günlerin kısalması ömrü de kısaltmıştır. Her gün evden kovulup cami, kahve köşelerinde yaşamak, yaşlıların ruhuna bir ağırlık vermeye başlar:
Dünyânın ufku, gözlere gittikçe târ olur,
Her gün sürüklenip yaşamak rûha bâr olur.
İnsan böyle günlerde toprağın kendisini çağırdığını hisseder ve bunu bir besteden başka bir besteye geçiş gibi doğal karşılamaya başlar. Artık demir almak zamanı gelmiştir bu dünya denilen limandan. Ancak bu mevsimde ayrılık bu kadar doğal bir hal almıştır:
İnsan duyar yerin dile gelmiş sükûtunu;
Bir başka mûsıkîye geçiş farzeder bunu;
İnsanoğlu, vadesi gelip de zevaline ulaşınca, bu cihana gelmeden önceki haline, bilinmezlik âlimine kayıp gider. Artık onu hatırlayan sadece, dünyaya gelmeden önce onu bilen ve seven Tanrı’sıdır:
Teslîm olunca va’desi gelmiş zevâline,
Benzer cihâna gelmeden evvelki hâline.
Sarı yapraklar, nasıl suya düşüp, akıp sessizce kaybolup giderse; ruhumuz da öylece yollanır uyanılmaz bir uykuya:
Yaprak nasıl düşerse akıp kaybolan suya,
Ruh öyle yollanır uyanılmaz bir uykuya,
Yaprağın bir sonbahar günü düşüşünün doğallığı gibi, anne toprak da doğal bir hal olan bizim gidişimize üzülmez. Bu maceramızı tüm insanlar gibi o da sessizlik ve sukut içinde karşılar:
Duymaz bu ânda taş gibi kalbinde bir sızı:
Fark etmez anne toprak ölüm mâceramızı.
Dostlar,
Kendi şiirimle cümlelerimi ümide bağlamak istiyorum. Yahya Kemal bizi çok fazla kötümserliğe sevk etti. Bakın şiirimde aynı hüzünlü duyguları neyle ümide çevirmişim:
Yaprağın son demi son bahârıdır
Toprağın son gülü son bir hârıdır.
Sonlara dayanmak kalpsiz kârıdır.
Dayan kalbim dayan yangındır söner,
Goncalarla gitmişse onlarla döner.
Fenerdir bu dünya yanar ve söner.
Gözünün yaşına bakmadan gider
Gençlik de böyledir demezsin yeter.
Dayan kalbim dayan yangındır söner
Goncalarla gitmişse onlarla döner
BİR SESSİZ GEMİ DAHA KALKTI
Bin dokuz yüz otuz sekiz
Nisan doğum ayım benim
Taşlıova soy adımız
Salihgiller soyum benim
Doğuda Serhat Kars ili
Meşhurdur Çıldır’ın gölü
Tabiat nakışlı halı
Gülyüzüdür köyüm benim
Anam Nergiz, babam Hacı
Üç kardeşiz iki bacı
Şeref der konuşmam acı
Yumuşaktır huyum benim
(Bir doksan bir boyum benim)
Sevgili Dostlar,
Belki pek çoğunuz duymadınız; ancak bir çınar daha devrildi, bir sessiz gemi daha limandan ayrıldı, gitti. Aşık Şeref Talıova’dan bahsediyorum. Kim bu adam, adını bile duymadım diyenlere söyleyecek sözüm yok. O dostlarımız zaten Türk Kültürünün sıkıcı bir uğraştan ibaret olduğunu ve üzerinde kafa yormaya gerek olmadığını düşünüyor. Biraz olsun Türk Halk Kültürü ile tanış olanlara bu haberim: Aşık Şeref Taşlıova da öldü.
“Alper Tunga öldü mi
Issız acun kaldı mı
Ödlek öcin aldı mı
Emdi yürek yırtılur.” diyen şair gibi gözyaşı döküp ağlamak istiyorum; ama içimden hüzünlenmekten başkası gelmiyor. Neden? Çünkü artık değerlerin elimizden kayıp gitmesi sıradan bir hadise haline geldi. Bu şairin yerini dolduracak yeni kabiliyetler var mı, sorusu da anlamsızlaştı. Olmasa ne olur, diyenler ekseriyette.
Sevgili Dostlar,
Bir insanın kıymeti, bir toplumun kıymetidir. Toplum kendine değer vermiyorsa değerlerine de kayıtsız kalır; yani başka kültürler karşısında ezik ve kendini kıymetsiz gören bir nesil, kaybettiğinin değerini nereden bilecek?
Şeref Taşlıova bu durumu bizden iyi seziyor ve şöyle diyordu:
Şeref der ki bülbül öter, gül yarim
Layık mıdır ben ağlayım, gül yarim
Ben ölümce mezarıma gül yarim
Sallasan da bir sallamasan da
Şairin vefasız yar dediği biraz da kendisine kulak vermeyen gençlik olsa gerek:
Her gelen insanlar geçer üstümden
Muhannet sevdiğim yol ettin beni
Çekmeyinen kopmaz idi yaprağım
Aşkınla bir çürük dal ettin beni
Şeref der ki duyamadım sesin yar
Sırmalıydı yeleğinde süsün yar
Keşiş kızı Aslı mısın nesin yar
Kerem gibi yaktın kül ettin beni
Sevgili Dostlar,
Belki bu ne biçim benzetme diyeceksiniz; ama yine de bu örneği vereceğim: Değerler konusunda o kadar duyarsız olabiliyoruz ki, bir yerde Kur’an okunsa kulak vermekten imtina eder hale geldik.
Geçenlerde bir sünnet düğününde gördüğüm manzara: Sünnet düğünü Kur’an-ı Kerim okunması ile başladı. Pek çok kişi tilaveti duyunca kendine çeki düzen verdi; ancak azımsanmayacak bir grup, elindeki sigarayı efkarlı efkarlı çekip bir süre Kur’an’ı dinledi, sonra sırtını dönüp yüksek sesle konuşmaya devam ettiler.
Belki bilerek, belki de bilmeden ortaya konan bu cehalet, toplumun kendi değerlerine verdiği kıymetin acı bir göstergesi değil mi?
Böyle bir topluma “inna lillah ve inna ileyhi raciun” ayetini hatırlatmak gerekmez mi.
Evet, Şeref Talıova, senin ruhun şad olsun, Allah senin keramet dolu sözlerini anlamayı neslimize nasip eylesin.
EDEB YA HU
Şair Nazîm şöyle der:
Söylemek ḥācet degül keyfiyyetüm ma‘lūmdur
Bir daḫi ‘arż eylesem ḥāl-i dili tekrīr olur
Sevgili Dostlar,
Halimi tekrar etmek için güzel bir fırsat doğdu. Bu fırsatı kaçırmamak için hemen kaleme kağıda sarıldım. Edebiyatın toplumdaki yeri nedir ve ne olmalı?
Dostlar,
Akademik ifadelerle başınız ağrıtacak değilim, ancak şu da bir gerçek ki edepli insanlar ancak bilgili ve görgülü kişiler içinden çıkar. Bu insanlar iki ad altında sınıflandırılır: arifler ve alimler.
Bazen şu hataya düşeriz: Bir adam gördüm, okuma yazması yok ama çok bilgili, efendi ve edepli. O halde okumanın hükmü yok.
Hayır Dostlar,
Okumanın hükmü her daim var ve olmaya devam edecektir. Yukarıda söylediğimiz insanlar arifler sınıfına girer ve toplumda bir elin parmakları kadar azdır. Bizim amacımız ahlaklı, düzenli, edepli ve büyük bir ekseriyeti bilgili, görgülü bir toplum olduğuna göre eğitim, özellikle edebiyat eğitimi şarttır.
Şimdi elime geçen fırsatı açıklamak istiyorum.
Dostlar,
Artık üniversitelerimizde edebiyat bölümleri çok daha yoğun tercih ediliyor. Buna bir örnek de kendi bölümümün tercih yoğunluğunda görüldü. Amasya Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü 12 bin öğrenci tercih etti. Bunlardan sadece kırk birini alabiliyor olmamız bir sıkıntı; ancak gelecek için ümit verici bir gelişme.
Düşünebiliyor musunuz, gelecekte daha edepli, daha saygılı ve daha görgülü bir mahallede yaşıyormuşuz. Gençler artık sokaklarda motosikletlerini barım barım bağırttırmıyor, birbirine aleni küfretmiyor, yere tükürmüyor; kitap okuyor, her gördüğüne gülümsüyor, saygıyla herkes birbirine yol veriyor…
Evet, böyle günlerin gelmesi için cebimizdeki telefonun son model olması değil, beynimizdeki örümcekli yerlerin tertemiz olması gerekiyor. Ben inanıyorum ki o örümcekli kısımları temizleyecek bir bölüm Türkiye’de artık tercih ediliyor ve Türkiye yeni umutlara yelken açıyor. İnşallah yelkenlerimiz kesip pazarlarda satmazlar.
Batı’da sosyal bilimlerin değeri yüz yıllar önce bilindi ve toplumu teknik yönden geliştirmekten ziyade ahlaki yönden yetiştirmek önemsendi. İşte bugünkü imrenilen Batı toplumu böyle doğdu. Bizdeki edep cevherini gören Batı onu sahiplendi; ancak içimizdeki çekememezlikler ve hasetçiliker bizi geriletti de geriletti.
Sahib Efendi’nin dediği gibi
Gevher-i naẓmımı görmezse ‘aceb mi ḥüssād
Çeşm-i mārı ider elbette zümürrüd a‘mā
Eğer haset sahibi şiirimin güzelliğini görmezse acaib bir şey değildir; çünkü yılanın gözünü elbette zümrüt kör eder. Yanı zümrüt değerindeki güzel sözlerim yılan gibi hasetçinin gözünü kör eder.
Yeni bölümümüz ve yeni dönemimiz hayırlı olsun.
AV MEVSİMİ
Muîni zalimin dünyada erbâb-ı denâettir
Köpektir zevk alan sayyâd-ı bi-insafa hizmetten
Namık Kemal
Ey kalbim, bu yıl av mevsiminde neden minicik kekliklere, ceylanlara veya üveyiklere acımıyorsun? Neden bu av mevsiminde “Bu ne vahşet?” “Kim bu zulmü yapan ve ona izin veren ve de ona hizmet etmekten zevk alan av köpeği?” demiyorsun, neden? Evet sen de haklısın ey kalp, sen de dünya ahvalinin artık ne kadar çetrefil ve zalimane hal aldığını görüyorsun. Biliyorsun ki artık “av mevsimi”nde zavallı ağızsız dilsizler değil, gül yüzlü ve tatlı dilliler katlediliyor. Bu gül yüzlüleri katleden zalimler ise daima pusuda bekleyen “Musa kaçkınları”, “İsa ihanetçileri” ve “ezeli Türk düşmanları”.
Ey kalbim, bu acıları kaldırabilmek mümkün değil; ancak yutkunmakta bu kadar zorluk çektiğimiz şu anlarda sana teselli sözleri de söyleyemeyeceğim. Ne söyleyeyim; bir gün Musa kaçkınları insafa mı gelir diyeyim; hayallere inanma. Ne söyleyeyim; İsa ihanetçileri haçlı seferini iptal mi eder diyeyim; o kadar güvenme. Ne söyleyeyim; ezeli Türk düşmanları Türkistan’ı terk eder mi diyeyim; ne olur kendini aldatma, aldatma…
Peki bu zulme hayır diyecek, bir dur diyecek dünyevi güç yok mu? Hani Türkiye? İşte en acısı da bu ya: Ey Türkiye, gerçek gücün bu kadar, fazlasını umma. Ve şunu da bil ki ey kalbim; bizim katlimize ferman çıkaranlar o kadar zalim ki en çok hangi konuda hassas isek onu vuruyorlar. Önce susup dinliyorlar, insafsız avcının köpeği gibi, pusuda sessizce diniliyorlar ve silah sesi ile zavallı avı alıp zalim avcıya teslim ediyorlar.
Ey kalbim, Filistin’e ağlama gözyaşın yetmez, Kerkük’ü anlatma kelimeler yetmez, Türkistan’a hiç bakma utançtan yüzün kapkara kesilir de nefesin yetmez. Bu av mevsiminde zavallı ağızsız dilsizler değil, gül yüzlü ve tatlı dilliler katlediliyor; ne diyeyim ey kalp?
Hiçbir siyasetçiye, diplomata kızmıyorum; sadece bu kurtlar sofrası kurulurken yüz yıllarca birbirini yemekle meşgul olan Müslüman milletlere kızıyorum. Düşman, Mehmet Akif’in mısralarında bir yerlerde başını kaldırmış kahkaha atıyordu, sen neden kafanı kuma gömüyordun ey Müslüman?
Kurd uzaklardan bakar, dalgın görürmüş merkebi.
Saldırırmış ansızın yaydan boşanmış ok gibi.
Lakin, aşk olsun ki, aldırmaz otlarmış eşek,
Sanki tavşanmış gelen, yahut kılıksız köstebek!
Kâr sayarmış bir tutam ot fazla olsun yutmayı…
Hasmı, derken, çullanırmış yutmadan son lokmayı!
Bu hakikattir bu, şaşmaz, bildiğin usluba sok:
Halimiz merkeple kurdun aynı, asla farkı yok.
Burnumuzdan tuttu düşman; biz boğaz kaydındayız;
Bir bakın: hala mı hala ihtiras ardındayız!
Saygısızlık elverir… Bir parça olsun arlanın:
Vakti çoktan geldi, hem geçmektedir arlanmanın!
Ey kalbim, bugün ülkemde en büyük düşman kim biliyor musun? Çin mi, Amerika mı, Rusya mı, İsrail mi, IŞİD mi, İngilizler mi? hayır, hayır, hayır… aynı ırktan, aynı dinden, aynı mezhepten, aynı meşrepten, aynı kıbleye aynı camide baş koyan, aynı kaptan yiyen, aynı gemide giden; ancak küçük siyasi görüş ayrılığında olan kardeş oğlu kardeşlerdir. Şimdi ben eşeğin durumuna düşen bu millete “yazık, yazık, yazık” demeyeyim de ne diyeyim?
Ey kalbim, dua et biz Azerbaycan’da imtihan edilmeyelim, Kerkük’te rezil olmayalım, Uygur Türklerine ümit verip yalancı çıkmayalım, Suriyeli kardeşlerimize durumu izah edebilelim, Filistinliler “Hani arkamızdaydınız, size güvenmiştik.”dediği zaman kahrolmayalım. Mısırlı kardeşlerimizi satmış duruma düşmeyelim.
Ey kalbim, huzur adası olan ve her başı sıkışanın sığındığı şu Anadolu’mu her daim uyanık eylesin diye Rabbine dua et; sayyad-ı bî insafa terk edilmemek için niyaz et.
Ey kalbim, bu av mevsiminde ağızsız dilsiz avlara dökecek gözyaşım kalmadı, gül yüzlü ve tatlı dillilere harcadım hepsini…
İŞİD[1] AYRILIKÇI KARDEŞİM
Sevgili Dostlar,
Mir Hamza Nigarî’yi tekrar anmanın tam zamanıdır. Ne diyordu rahmetli Pir,
Allah’ı Muhammed’i âlî seven dostânız
Ne Sünnî’yiz ne Şiî bir halis Müslümanız
Şimdi bu sözün mayaladığı bir ülkede, belli bir olgunlukla ve huzur içinde yaşıyorsak, herhalde Mir Hamza ve benzeri pek çok âlimin bunda büyük bir payı olduğunu kabul etmeliyiz.
Dostlar,
Dünyada başı sıkışan tüm milletlerin kurtuluş noktası olarak gördüğü bir ülkede, bir coğrafyada yaşadığımızın farkında mıyız? Benim de soyum bir anlamda bu kurtuluş noktasına sığınanlardandır. Bizler, Rusların ve Ermenilerin baskısı ile yurdundan olmuş Azerbaycan Türkleriyiz. Yurt kaybetmenin ne olduğunu gayet yakinen bilen bir topluluk olarak, gelip yerleştiğimiz bu yeni vatanımızda her daim sadık ve fedakar olduk. Biz Muhacirler, bize Ensar gibi davranan Osmanlıya asla ihanet etmedik. Yemek yediğimiz çanağa tükürmedik.
Dostlar,
Bugünlerde ülkemizin güneydoğusunda yeni gelişmeler oluyor. Bu gelişmeler aslında yeni değil; nerdeyse her on yılda bir böyle hadiseler cereyan edip duruyor. Ben kırk yıllık hayatımda bu coğrafyanın onlarca defa yakıldığını, yıkıldığını gördüğüme göre, bu memleketlerde huzur hiçbir zaman uzun süreli olmadı, diyebilirim. Belki yanlışlıkla Osmanlı Döneminde de böyle idi diyenler çıkabilir. Onlara tavsiyem “dört yüz” ile “on” sayılarının farkını öğrenmeleridir. Elbette sıkıntılar vardı; ama dört yüz yıllık bir huzur ve sükun içinde idi bu sıkıntılar. Günümüzde “sabah erken kalkan” ve silahı eline alan kendisine yeni etkinlik alanları, yeni vahşet sahaları kazanıyor. Işid denilen topluluk bunun son adı. Dün Saddam’dı, Esed’di, Suud’du bugün bu.
Dostlar,
Bu bahsettiğim coğrafya daha yüz yıllarca değişmez, değişemez. Çünkü orada iki güç bir arada: petrol ve cehalet. Bu ikisinin olduğu yeri kimse rahat bırakmaaaaaz.
Peki “Işid ayrılıkçı kardeşim” ne demek? Bizim de güneydoğumuzda belli sıkıntılar cereyan edip gidiyor. Bu sıkıntıların uzun uzun analizini yapacak değilim; ancak şu bir gerçek ki o bölgemizin yaşadığı sıkıntıyı bu memleketin her noktası tattı. Yöneticilerin yanlışları her daim bu ülkede de oldu; ancak bu ülkede her yanlışın içinde büyük bir devlet şefkati de gizli idi. Kim ne derse desin Anadolu insanı adaleti, insaniyeti, huzuru ve kardeşliği Mevlana, Yunus, Hacı Bektaş, Mir Hamza gibi zirve şahsiyetlerden miras almıştır. İncinse de incitmemiştir. Yönetimler zulm etse bile bu coğrafyanın insanları birbirinden kardeşlik bağını asla koparmamıştır. Alevi’si Sünni’si ezici çoğunlukla,
Allah’ı Muhammed’i âlî seven dostânız
Ne Sünnî’yiz ne Şiî bir halis Müslümanız
diyebilmiştir.
Şimdi bayrağımızı gönlerden indiren cahil kardeşime söylüyorum: “Işid ayrılıkçı kardeşim.”diyorum. Eğer bu memleketin bir Suriye, bir Irak olmasını istemiyorsan veya bu aziz Türk milletinin seni o karanlık dünyaya terk etmesini istemiyorsan dikkat et. Devlet tecrübesi öyle kolay kazanılmaz. “ Ya devlet başa ya kuzgun leşe” sözünü bir kez daha tekrar etmek gerekiyor. Türk bayrağını indiren ve iki adım altındaki kuzgunların farkında olmayan kardeşlerime diyorum ki bu kavgalar o coğrafyada daha yüzlerce yıl bitmeyecek, her beş-on yılda bir Musul’lar, Erbil’ler, Bağdat’lar, Şam’lar el değiştirecek ve kan, göz yaşı, sefalet sürüp gidecek. Bu ateşe seve seve atılmak istemiyorsan şu memleketin kıymetini bil. Biz bir, beraber ve güçlü olalım ki oraların derdine de çare olmak için zamanımız olsun.
Bu basit mantığı kavrayamıyorsan, fazla söze gerek yok, Mehmet Akif’in sözünü yazıp bırakıyorum:
Girmeden tefrika bir millete düşman giremez
Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez
Biz, bu canım vatandan hep anne şefkati gördük, bayrağımızı annemizin iffeti bildik. Annesine ve bu millete ihanet eden iflah olmaz, olamaz.
YAŞASIN KAPİTALİZM
Sevgili Dostlar,
Her ne kadar Yunus Emre’miz,
Mal sahibi mülk sahibi
Hani bunun ilk sahibi
Mal da yalan mülk de yalan
Var biraz da sen oyalan
diyerek bize dünyanın geçici olduğunu haykırsa da artık kulaklarımız bu boş sözlere tıkalı. Bir tarafta çuvalla götürenler varken benim böyle bir felsefeyle ağzımı açıp beklemem ne kadar aptalca, diye düşünüyoruz. Yani herkes birbirini hırsız görüyor, herkes başkasının kendisinden daha kapitalist olduğunu iddia ediyor. Onun lüks arabası yanında bizimki kağnı gibidir, diyebileceğimiz birileri daima mevcut. Bir bakıyorsunuz kapitalizmin zirvelerinde bir dostumuz bize dert yanıyor: filanca iş adamı milyon dolarlık oldu, işleri tıkırında, her türlü lüksü var… Bir başkası, milyar doları olanı kıskanıyor; ancak bu dünya hırsının iki mağduru ortaya çıkıyor: biri bu kapitalistin kendisi, bir diğeri zavallı kapitalsizler.
Yalnız, şu bir gerçek ki kapitalsiz zavallılar veya kapitalistler tarafından günde 15 saat çalıştırılıp karnının zor doyuran büyük kitle, bu işin görüntüdeki mağdurlarıdır. Mağdur, yarın hesap gününde bu zulmü edenlerin sıfatı olacaktır. Necip Fazıl’ın deyimiyle,
Allah’ın bir pulunu bekleyedursun on kul
Bir kişiye tam dokuz dokuz kişiye bir pul
Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa
Yaşasın kefenimin kefili karaborsa
Dostlar,
Ben size daha büyük bir mağdur kitleden bahsetmek istiyorum. Bu kapitalist dünyada ezim ezim ezilen ve iki dünyası da tehlikeye atılan gençliğimizdir. Bu gençlik öyle bir çıkmaz içinde ki anlatması yürek ister. Çünkü meşhur hikayedeki gibi bunu fark edenin, cesaret edip anlatanın, tahtından olması da muhtemeldir.
Ben yine de hem hikayeyi hem de durumu anlatayım, velev ki kimse okumaz, alınan olmaz…
Hikaye bu ya, günlerden bir gün bir ülkede çeşmelerden akan su herkesi deli etmeye başlamış. Ülkenin padişahı bu durumu engellemek için çok çabalamış; ancak ne mümkün, her gün bir şehir elden çıkmış. Sadece padişahın içtiği sular deli etmiyormuş; bu yüzden zavallı padişah delirenleri gördükçe kahroluyormuş. Gel zaman git zaman halkın tamamı delirince, bakmışlar padişah tuhaf tuhaf hareketler yapıyor. Ya, bu padişahta bir haller var, bunu başımızdan atalım demeye başlamışlar. Bunu duyan padişah koşup o çeşmeden su içmiş ve o da delirmiş. Böylece halkı padişahın normale döndüğünü kabul etmiş.
Dostlar,
Kapitalizm çeşmelerinden akan faizle, hırsla, kinle ve aç gözlülükle kirlenmiş paraları içe içe artık Müslüman Kapitalistler olduk. Para bizim en kutsal değerimiz ve onu paylaşmak en büyük derdimiz oldu.
İşte mağdurlarımız da burada ortaya çıkıyor: gençler. Onlar eğer bu delirten sudan içmez ve her şeyi toz pembe görmezse vay hallerine. Ya bu sudan içip onlar da acımasız kapitalist olmanın dayanılmaz deliliğini yaşayacaklar ya da bu suyu içenlerin karşısında, mezkur padişahın durumuna düşüp perişan olacaklar.
Daha acısı ile yazımı bitiriyorum.
Bu günlerde “Müslüman” iki veya üç kitle, hem kapitali hem de iktidarı paylaşırken bu açmazın içine düşüyor; birbirini adeta tekfir ediyor. İki veya daha fazla Müslüman grup bu paylaşımda adeta şöyle diyor: Tencere dibin kara; hayır, hayır seninki benden kara.
Şimdi yeni gelen gençlik bu ahvale bakıp da “Eğer Müslüman buysa Kapitalist kim?” demez mi?
İşte mağdur olan bu kitle hem bu dünyasını hem de ahretini kaybediyor.
Hayır hayır vazgeçtim: Her şey güllük gülistanlık, ben saçmalıyorum.
EY GENÇLİK! TİYATRO MU, O DA NE?
Yar bana bir eğlence medeeeed!
Kande varsa âşık-ı bî-çâre cananın arar
Dert ile bimâr olan elbette dermânın arar
Aman bana bir eğlence yar heeey!
Sevgili Dostlar,
Karagöz, Orta Oyunu, Meddah, Saz Şairleri ve Köy Seyirli Oyunları ile dolu bir kültürün içinden bize kalan birkaç küçük söz kırıntısı yukarıdaki dizeler.
Dostlar,
Bizde tiyatro var mıydı, diye kendime sorduğumda hep Batı’daki tiyatro ile bizdekini karşılaştırma gereği karşıma dikiliyor. Nedense her şeyde böyle bir psikoloji bizi zorlayıp duruyor: Acaba Batı’da nasıl? Bizde onların sanatından bir kırıntı var mı? Sanatımız onlarla boy ölçüşebilir mi?
Dostlar,
Batıda tiyatro sanatı Kadim Yunandan beri çok ama çok önemsenmiş ve bir anlamda kutsal atfedilmiştir. Bu kutsallık çok tanrılı dinlerin bir ibadet mahalli haline getirmiş tiyatroyu. Bu yüzden her şehirde en büyük binalar tiyatro için inşa edilmiş. Bu büyük yapılarda tanrılar, yarı tanrılar ve kahramanlar boy göstermiş; halka tragedyanın en muhteşem örnekleri sunulmuş.
Bu gelenek, Batı’nın modern çağlarında da devam etmiş ve her şehirde tiyatro ve opera binaları merkeze alınmış. Bu durumun sebebi gayet açık: yetişkin eğitiminin en kolay ve etkili yolu tiyatrodur. Namık Kemal de Tanzimat Döneminde bu gerçeği görüp şöyle yazmış: ”Tiyatro bir eğlencedir; ancak eğlencelerin en öğretici ve eğitici olanıdır.” Batılı anlamda tiyatromuzun olmadığından şikayet eden Namık Kemal, büyük bir gayretle bu yeni tip tiyatrolara metinler yazmaya girişmiştir. Tanzimat’tan sonra Batılı tiyatro bizde de yaygınlaşmış ve bir anlamda geleneksel tiyatro ile modern tiyatro bir birini besleyerek yola devam etmiştir.
Bu noktada şu soruyu sormak gerekir: Osmanlı yedi yüz yıl tiyatrosuz olarak mı bir toplum inşa etti? Tiyatrosuz bir toplum yedi yüz yıl ayakta kalabilir mi? İşte bunun cevabı gayet açık ve net: Hayır.
Osmanlı Orta Oyunu, Karagöz ve Meddah ile her mahalleye tiyatroyu götürmeyi tercih etmiş ve bir anlamda mobil tiyatro geleneğini yaygınlaştırmıştır. Bu bağlamda geçmiş ve modern zaman karşılaştırması yapılınca şöyle bir manzara ortaya çıkıyor: Batı büyük binalar ile bu sanatı hayatın merkezine alırken; biz mobilize ederek hayatın içine yaymışız. Her hal ü karda tiyatro hayatımızda daima yer bulmuş. Şehrinizdeki bir çocuk, her yıl mutlaka Orta Oyunu, Karagöz veya Meddah izlemiş ve bir anlamda o yaştan yetmişine kadar bu sanatla hem hal olmuştur. Yani toplumdaki yetişkin eğitimi mahalle ortasında, kıraathanede ve her uygun ortamda sürdürülmüş. Batının toplum inşasında kullandığı bu yöntem bizde asla ihmal edilmemiş.
Siz en son ne zaman tiyatro izlediniz?
Peki, Cumhuriyetle birlikte nasıl bir manzara ortaya çıkıyor? Tabii ki yine eskiyi terk eden ancak yeniye gücü yetmeyen bir devlet söz konusudur. Yeni devlet haklı olarak tiyatroya da el atmış ve her ilde bu sanatı yaymaya çalışmış; ancak mobil ve masrafı devletten değil halktan alınan bir sanat, bina ve kadro masrafı yüzünden sadece büyük illere mahsus kalmış. Yani eldeki para ile İstanbul, Ankara, İzmir… gibi büyük illerde tiyatro binaları yapılmış ve perde açmış; diğer iller hem eskiyi kaybetmekle hem de yeniyi bulamamakla mağdur edilmiş. Bu mağduriyetin temel nedeni, geleneksel tiyatronun kıyafetleridir. Kavuklu, Pişekar, Hacivat gibi karakterlerin giysileri yeni cumhuriyet yasalarına uygun değildir: sonuç olarak yasaktır.
İşte Dostlar,
Eskiyi terk etmek gerçekten gerekli olabilir; ama yeniyi getiremeden yasaklanan bir sanat böyle mağduriyetler doğuruyor. Şimdi bu şehirlerde bir vatandaşa sorsan: “Şehrinizde tiyatro olmaması sizi rahatsız ediyor mu?” diye mutlaka; karnımı doyurdum da tiyatrosu mu kaldı, diyecek. İşte bir ülke ancak bu kadar yetişkin eğitiminden ve sanattan uzak kalabilir. Batı dediğimiz memleketler, yediden yetmişe tiyatroya topladığı insanlara bu kurumlar aracılığıyla insanlığı, sevgiyi, saygıyı, yere tükürmemeyi… öğretiyor. İnanın aynı misyonu bir zamanlar Meddah, Karagöz, Kavuklu yükleniyordu.
Dostlar,
Unutmayınız yıkmak kolay yapmak zordur.
Yar bana bir eğlence medeeeed!
Kande varsa âşık-ı bî-çâre cananın arar
Dert ile bimâr olan elbette dermânın arar
Aman bana bir eğlence yar heeey!
Ama en yararlısından…
YAKARIŞ
Sevgili Dostlar,
Mihrî Hatun, tam beş yüz yıl önce, burada, Amasya’da Tazarruname adlı bir eser ile Tanrıya yakarmış ve tüm dünyadan bu yakarış duyulmuş. Amasya’da duyanınız oldu mu?
Dostlar,
İnanın öyle mümbit bir kültür höyüğünün üstünde oturuyoruz ki hangi kitabı karıştırsan karşına büyük bir âlim, şair, veli veya hattat çıkıyor. Bu şehir, tam bir tarih höyüğü; ancak üstündekiler arkeolog değil.
Hatırlar mısınız, geçen yazılarımda Mihrî’nin eserini ve ismini Ruslar ve Amerikalılar bizden elli yıl önce dünyaya duyurmuşlar, demiştim.
İşte bu elli yılın sonunda o şair ve eseri ile ilgili incelemeler yapıyor ve şaşkınlıklar içinde kalıyorum. Bu Mihrî Hatun denilen hanımefendi ne derin, ne âlim, ne mübarek bir insanmış, şaşıp kalıyorum.
Şu anda onun tazarruname adlı eserini tahlile çalışıyorum. Bizim tazarru ne demek diye sözlükler karıştırmak zorunda kaldığımız bir devirde onu anlamamız tabii ki zor olacak; ancak yine de bir yerden başlamalı değil mi?
Dostlar,
Sakın yazıyı okumaktan vazgeçmeyin, öyle ağır Osmanlıca şiirlerle sizi boğmak niyetinde değilim. Ayrıca, bakın ben neler biliyorum, siz hiçbir şey bilmiyorsunuz deme havasında da değilim, inanın.
Sadece şunu söylemenin gayretindeyim: Allah bize müthiş bir zeka ve gönül vermiş, bu iki varlığımız bizi abad etmeye yeter de artar bile. Gelin bu zekice ve içli duygularla dolu eserlere soğuk kalmayalım. Yabancıların bizi anlamaya çalıştığı kadar biz, kendimizi anlayalım, cevherimizi işleyip dünyaya sunalım.
Bakınız Mihrî Tazarruname adlı bu yakarış eserine nasıl başlıyor:
Yazdı cân levḥasında bismillâh
Ḳudret-i lâ ilâhe illallâh
Lâ ilâhe illallâh’ın kudreti can levhasında bismillah yazdı.
Gösterür toġrı yol bi-ḥamdillâh
Ḥimmet-i lâ ilâhe illallâh
Lâ ilâhe illallâh’ın himmeti Allah’a şükürler olsun ki doğru yolu gösterir.
Dü-cihâna ṭolı durur lâ-şek
Şöhret-i lâ-ilâhe illallâh
Lâ ilâhe illallâh’ın şöhreti şüphesiz iki cihana dolmuştur.
Ehl-i ‘aşḳ dillerin müşerref ider
Ṣoḥbet-i lâ ilâhe illallâh
Lâ ilâhe illallâh’ın sohbeti aşk ehlinin gönüllerini şerfelendirmiştir.
İrgürür ḫaste dillere ṣıḥḥat
Şerbet-i lâ-ilâhe illallâh
Lâ ilâhe illallâh’ın şerbeti hasta gönüllere sıhhat ulaştırmıştır.
Böyle içten ve mantıklı konuşan bir kadın ne mesajlarla yüklü bir eser donatmıştır, tahmin edebiliyor musunuz. Ben tahmin ediyorum, çünkü okumaya anlamaya gayret ediyorum. Emin olun İngilizce öğrenmeye harcadığım vaktin yarısını kültürümü anlamaya harcasam şu anda dünyanın en ünlü âlimlerinden olurdum. Ucundan, kıyısından okuduğum halde ne zenginlikler gördüm ne zenginlikler.
Dostlar,
Mihrî’nin bir hayat felsefesi vardır ve şu beyitle özetlenir:
Şöyle teşhiṣ eyledüm Mihrî cihânun lezzetin
‘İlm ile ṣavm u ṣalât imiş ḳalanı hiç imiş
Ey Mihrî, hayatta cihanın lezzetini şöyle tespit ettim, bunlar ilim öğrenmek, oruç tutmak, namaz kılmak imiş; geri kalanı koca bir hiç imiş.
Bence beş yüz yıl geçse de bu mesaj henüz eskimemiş, sizce?
ŞİRVANLI
Sevgili Dostlar,
Şirvan, Azerbaycan’ın Bakü ve Şamahı merkezli, her yönden mümbit bir bölgesinin adıdır. Bu bölge 799’da kurulan Şivanşahlar Devleti ile ün bulmuş ve yaklaşık yedi yüzyıl geniş bir sahada varlığını devam ettirmiştir. Şeybanî Han tarafından kurulan bu devlet 1538’de yıkılmıştır. Son hükümdarı Burhan Ali olan devlet, daha sonra beylikler halinde varlık mücadelesi vermiştir. Bölge bir dönem Osmanlı bir dönem de İran yönetiminde kalmış, sonra hanlıklar halinde 1828’e kadar varlığını sürdürmeyi başarmıştır. 1828 Türkmençay Antlaşması ile Şirvan bölgesi de dahil tüm Azerbaycan Rusların işgali altına girmiştir.
Şirvan bölgesi mümbit bir yerdir demiştik; gerçekten de orada bulunan yer üstü ve yer altı zenginlikleri yanında, ilmî ve tasavvufî yönden de müthiş bir bereket söz konusudur. Adeta hem dünyevî zenginliklerin hem de uhrevî mutluluğun merkezi olmuştur bu bölge. Bakü, Şamahı gibi tabiat güzelliği, verimli ovaları ve petrol gibi tartışılmaz değerdeki yer altı kaynakları ile bölge dünya nimetleri ile dolup taşmaktadır. Aynı zenginlik uhrevî hayat için de söz konusudur. Bölgeden yetişmiş âlim ve mutasavvıfların sayısı tespit edilemeyecek kadar çoktur. Özellikle Seyyid Yahya Şirvanî 1400’lü yıllarda bölgeyi Halvetîliğin merkezi haline getirmiş ve dünyanın her yanından akıp gelen sevenlerine ve dünyanın her yanına gönderdiği müritlerine iki dünya saadeti nasıl kazanılır öğretmiştir. İnanamazsınız, Anadolu’da herhangi bir ile gidin mutlaka bir Yahya Şirvanî müridi bulursunuz. Osmanlıda en yaygın olan tarikat şüphesiz onun kurduğu Halvetilik yolu idi. Daha inanılmazını söyleyeyim, onun Afrika ve Avrupa’da da milyonlarca takipçisi olmuştur ve daha hala da mevcuttur. Nijerya’da onun adının geçtiğini duyarsanız lütfen şaşırmayınız.
Sevgili Dostlar,
Bölgenin uhrevî zenginliğinin ikinci dönemi ise İsmail Şirvanî ile 1800’lü yılların başında ortaya çıkar. Nakşıbendî tarikatının bölgede ve Kafkasya’da yayılmasını sağlayan bu zat, ikinci Yahya Şirvanî görevi görmüş ve hem kendisine binlerce sevenini çekmiş hem de gittiği yerlerde ahretini kazanan binlerce insan yetiştirmiştir. Onun en temel özelliği Azerbaycan’ın işgal yıllarında gelmesi ve bu işgale açık ve net tavır almasıdır. “Müslüman bir milletin Hıristiyanların yönetimi altında kalmasının Müslümanlara zül sayılacağını” açıkça söylemiş, cihat etmeyi farz görmüş ve emretmiştir. Onun açtığı yoldan İmam Şamil gibi tüm dünyada efsane olmuş bir lider yürümüştür. İmam Şamil, İsmail Şirvanî’nin en sadık müritlerinden olmuştur ve şeyhi, Azerbaycan’ı terk etmek zorunda kaldıktan sonra onun halifelerinden Molla Mehmed Yaragî’ye bağlanmıştır.
Şirvan’ın Kürdemir adlı şehrinden doğan bu güneş, Anadolu’nun Amasya semalarında gurub etmiş ve milyonlarca sevenini Mevlanâ Halid-i Bağdadî’nin kendisine öğrettiği nurlu yola davet etmiştir.
Unutamayınız, Amasya’nın manevî lideri Pir İlyas Halvetî de Şirvan’da tasavvuf eğitimi almıştı. Pirlere gidince bir Fatiha ile tüm bu mücadele kahramanlarını anmanız dileği ile…
OY MEDUSA MEDUSA!
Sevgili Dostlar,
Belki hatırlarsınız, Medusa Etkisi diye bir şeyden bahsetmiştim. Bu etki tüm insanlığın genel sorunu haline gelen ekran bağımlılığı idi. Ne zaman bir gençle karşılaşsam bu etkinin kollarında kendisini kaybetmiş halde olduğunu görüyor ve üzülüyorum. Ya televizyon ya bilgisayar ya da telefon; işte hayatın temel üç hipnotizma aleti.
Bu yazımda tekrar be tekrar söylemek istiyorum ki eğer aşağıda sıralayacağım durumlarla karşılaşıyorsanız veya bizzat siz bu hallere düşüyorsanız, hayatınıza bir şans daha verin. Her ne kadar televizyonun olumsuz etkilerinden söz ediyor olsam da oradan iyi örnek vermekten de çekinmeyeceğim, özellikle “Süper Kumanda” adlı sinema filmini izleyip kendi hayatınızı yeniden değerlendirebilirsiniz. Amerikalılar hatalı bir hayat kurgusuna sahip olduklarını bu film ile itiraf ediyorlar. Onlar bu hatadan kurtulmak ve sanal bir dünyada kendini kaybetmekten uzaklaşmak isterken bizler, oraya doğru koşuyoruz. Onlar artık konuşacak, dertleşecek dostlar bulamaz oldukları için ağlarken biz, onların yerini almaya çabalıyoruz.
Sevgili Dostlar,
Eğer, bir gününüzün yarıdan fazlasını MEDUSA ETKİSİ’nde, yani ekran karşısında geçiriyorsanız,
Eğer, eve gittiğinizde üç yaşındaki çocuğunuz sizin kucağınız yerine cep telefonunuza koşuyorsa,
Eğer, on yaşındaki çocuğunuz bir yanına televizyonu, bir yanına diz üstü bilgisayarı, bir yanına da cep telefonunu alıyorsa ve siz artık onu bu ortamdan kurtaramıyorsanız,
Eğer, insanlar kötü bir olayın önlenmesiyle değil de fotoğrafının çekilmesi ile ilgileniyorsa,
Eğer, omzunuz ağrıyıp da saatlerdir bilgisayarda çalışmakta olduğunuzu fark ediyorsanız,
Eğer, lalelerin mevsimi geçmiş ve siz fark edememişseniz,
Misafirliğe gittiğinizde televizyon açıksa ve ikide bir sohbetinizi bölüyorsa,
Sokakta bile elinizde cep telefonu ile uğraşıyorsanız,
Başınızı kaldırıp tarihi eserlerde bir estetik göremiyorsanız,
Bir sosyal faaliyete ve cemiyet çalışmasına katılacak zamanınız yoksa,
Çocuğunuzun ne kadar çabuk büyüdüğünün farkına varamadıysanız,
Zambakları görmediyseniz,
Yıldızlara yıllardır bakmadınızsa,
Gülleri koklamadıysanız,
Kırlara çıkmadıysanız,
Çiğdem çiçeğinin vaktini kaçırdıysanız,
Müslüman iseniz ve camilerden gelen yanık ezan seslerine; Hıristiyan iseniz kiliselerden gelen davetkar çan seslerine kulaklarınız aldırış etmiyor ve rahat TV koltuğunuz sizi içine çekiyorsa,
Ve eğer, sevdiklerinizi bizzat gidip görmek yerine bilgisayardaki fotoğraf paylaşım sitelerinden seviyorsanız,
Ve de eğer, güzellikleri sadece “like/ beğen” butonu ile çiğneyip geçiyorsanız,
MEDUSA ETKİSİ sizi taşlaştırmıştır.
Allah rahmet eylesin.
ERMENİ MESELESİ
Sevgili Dostlar,
Nisan ayı geldi, 24 Nisan kapıya dayandı.
Her yıl olduğu gibi Amerikan’ın bizim tarihimiz hakkında alacağı kararı beklemeye başladık. Acaba bu yıl soykırım yapan bir millet mi olacağız yoksa bu ifade bir yıl daha geciktirilecek mi?
Gariptir, bir ülkenin iki dudağı arasına sıkışmış bir kader yaşıyoruz gibi geliyor bana. Peki gerçekten durum bu minvalde mi?
Belki bizim bilmediğimiz dengeler sebebi ile Amerikan’ın bu kararı önemli olabilir; ancak Suriye’den Türkiye’ye kaçan Ermenileri görünce bir tuhaf oluyorum. Mademki biz soykırım yapıp onları kestik, yok ettik; o halde niçin daha hala başı sıkışan Ermeni Türkiye’ye koşuyor?
Türkiye’de kaçak çalışan Ermeni sayısı belki de tahminlerin kat be kat üstündedir. Neden bu iki yüzlülük?
Bir tarafta olup olmadığı belli olmayan bir suç, öbür tarafta fotoğrafları ile sabit bir suç: Ermeni Soykırımı 1915, Hocalı Katliamı 1991.
Sevgili Dostlar,
Size kendi dedemin hayatından bir örnek bir hadise anlatayım. Dedemin yaşadığı yıllarda, ki 1910’lu-20’li yıllar, Samsun’a gitmek dünyanın en riskli yolculuklarından birisidir. Sebebi gayet nettir: Ermeni Çeteleri. Bırakın Samsun’u Tuzsuz’dan Amasya’ya gece gitmek ölüm riskini göze almak demektir. Çekerek üzerindeki bir su değirmenine atılıp yok edilme ihtimaliniz oldukça yüksektir.
Şimdi bu çeteler dağdan toplanıp bir yerlere sürülmüş veya yöre halkı tarafından yakalanıp öldürülmüşse nasıl bir soykırım ortaya çıkar. Yani ölen Müslüman olunca mesele yok, ama Ermeni ise soykırım diye bağır, çağır.
Bu oyunu bir yerlerden değil, artık binlerce yerden hatırlıyoruz.
Dostlar,
Bu Ermeniler resmen hem kel hem fodul. Hem dün bize saldıran onlar hem bugün Karabağ’ımıza kara hançer saplayan onlar hem de soykırıma uğradık diye barım barım bağıran onlar. Ben bunlar için sadece susuyorum ve sözü Ozan Arif’e bırakıyorum. Onların cevabını en güzel o, verir diyorum:
Dünya duysun bu sesi, bu ses şarkın sesidir
Peygamberin övdüğü necip ırkın sesidir
Bu ses Azerbaycan’ın, bu ses Türk’ün sesidir
Bu Ermeni tak etti canımıza tak artık,
Ya Karabağ ya ölüm, başka yolu yok artık!
Karabağ da kan var kan, ağlıyor Azerbaycan
Karabağ da karalar bağlıyor Azerbaycan
Kanlar kanı eritti, çağlıyor Azerbaycan
Vahşet bu, vahşet dünya, dön başını bak artık
Ya Karabağ ya ölüm, başka yolu yok artık!
Dünya, göz yumamazsın bu insanlık suçuna
Gözünü kan bürümüş, bak ermeni piçine!
Benim diyor girmiş de hududumun içine
Ya bu işe bir dur de, ya aradan çık artık,
Ya Karabağ ya ölüm, başka yolu yok artık!
Azerbaycan bir gözdür, Karabağ da bebeği
Yani Azerbaycan’ın tam ortası, göbeği
Gözüme mi göz dikti bu Ermeni köpeği? ! !
Bu köpek senin dünya, kapımızdan çek artık
Ya Karabağ ya ölüm, başka yolu yok artık!
Ben zaten ermeniyi hallerinden tanırım.
Bindokuzyüzonsekiz yıllarından tanırım
Kanıma batırdığı ellerinden tanırım
Şart oldu o elleri kökünden kırmak artık
Ya Karabağ ya ölüm, başka yolu yok artık!
Karabağ’da kapkara bir destan yazılırken,
Savunmasız insanlar kurşuna dizilirken
Bebeklerin başları taşlarla ezilirken
Kimse bana diyemez dişlerini sık artık!
Ya Karabağ ya ölüm, başka yolu yok artık!
Genç, ihtiyar, kadın, kız demeden kıyılmakta
Kolları kesilmekte, gözleri oyulmakta
Dalga-dalga semaya feryatlar yayılmakta
Bir şehidin mezarı bir taneden çok artık
Ya Karabağ ya ölüm, başka yolu yok artık!
Nerdesin ehli-i İslam; ey Muhammed ümmeti? ! !
Sende mi görmüyorsun, bu zulmü, bu vahşeti?
İşte gün vahdet günü, gerçekleştir vahdeti
Allah-u Ekber deyip tek yumruk ol, tek artık! ! !
Ya Karabağ ya ölüm, başka yolu yok artık.
Türk’ün dostu Allah’dır, İslam’a inanmıştır,
İslamda ‘hubbul vatan-minel iman’ denmiştir
Yani vatan aşkını imanla bir anmıştır
Demedi deme dünya, bana cihat hak artık
Ya Karabağ ya ölüm, başka yolu yok artık.
Ermeni vampir gibi kanımızı içecek
Sonra bir ateşkesle acımız mı geçecek?
Bu rüzgârı ekenler, fırtınayı biçecek,
Ozan Arif diyor ki, yaydan çıktı ok artık! !
Ya Karabağ ya ölüm, başka yolu yok artık! ! !
SİZİN AKROSTİŞ YAZDIĞINIZ SEVGİLİNİZ OLDU MU?
Sevgili Dostlar,
Mir Hamza Nigarî dünya varlığı olarak en çok şeyhi İsmail Şirvani’yi seviyordu. Biliyordu ki ukbanın anahtarı, İslam’ı öğrendiği insanın elindedir. Kendisine sonsuz âlemde cennete giden yolu tarif edenden daha çok kim sevilebilirdi ki? İşte bu sevginin emaresi olarak Mir Hamza’nın Şeyh Siraceddin İsmail Şirvani’ye yazdığı akrostiş şiiri. Bu şiirin ikinci beytinden itibaren İsmail isminin harfleri ile zat-ı muhterem övülmüş. Allah hepimize aynı yolu gösteren insanlar nasip etsin.
اسماعيل (elif/ sin/ mim/ elif/ ayın/ ye / lam)
Vasf eyle dilâ heves sanadır
Yârân içre nefes sanadır
Ey dilim vasf etmeye başla ki dostlar içre heves ve nefes sanadır.
Elfinde hezâr istikãmet
Sîninde mukîm bin selâmet
O şeyhimin “İsmail” isminin, elif’inde pek çok doğruluk, sin’inde kalıcı binlerce selamet vardır.
Mîminde medâr-ı mihr-i zâtî
Elfinde ifâza-i sıfâtî
Mim’inde zatının güneşinin merkezi, elifinde sıfatlarının feyzi vardır.
‘Aynında ‘uyûn-ı ‘ayn-i ‘ârif
Yânında yenâbi‘-i ma‘ârif
Onun ‘ayn harfinde ariflerin göz pınarları, ye’sinde marifet pınarları vardır.
Lâmında şarâb-ı la‘l-i şâhid
Perverde-i zât-ı pâk-i Hâlid
Onun lam’ında şehitlerin içtiği şahadet şarabının kızıllığı, o pak zat olan Halid-i Bağdadî’nin yetiştirmişliği vardır.
Dîvâne-i ülfet-i Hudâdır
Sergeşte-i mihr-i Mustafâdır
O, Hüda’nın delicesine aşığı, dostu; Hazret-i Peygamberin güneşinin vurgunu; pervanesidir.
Pervâne-i pertev-i Muhammed
Sûzâne-i şem‘-i Âl-i Ahmed
O, Hazret-i Muhammed’in nuruna atılan bir pervane; o, Al-i abânın mumuna kendini yakandır.
Sâkî-i müdâm-ı ân-ı Leylâ
Sermest-i şarâb-ı mihr-i Mevlâ
O, Leyla ile geçen anın sakisi; Mevla’nın aşk şarabının sermestidir.
Ser-halka-i fırka-i Bahâdır
Meyhâne-i feyz-i âşinâdır
O,Bahaddin Nakşibend’in yolunun baş halkasıdır ve feyz meyhanesinin arifidir.
Güftârı ma‘ârif-i İlâhî
Reftârı fenâ tarîk gâhî
O, Allah’ın verdiği marifet ilminin sözcüsü ve dahi fanilik yolunun yolcusudur.
Her fikri enîs-i bin ‘ibâret
Her harf-i kelâmı bin hidâyet
Onun her fikri binlerce ibrettir; her kelamının bir harfi bin hidayettir.
Her bir nefesi Mesîh-âsâ
Her bir nazarı nazîr-i kîmyâ
Onun her bir nefesi Hazret-i İsa gibi can bağışlar; her bir bakışı altına dönüştüren kimyadır.
Enfâs-ı nefîsi rûh-ı nefehât
Eltâf-ı kelâmı reşk-i reşahât
Onun can bağışlayan nefesi ruhlara esintidir; sözlerinin lutf ettiği ise insanları kıskandıran sızıntılardır.
Ser-tâ-be-kadem kamu letâif
Mahsûs-ı mesâhif-i ma‘ârif
O, baştan ayağa bir letafettir, marifeti Kur’andan hasıl olmaktadır.
Ebrâc-ı merâtib-i sa‘âdet
Mi‘râcı ‘urûcı bî-nihâyet
O, saadet mertebelerinin burçlarındadır ve onun yukarı doğru miracı nihayetsizdir.
Ezkâr-ı cemîli cân-fezâdır
Evsâf-ı şirîni dil-güşâdır
Onun zikrinin güzelliği gönüller açıcıdır; vasıflarının tatlılığı kalp ferahlatıcıdır
Bir ‘âlî-cenâb-ı zü’l-cenâheyn
Bir cevher-i mültekã-yı Bahreyn
O, bir dünya ve ahiret cömertidir, o, iki denizin kavuştuğu özdür.
Bir cevher lîk dürr-i ‘irfân
Bir gevher lîk cevher-i cân
O, bir cevherdir; fakat aynı zamanda irfan incisidir. Bir gevherdir; ancak canın cevheridir.
Cevlân-geh-i lutf u mazhar-ı Hak
Bî-kayd-ı ‘alâyık-ı ene’l-Hak
Onun gezdiği yer Allahın lutfuna mazhar olur; Hak yolunun kayıtsız şartsız bağlısıdır.
Ger görse ruhın kılurdı âmân
Destinde ‘asâ kaçardı şeytân
Eğer onun yanağını görseydi, eman isteyip elinde asası ile kaçardı şeytan.
Serkeşler o serverin esîri
Üftâdelerin o dest-gîri
Asiler o başbuğun esirdir, düşkünlerin ise odur yardımcısı.
Ashâb-ı hulûsı Hızr-âsâ
Âbâb-ı dili ferişte-sîmâ
Kurtulmuşlar ahalisine Hızır gibidir; nur dolu gönüllü, melek yüzlüdür.
Erbâb-ı sülûki san melekdir
Perverdesi hûrşîd-i felekdir
Yükseldiği mertebede dostları sanki meleklerdir; onu yetiştiren sanki gökteki güneştir.
Bir server-i nâdir-i zamâne
Bî-tâ-yı zamân bir yegâne
Zamanımızın nadir bir seyididir, zamanı aşmada bir tanedir.
Bir rütbededir ki şân-ı ‘âlî
Fehminde ‘ukl ü zihn-i hâlî
Bir derecededir ki şanı yücedir; onu anlamada akıl ve zihin boş kalmaktadır.
Evsâfı dilâ zebâna sığmaz
Elburz-i berîn dehâna sığmaz
Ey gönül, onu vasıflarını saymak dile sığmaz; nitekim Kafkasya’nın en yüce dağı Elburz ağıza sığmaz.
Evsâfına ‘akl-ı evvel irmez
Ecrâm-ı felek kemende girmez
Vasıflarına akl-ı evvel ermez; çünkü felekteki yıldızlar kemende girmez.
Ve’l-hâsılı bende-i Hudâdır
Âlüfte-i Âl-i Mustafâdır
Sonuç olarak o, bir Huda kuludur, bağlısızdır; Hazret-i Peygamberin ailesinin bir kara sevdalısıdır.
Ey hâme yeter tekellüm itme
Evsâfı ile terennün itme
Ey kalem yeter artık sus. (Bir kuş gibi) onun vasıfları ile ötüp durma.
Hayretle ki sîne-çâk olursun
Bağrın yarılur helâk olursun
(Ey kalem) öyle bir hayrete düşersin ki yakanı paçanı yırtarsın; sonunda bağrın yarılır da helak olursun.
Ey dil kerem-i Hudânı fikr it
Şükrün demidir nisâr-ı şükr it
Ey gönül, Hüda’nın ikramlarını düşün; artık şükür zamanıdır, şükür incilerini dağıt.
LALELER
Sevgili Dostlar,
Bir bahar daha kapımıza dayandı; biraz daha zorlasa kapıları kıracak. Bize Sait Faik’in “Hişt Hişt” hikayesindeki gibi her yerden seslenip duruyor; acaba farkında mıyız? Yolların, parkların, bahçelerin kenarındaki laleleri karşımıza alıp uzun uzun seyrediyor muyuz? Onlara bakıp değişik anlamları olduğunu düşünüp değişik duygulara dalıyor muyuz? En önemlisi laleleri seyretmek için son on günümüz olduğunu, bir dahaki yıla bu güzellikleri görüp göremeyeceğimizin belli olmadığının farkında mıyız? Belki de son on, on beş gününüzü yaşıyorsunuz, laleleri seyretmek için.
Erişdi nev-bahar eyyâmı açıldı gül-i gülşen
Çeragan vakti geldi lâlezârın didesi rûşen (gözü aydın)
Çemenler döndü rûy-ı yâre(yarin yanağına) reng-i lâle vü gülden
Çerâgân vakti geldi lâzârın didesi rûşen (gözü aydın)
diyen Nedim bizden daha uyanık davranmış gibi görünüyor. Gerçekten de atalarımız bizden daha fazla tabiatla ilgilenmiş ve dünyanın güzelliklerine bakıp adeta Allah’ı zikr etmişler. Nasıl mı?
Öncelikle lâle kelimesinin onlara neleri çağrıştırdığına bakalım:
Camilere bakarsanız mutlaka bir lâle motifi görürsünüz, neden? Çünkü lale, ebced hesabı ile 66’ya denk gelir; aynı şekilde Allah ismi de 66’dır ebced’de. Yine camilerde hilalin niye bulunduğunu da belirtelim; hilal de ebcedle 66 sayısını verir. Haydi başladık çift vavı da söyleyelim; bir vav 6’dır ebcedle, iki vav yan yana olunca siz kaç olduğunu tahmin edin. Bitmiyor ki Bayezid camiindeki dış avluda yazılı vavın ucunda neden lale motifi var, tabii ki Allah lafzı için.
Şimdi Dostlar,
Bir laleye bakıp bunları düşünmek zikir değil de nedir?
Lalenin ilk var oluşu ise ilginç bir hikayeciktir. İran mitolojisine göre bir yaprağın üzerindeki çiğ tanesine yıldırım düşmüş ve alev alan yaprak o haliyle donup kalarak lâleye dönüşmüştür. Göbeğindeki siyahlık da yıldırımdan arta kalan yanık izidir. O günden sonra lâle, rengi ve şekli ile şâirlerin ilgisini çekmiş sevgilinin yanağına, şarap dolu kadehe, muma, yaraya, meşaleye vb. benzetilmiştir.
Pek çok kaynağın delaleti ile, lâlenin ve lâle kültürünün Anadolu’ya Türklerle birlikte geldiği kesindir. Roma ve Bizans’ın hiç ilgilenmediği bu çiçek, süslemecilikte XIII. yüzyıldan itibaren kullanılmış, Selçuklu âbidelerinde, yazma kitap ve kaplarında görülmeye başlamıştır. Şiirimizde ise XIV. yüzyılda görülür. Ahmedî, Cemşid ü Hurşid adlı eserinde bu çiçekten bahseder.
Klasik şiirimizde XVI. yüzyıla kadar sözü edilen lâlelerin yabani türler olduğu muhakkaktır. Yabaniliklerinden, yani dağlarda, kırlarda yetişiyor olmalarından dolayı “taşralı”dırlar. Bunun için utangaç, usul-erkân bilmez bir çiçek olarak düşünülen lâle, bir bakıma utangaçlığın, çekingenliğin sembolüdür.
“Taşradan geldi çemen mülkine bigâne diyu
Devr-i gül sohbetine lâleyi iletmediler” (Necatî)
Türk edebiyatında yerini her geçen gün sağlamlaştıran lale, artık padişahların da dikkatini çekmeye başlar. XVI. yüzyılda kültür yolu ile yeni türleri elde edilmeye başlanan lâle, gül’le rakip olur. Tarihimizde ve dünyada ilk lâle deliliği (tulipomania), XVI. yüzyılda İstanbul’da yaşanmıştır. Kanunî Devrinin ünlü Şeyhülislamı Ebussuud Efendi bile “Nûr-ı Adn” adını verdiği yeni bir lâle türü elde etmiştir.
Avrupa’da laleye neden “tulip” dendiğini söyleyerek sözlerimizi bitirelim: Avrupa’ya lale ilk defa Osmanlıdan gider. İlk lale örneğini götüren Almanya/ Hollanda elçisi bu çiçeğin adını sorar; laleyi veren paşa da “Tülbent Lalesi” der. Ancak elçi memleketine gidince sadece “tülbent” kısmını hatırlar ve adını “tülip” şeklinde telaffuz eder. İşte o günden beri Avrupa’da lale tulip adıyla zikredilir.
DOSTLAR, BIRAKIN ŞU HAYATIN ANLAMSIZ TELAŞINI; LALELER AÇTI Bİ’ETRAFINIZA BAKIN HERİ!
SON SEKİZ YÜZ YILI OKUMAK
Şöyle teşhis eyledüm Mihrî cihânun lezzetin
‘İlm ile savm u salât imiş kalanı hiç imiş
Sevgili Dostlar,
Mihrî Hatun’un da dediği gibi hayatta en önemli ve lezzetli şeylerden biri ilimdir. İlmin tadına varmak için de elinden geldiğince geniş bir yelpazede okumak gereklidir. İşte tam bu noktada önümüzdeki engeller konusu canımızı sıkmaya başlıyor. İnsanlar Yunus Emre’nin şu sorusuna “evet” diyebiliyorsa okumaktaki en temel sıkıntıyı aşmış olur:
Okumaktan mana ne
Kişi Hakk’ı bilmektir
Çün okudun bilmezsin
Ha bir kuru emektir
Bu noktada kendine sağlam temel oluşturun insan, bir üst adımı gözetmeli ve yine Yunus gibi,
Okudum bildim deme
Çok taat kıldım deme
Eğer Hakk’ı bilmezsen
Abes yere gelmektir
diyebilmelidir. Ancak maalesef insanlar okudum, bildim, en haklı ve en iyi benim demekte çok ama çok ısrarcı. Oysa, özellikle kendi kültürünü anlamakta ve tarihini iyi irdelemekte pek çoğumuz ilgisiz kalıyoruz.
Sevgili Dostlar,
Size bir hikaye anlatmak istiyorum: Adamın birisi dere kenarındaki küçük kulübesini ve kulübenin etrafındaki çorak tarlasını terk edip gurbete gider. Amacı elmas bulmaktır. Dünyadaki bütün elmas madenlerini dolaşır; ama bir türlü başarılı olup zengin olamaz. Bir gün uzak bir diyarda iken hastalanır ve en yakın dostuna vasiyet olarak elindeki birkaç parçayı bırakır, bunları eğer yolu düşerse memleketinde bıraktığı eşine vermesini ister. Birkaç yıl sonra adam o memlekete gider ve emaneti adamın eşine verir. Ancak küçük kulübeden çıkıp küçük dereyi atlarken gözüne bir pırıltı ilişir; dikkatle bakınca bunun bir elmas parçası olduğunu fark eder. Yani zavallı adam kendi üstünde oturduğu elmas madenini görememiş, hayatını bir hiç uğruna dünyanın değişik ülkelerinde harcamıştır.
İşte Dostlar,
Bizim de durumumuz bence budur. Sekiz yüz yıldır biriktirdiğimiz kitap hazinesi kütüphanelerde bizi beklerken bizler seksen yıllık bir dönemi yeterli buluyoruz; hatta hazineyi Avrupa’da arıyoruz. Bu sekiz yüz yılda insanların neler biriktirdiğiyle ilgilenmekten uzak kalıyoruz. Unutmayınız Batı’da insanlar daha hala Da Vinci’nin ne düşündüğünü anlamak için araştırmalar yapıyor, enstitüler kuruyor. Shakepeare hakkında binlerce tez yazılmış durumda, daha hala da yazılacak gibi. Peki bize ne oluyor da “kardeşim yüz yıllar öncesinden ne öğreneceğim ki” diyerek kapıları kapatıyoruz.
Sevgili Dostlar,
Aslında en büyük sıkıntımız alfabe öğrenmeye vakit ayırmamamız veya ayıramamamız. Basit bir Osmanlıca kursu ile öğrenilebilecek bu alfabenin sanki İngilizce gibi bir dil öğrenilecekmiş gibi görülmesi en büyük derdimiz. Birkaç ayda öğrenilebilecek bir alfabeyi önümüzde bir dağ gibi görüyoruz.
Oysa her branş kendisine o sekiz yüz yıldan binlerce ilginç doküman bulabilir. Bir Da Vinci’den bu kadar çalışma ortaya çıkıyorsa, bir Ali Kuşçu’dan niçin çıkmasın.
Ancak bir derdimiz de kütüphanelere değer veremememiz gibi geliyor bana. Düşünün Türkiye’nin en değerli eserlerinin bulunduğu Amasya Halk Kütüphanesi o tarihi binaya sıkışıp kalmış durumda. Oysa o ortam, yalnızca yazma ve basma eski kitaplara bırakılıp özel bir kütüphane binası yapılmalı değil mi?
Her şeye para bulabilen insanlar nedense konu kitap olunca cimrileşiyor.
[1] IŞİD kelimesi hem işitmek hem de IŞİD adlı grup için tevriyeli kullanılmıştır.